SAM SHEPARD (5 Kasım 1943- 27 Temmuz 2017)
1943'te Illinois'da doğdu. Lise yıllarında oyunculuk yapmaya başladı. 1963'te New York'a taşındı ve bir gece kulübünde komi olarak iş buldu. 1964’te başladığı oyun yazarlığında kara mizah, gerçeküstü ve korku öğeleriyle bezenmiş ve çoğunlukla ABD’nin Batısı’nda geçen eserler yazdı.
Gömülü Çocuk adlı oyunuyla 1979 yılında Pulitzer Ödülü kazandı. Aç Sınıfın Laneti (1978) ve Vahşi Batı (1980), 45 oyun yazan yazarın diğer oyunlarından bir kaçıdır. 1983'te yayımlanan Motel Günlükleri'nin yanı sıra birçok öykü kitabı kaleme aldı. Otuzdan fazla filmde rol aldı ve 1984 yılında Boşluktaki Kahramanlar filmindeki performansıyla Oscar'a aday gösterildi. Senaryosunu yazdığı Paris, Texas adlı film 1984 Cannes Film Festivali'nde Büyük Jüri Ödülü'nü kazandı. 1986'da Amerikan Sanat ve Edebiyat Akademisi'nin üyesi oldu ve 1992'de Akademi'den tiyatro dalında altın madalya aldı. 1994'te Tiyatro Onur Müzesi'ne adını yazdırdı. 2017'de hayatını kaybetti.
Sam Shepard’ın Everest Yayınları tarafından yayımlanan “Büyük Cennet Düşü” isimli öykü kitabından aynı isimli öyküyü paylaşıyoruz.
BÜYÜK CENNET DÜŞÜ
İki yaşlı adam arasında zamanla, kimin daha erken yataktan kalkacağına dair bir gurur yarışı gelişmişti. Kim bilir nasıl başlamıştı. İkilinin daha genç olanı Sherman, son zamanlarda uyku tulumundan sabah dört buçukta sıvışıyordu. Zifiri karanlıkta yere serili kırmızı muşambanın üzerinde çıplak ayakla, herhangi çıtırtı çıkarmamak için topuklarını fazla kaldırmamaya özen göstererek yürürdü. Adam, banyo lavabosunun üzerindeki floresanı açan küçük zincire, ışık ısınır ve yeşilimsi ışınlarını partneri -uzun süreli partneri- Dean'in düş gören yüzüne saçarken çıkardığı uğultuyu bastırması için bir el bezi sardı. Sherman “günün erken kalkanı” yarışmasını kazanmanın verdiği tatminin nereden kaynaklandığından pek emin değildi. İşin içinde para yoktu. Herhangi bir ödül de yoktu. Çoğunlukla birbirlerine bahsini dahi açmazlardı. Aslında bunu resmi bir yarışmaya döküp dökmediklerinden bile emin değildi. Bu sadece yıllar içerisinde birlikte geçirdikleri sayılamayacak kadar çok gündüz ve gecede kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Yine de bir kazanma hissi vardı tabii. Orası kesin.
