Salgın sonrasında bilim insanlarının daha fazla konuştuğu konulardan biri de hava kirliliği, orman katliamları, iklim krizi ve ekolojik alanların yok edilmesi. Bu konuların daha yüksek sesle dillendirilmesinin başlıca sebeplerinden biri ormanların yok edilmesiyle birlikte yaşam alanları yok edilen hayvanların insanlarla daha fazla temas kurmalarının önünün açılması. Salgınlar küresel boyutta olunca ve çok hızlı yayılınca ormanlık arazilerinin ve ekolojik alanlarının korunması da küresel bir mücadele gerektiriyor. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Toprak İlmi ve Ekoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay ile salgınlar ve ormansızlaşmanın arasındaki ilişkiyi, İstanbul’daki ekolojik tahribatları, kentin su kaynaklarını konuştuk. Tolunay, “Brezilya’da yağmur ormanlarında hayvan çiftlikleri kurmak için çok sayıda yangın çıkarıldı. Bu durum ormanların derinliklerinde bulunan virüs taşıyan hayvanların evcil hayvanlarla temasını kolaylaştırabilir. Benzer şekilde Avustralya’daki yangınlarla da çok sayıda hayvan ve dolayısıyla patojen de başka habitatlara göç etti. Bu yeni habitatlarda virüslerin mutasyon geçirip geçirmeyeceklerini ya da başka hayvanlara bulaşıp bulaşmayacaklarını bilemiyoruz, ama riskler oluşturduğu kesin.” diyor.
Yeni tip korona virüsü Çin’in Vuhan Kentinde ortaya çıktığında kimse bu kadar hızlı bir şekilde yayılacağını öngöremedi. Günümüzde ulaşım ve ticaret ile virüslerin birkaç saat içinde binlerce kilometre mesafe kat edebileceği göz önünde bulundurulmadı. Bu nedenle çoğu ülkede önlem alınmada geç kalındığını düşünüyorum. Salgın sistemlerin açıklarını da ortaya çıkardı. Örneğin bazı ülkelerde sağlık sisteminin yetersizliği belirginleşirken bazı ülkelerde ise ekonomilerin söylendiği kadar iyi olmadığı anlaşıldı. İnsanlar da hazır değildi böyle bir salgına. Evlerde kapalı kalmak; insanların her an hastalık kapacakmış gibi hissetmelerine, gelecek belirsizliği ise kaygıların artmasına neden oldu. Ancak okullara ara verilmesini, bazı işyerlerinin kapanmasını ya da uzaktan çalışmaya başlanmasını tatil olarak görenlerin varlığına da tanık oluyor ve şaşırıyorum. Örneğin sokağa çıkma yasağının hemen ardından kendini sokağa atan, spor yapan, bisiklete binenlerin sayısı hiç de az değil. Salgın, aynı zamanda kentsel ve kırsal yoksulluğun ne kadar fazla olduğunu ve toplumun yoksul kesimlerinin salgından çok geçimlerini düşünmek zorunda kaldıklarını da gösterdi. Salgından öğrendiklerimizin başında ise bilimin önemi geliyor. Her gün bilim kurulunun aldığı kararlar takip ediliyor, önerileri uygulanmaya çalışılıyor. Umarım salgın sonrasında da her konuda bilime başvurulur. Ayrıca salgın öncesinde pek değer vermediğimiz bazı mesleklerin önemi de anlaşıldı diye düşünüyorum. Bunların başında sağlık çalışanları geliyor.
ORMANLAR VE SALGIN İLİŞKİSİ
Doğadaki vahşi hayvanlarda çeşitli patojenler var. Bunların çoğu virüsler, bakteriler ya da mantarlar gibi mikroskobik boyutlardaki zararlılar. Patojenlerin insanlara ulaşması için insan-hayvan etkileşiminin ya da temasının olması gerekiyor. Başka bir ifadeyle ya bu patojenleri taşıyan hayvanların insanların yaşadıkları ortamlara gelmesi ya da insanların hayvanların yaşadığı ekosistemlere gitmesi zorunlu. Ormanları keserek tarım ya da yerleşim alanı kazanıldıkça, ormanlarda yol ya da maden açıldıkça insan ve yaban hayatı etkileşimini arttırıyoruz. Sadece ormansızlaşma olarak adlandırılan bu süreç ile değil, diğer ekosistemleri tahrip ederek de hastalık taşıyan canlılara doğru gidiyoruz. Ekosistemlere müdahalelerimiz sonucunda salgınların yayılmasını sağlayan birçok süreci tetikliyoruz. Örneğin ormanları keserek tarım alanına dönüştürdüğümüzde evcil hayvanların yaban hayvanlarıyla etkileşiminin de önünü açıyoruz. Böylece patojenler yeni konakçıları olan evcil hayvanlara geçip, mutasyonlara uğrayarak ya da evcil hayvanlarda bulunan virüslerle yeni kombinasyonlar oluşturarak daha bulaşıcı hâle gelebiliyor. Evcil hayvanların et, süt, salgı ya da dışkılarıyla insanlara geçmeleri de kolaylaşabiliyor. Ekosistem müdahaleleriyle ayrıca hayvanlar göçlere zorlanabilmekte. Göç eden hayvanlarla birlikte patojenler de yeni ekosistemlere hatta köy ya da kentlere girebilmekte. Hatta bu göçlerle ya da hayvanların daha küçük habitatlara sıkıştırılmasıyla doğada karşılaşması mümkün olmayan hayvanlar biraraya gelebilmekte ve bu durum da virüslerin yeni konakçılar bulmasını sağlamakta. Virüslerin yeni konakçılarda mutasyonlara uğrayarak yine daha tehlikeli bir suşa (ırka) dönüşmesi de olası. Avcılık ve yaban hayatı ticareti ile vahşi hayvan pazarları da salgın hastalıkların başlamasına neden olabiliyor. Nitekim korona virüsü salgınının da böyle bir pazar yerinden başladığına dair iddialar var.