(…)
Bu ikisi birbirlerini ezelden beridir tanıyorlardı. Güney Dakota'nın Alma adlı küçük kasabasında (en azından postanedeki tabelada öyle yazıyordu) birlikte büyümüşlerdi. Yıllar içerisinde farklı yönlere gitmiş ancak hep tekrar bir araya gelmeyi becermişlerdi; nihayetinde ayrılıklar, eşlerin ölümleri ve çocukların silikon bilgisayar cehennemine gitmesiyle Twentynine Palms'taki küçük cüruf briketinden yapılma aynı bungalovu paylaşmaya karar vermişlerdi. Orası onlara uymuştu. Orada on bir yıldır görece rahat bir hayat sürüyorlardı. Sherman’ın Dean’ın arka verandada 20 kalibresiyle on altı bıldırcın vurduğunu, onları siyah bir tavada pişirip sonra da hepsini omlete katıp kahvaltıda servis ettiğinde olduğu gibi iniş çıkışları olmuştu. Sherman bıldırcınlar için ağlamış ve Dean günlerce kendini suçlu hissedip sallanan sandalyesinde otururken bungalovda sebep olduğu ölüm sessizliğinin farkına varmıştı. Bıldırcınların yumuşak, huzur dolu sesleriyle geri dönmek için cesaret bulmaları iki haftayı almıştı. O zamana kadar Sherman, Dean’i affetmiş ve yeni, daha heyecanlı konulara yönelmişlerdi. Denny’steki Faye adındaki garson kız gibi. İkisinin de garson kızlar konusunda kusursuz gözleri vardı. Sadece tatlı veya seksi garson kızlar değil, kalpleri olan garson kızlar. Gözlerinden okunan şefkat emarelerine sahip garsonlar. Çok nadir bulunduklarına ikisi de hemfikirdi ama nihayet Faye'i gördüklerinde ikisi de yeni bir amaç edinmiş gibiydi. Her gün öğle vakti duşlarını alır, tıraş olur, temiz gömlekler giyer, rozet kravatlarını takar, ütülenmiş hâki pantolonlarını giyer, pahalı kovboy şapkalarını takar ve uzun, toprak, toplayıcı yoldan otoyola doğru yürürlerdi. Denny's'in kapısından girmeden hemen önce yüksek botlarındaki tozları temizler, birbirlerinin kravatlarını kontrol eder ve kovboy şapkalarını çıkarıp klimalı alana girerlerdi. Faye'in çalışma saatlerini gayet iyi biliyorlardı ve bilerek öğle yemeğinin en hareketli olduğu zamanlarda gidiyorlardı ki onu çalışırken görebilsinler. (…) O da bunun kıymetini biliyordu. Onları kasanın yanında beklerken görünce yüzü biraz daha aydınlanırdı. Sherman'ın kafasında ateş yeniden alevlenir ve bu aynı olgunun Dean'in kafasında da olduğunu hisseder ama bundan, Dean'in kendisini batıl inançlı bulacağından korktuğu için hiç bahsetmezdi. Dean her şeyin sade ve basit olmasından hoşlanırdı. Nihayet bir masa gösterildiğinde, şapkalarını yan yana ve ters bir biçimde, tepeleri parlak kırmızı suni deri döşemeye gelecek şekilde yerleştirirlerdi. Bu iyi şans içindi. Şapkaları siperlikleri alta gelecek şekilde koyarsanız şans asla sizden yana olmaz. İkisi de bunu biliyordu. İkisi de kendi adlarına “şans” kavramının yıllar boyunca nasıl değiştiğinin sözsüz bir biçimde farkındaydı. Bunun artık para, başarı, sağlık veya herhangi şekilde gelecekle bağlantısı yoktu. Asıl fark buydu. Artık “şans”, şu anda olan bir şeydi. O anı sürdürmekti. Hatta kutlamaktı.
(…)
İkisinin de hayatlarında bu günlük rutinlerden, günlerle gecelerin çok fazla konuşmadan paylaşıldığı bu karmaşıklıktan uzak, oturmuş anlaşmadan ve Faye 'in kaleminin ucunu yalayıp iç çekmesi gibi en küçük detaylardan dahi tatmin duymaktan daha büyük bir beklentisi yoktu. Sherman ve Dean arasında işler Twentynine Palms'taki cüruf briketi bungalovlarında geçirdikleri on ikinci yıl böyle devam etti, ta ki günün birinde dünyaları başlarına yıkılana dek. Sherman normalde olduğundan biraz daha geç uyandığında Dean gitmişti. Odaları, verandayı ve bungalovun etrafını karşısına çıkabilecek çıngıraklı yılanlara karşı ceviz ağacından sopasını yanına alarak aradı ama Dean hiçbir yerde yoktu. Sherman adaçayı demledi ve ani bir kararla yaban mersinli tart yaptıktan sonra verandada yükselen güneşin yuka ve manzanita ağaçlarının tüm renklerini dönüştürmesini izleyerek yedi. (…) Verandanın tepesindeki sac çatının güneşle birlikte genleşerek sesler çıkarmasını duydu ve sandalyesinde altı saattir oturduğunun farkına vardı. Dean'den hâlâ bir iz yoktu. Denny's'e gidip Faye'i ziyaret etme zamanları yaklaşıyordu, o yüzden Sherman hazırlanmaya karar verdi. Zaten Dean de o zamana kadar kesin dönmüş olurdu. (…) Pantolonunu, ütülenmiş gömleğini giyerken ve şapkasını takarken ağırdan aldı ama Dean hâlâ dönmemişti ve uzun toprak yolda ondan bir iz yoktu. Sherman kök birası tezgâhına gidip polisi aramayı düşündü - belki Dean'le ilgili rapor edilen bir şey vardır diye. Sonra bunun için çok erken olduğunu düşündü ve ayrıca aramaya kalkarsan kötü şansı çağırırsın. Beş dakika daha verandada öylece dikilerek bekledi ve Dean'in siluetini görme umuduyla otoyola doğru dikkatle baktı ama görünürde hiçbir şey yoktu. Sherman, göğsünün altında yükselen, midesini hafifçe bulandıran bir hisle telaş içerisinde Denny's'e doğru yola koyuldu. Faye'e tek başına gitmek doğru gelmiyordu. Dean'i onca zaman beklemiş ve onu aramış olmasına rağmen içinde korkunç bir ihanet hissi uyanıyordu. Dean, ona haber vermeden Faye'i görmeye gitse nasıl hissederdi acaba? Sherman durdu ve arkasına baktı. Bungalova baktı, onların bungalovuna. Şimdi daha boş görünüyordu. İkisi postaneden, market alışverişinden ya da Denny's'ten dönüşte yan yana yürürken göründüğünden daha boş. Onlara ait değilmiş gibi. Sherman verandaya yürüyüp içeri girdi. Bir parça kâğıt bulup Dean'e not yazdı: “Ne cehenneme kayboldun sen? Benimle Denny's'te buluş. Oraya varınca senin hamburger siparişini de vereceğim, o yüzden oyalanma. Sherman.” Notu mutfak tezgâhında görülebilecek bir yere koydu ve kaktüs şeklinde tuzluklarını üzerine yerleştirdi. Bir anlığına Dean'in orada durduğunu görmeyi umarcasına mutfaktan cam kapıya doğru baktı ama orada değildi. Orada bir hayalet varmış gibi bir histi.
Denny's'e gittiğinde, Dean'le her zaman yaptıkları gibi kasanın yanında bekledi. Dean oradayken durduğu gibi, kovboy şapkasını tam önünde, siperliklerinden iki eliyle tutarak duruyordu. Omurgası dimdik, Faye'den bir iz arayarak sallanan mutfak kapısına doğru bakıyor. Ama bu öğlen Faye işte değildi. Bunu ancak kırmızı masaya oturduğunda siyah saçlı, daha genç ve daha huysuz bir kadın siparişini almaya geldiğinde fark etti.
“Faye nerede?” dedi Sherman doğruca.
“Faye kim?”
“Faye işte. Bir yıldır falan burada çalışıyordu.”
“Ben Faye diye birini tanımıyorum,” dedi siyah saçlı kız not defterine numaralar karalayıp Sherman'ın gözlerine bakmazken.
“Hiç Faye diye birini tanımıyor musun?”
(…)
“Müdürünüzü çağırın. Müdürünüzle görüşmek istiyorum.”
(…)
“Yapabileceğim bir şey var mı beyefendi?” Müdürün sesi kalın bir baritondu. Sherman kafasını kaldırdığında iri cüsseli bir siyahi adamı mavi gömleği ve kırmızı papyonuyla gülümserken gördü. Siyah saçlı garson kız topallayıp dizinden dert yanarak mutfağa doğru gidiyordu.
“Faye'e ne olduğunu öğrenmek istiyorum,” dedi Sherman.
(…)
“Mezarlıkta görevlendirildi,”dedi müdür.
“Mezarlık mı?”
“Evet. Gece yarısından sabah sekize kadar. Mezarlık vardiyası”
“Yani hâlâ burada çalışıyor? Hâlâ burada, Denny's'te çalışıyor?”
“Evet beyefendi ama artık başka bir vardiyada. Gece vardiyasında.”
“Pekâlâ. Anladım.”
“Tek bilmek istediğiniz bu muydu? Yeni garsonla bir sıkıntı yaşamadınız değil mi?”
“Hayır, öyle bir şey olmadı. Sadece Faye'i merak ediyordum.”
“Anladım efendim.”
“Bir şey daha var.”
“Buyurun?”
“Partnerim. Buraya her gün partnerimle gelirim, Dean'le. Bizi görmüşsünüzdür. Biz hep”
“Evet efendim. Sizin kim olduğunuzu biliyoruz. Sizi tanıyoruz.”
“Heh işte. Onu yakın zamanda burada görmediniz, değil mi? Dean'i yani. Adı bu. Onun buraya geldiğini görmediniz, değil mi?”
“Evet efendim. Dün gece buradaydı.” Sherman, biri omuzlarının ortasından elektrik vermiş gibi hissetti. İlk başta bunu, o Cennet hissiyle gelen ateş sandı ancak bu çok daha keskindi; kıskançlık gibi, can yakan bir akımdı. Tam olarak buydu; kürek kemiklerinin ortasına saplanan bir kıskançlık akımı.
“Dün gece mi?” derken Sherman'ın nefesi daralıyordu.
“Evet. Gece geç saatte geldi. Saat sabahın belki üçü, dördüydü. Ortalıkta kimse yoktu.”
“Bunu neden yapsın ki?”
“Efendim?”
“Hiç,” dedi Sherman ve kırmızı masadan kalkıp ayrılmaya hazırlandı.”Saat üç, dört gibiydi diyorsunuz?”
“Evet. Öyle galiba. Çok geçti. Ya da erken de diyebilirsiniz bakış açınıza göre. Şu köşedeki masada gün doğana kadar kahve içip gülüştüler.” Sherman durdu ve kravatını düzeltti. Yangına dayanıklı tavandan göğü görmek istercesine boynunu esnetti ve şapkasını kafasına taktı. “Sadece tek müşteri vardı o yüzden ben de onun orada oturmasına izin verdim. Zararı olmaz dedim. Harika bir kadın, o kadarını söyleyeyim.”
“Kesinlikle öyle.”Sherman zoraki bir şekilde gülümsedi ve kapıya doğru hareketlenirken müdüre şapkasının ucuyla selam verdi.
Bungalova giden uzun toprak yolda Sherman bir an nerede olduğunu anımsayamadı.(…) Bungalova yaklaşırken, bir anlığına Dean'in at nalı kravat iğnesinden yansıyan bir parça güneş gördü. Dean'in veranda da, sallanan sandalyede yüzü ona dönük olarak oturduğunu gördü. Onun Dean olduğunu biliyordu ama bir şey söylemedi veya hatta eliyle selam dahi vermedi. Dean de hareket etmedi. Sallanan sandalyesi dışarıya dönük, orada öylece hareketsizce oturdu. Sherman yanından geçip eve girerken Dean bir santim bile kıpırdamadı; sadece ileriyi izledi. Dean, Sherman'ın yatak odasındaki dolapta bir şey aradığını duyabiliyordu; çekmeceleri açıp kapatıyordu. Sherman'ın çıkardığı hiçbir seste öfke belirtisi veya Dean'i çileden çıkaracak bir şey yoktu. Sesler, orada öylesine bir şeyler arayan veya bir şeyleri düzenlemeye çalışan birine ait gibiydi. Nihayet Sherman elinde eşyalarını içine doldurduğu keten bezinden bir çantayla cam kapıdan çıktı. Çantanın bozulmuş fermuarının kenarında beyazla “A.B.D. ORDUSU” yazısı damgalanmıştı. Diğer elinde bir parça halatla etrafına camadan bağı atılmış, küçük, yeşil bir çantada ukulelesini taşıyordu. Toprak zemine varan merdivenleri inene kadar Sherman asla duraksamadı, kafasını çevirmedi veya verandada yürürken botlarının çıkardığından başka bir ses çıkarmadı. Dean, Sherman toprak yoldan yürüyüp gitgide uzaklaşırken onun ter izi çıkmış sırtını izledi. Sherman'ın pantolon askısının kürek kemikleri arasında oluşturduğu X'e baktı. X'in giderek küçülmesini izledi. Aniden Dean sallanan sandalyesinden hızla ayağa kalktı ve verandanın ucuna gelip durdu. Sherman'a seslenirken sesi biraz çatallanır gibiydi. Birine seslenmeyeli uzun zaman olmuştu ve sesi biraz sarsılmış gibiydi: “Benim fikrim değildi, onundu!” diye bağırdı. Sherman dönmedi. Yürümeye devam etti.