Doğayla kurduğumuz ilişkinin değişebilmesi için salgının neden çıktığını ve neden çok hızlı bir şekilde yayıldığı sorgulamamız gerekir. Karar vericiler tarafından, hatta toplumun büyük bir kesimi tarafından bu sorgulamanın yapılmadığını düşünüyorum. Salgının sadece yarasa çorbasından kaynaklandığı sanılırsa asıl nedenler gözden kaçırılmış olur. Salgın konusunda Çinlileri suçlayanlar da oldukça fazla, hatta ABD Başkanı Trump dahi virüsü Çin virüsü olarak adlandırıyor. Doğrudur, Çin’de kültürel olarak birçok vahşi hayvan yeniyor, Çin hükümeti vahşi hayvan pazarlarını kontrol edemiyor. Bu nedenle elbette sorumlulukları var. Ama benzer salgınlar dünyanın başka yerlerinde de çıkıyor ve gelecekte de çıkacak. Örneğin yine bir çeşit korona virüsü olan MERS virüsü Ortadoğu’da develerden insanlara geçti. Ebola ve AIDS ise Afrika kökenli. Belki de birkaç yıl içinde Brezilya ya da Avustralya benzer salgınların çıkış noktası olabilir. Çünkü hatırlarsanız geçen yıl Brezilya’da yağmur ormanlarında hayvan çiftlikleri kurmak için çok sayıda yangın çıkarıldı. Bu durum ormanların derinliklerinde bulunan virüs taşıyan hayvanların evcil hayvanlarla temasını kolaylaştırabilir. Benzer şekilde Avustralya’daki yangınlarla da çok sayıda hayvan ve dolayısıyla patojen de başka habitatlara göç etti. Bu yeni habitatlarda virüslerin mutasyon geçirip geçirmeyeceklerini, ya da başka hayvanlara bulaşıp bulaşmayacaklarını bilemiyoruz, ama riskler oluşturduğu kesin. Özetle salgınların nedenleri için doğru teşhisler yapılmadığı için doğayla kurduğumuz ilişkinin üzülerek değişmeyeceğini söyleyebilirim.
İSTANBUL’U YENİDEN DÜŞÜNMEK
Kesinlikle gerekir. Ancak bu planlamada sadece salgınları değil tüm afetleri hesaplamak zorundayız. Çünkü İstanbul’u veya diğer tüm kentlerimizi etkileyen ya da yakın zamanda etkileyecek tek afet salgın değil. Ülkemizin bir gerçeği olan deprem ve iklim krizine bağlı olarak yaşanan sel, taşkın, fırtına, hortum, dolu, kuraklık gibi afetler bizleri bekliyor. Hatta aynı anda birkaç afet dahi yaşanabilir. Örneğin Covid-19 salgınında alınan önlemlerin başında ellerin yıkanması ve evlerde kalınması geliyor. Bu salgın esnasında kuraklık yaşanması veya deprem olması hâlinde bu önlemlerin uygulanması oldukça güçleşecektir. Mega kentlerin afetlere karşı kırılganlıkları oldukça yüksektir ve bu kırılganlıklar yoksulluk gibi sosyolojik etkenlerle artmakta. Bu nedenle sadece salgınlarla değil tüm afetlerle mücadele etmek için atılması gereken adımlar bulunmakta. Bunların başında nüfus planlaması, köyden kente göçlerin azaltılması, mega kentlerin cazibe merkezi haline getirilmemesi, kırsal ve kentsel yoksulluğun giderilmesi gibi üst ölçek planlamalar yapmak ve politikalar üretmek geliyor.
Şu an için İstanbul’un barajlarının ortalama doluluk oranı yüzde 69 kadar. Bu doluluk oranı son 10 yıldaki en düşük ikinci oran. Bildiğiniz gibi 2019 yılında da yağış azlığı nedeniyle barajlardaki su seviyeleri oldukça azalmıştı. Hatta Kasım 2019’da bizzat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından havaların kurak gitmesi hâlinde İstanbul’un üç ay içinde susuz kalabileceği ifade edilmişti. Maalesef kış ve bahar yağışları normal değerlerin altında gerçekleşti. Önümüzdeki birkaç ay daha yeterince yağış olmaz ve yaz aylarına tam dolulukla girilmezse yaz aylarında susuzluk sorunu ile karşılaşabiliriz. Salgının uzaması ve yaz aylarında devam etmesi halinde su tüketimi arttığı için susuzluk riski çok daha fazla olacaktır.
“SU KAYNAKLARI KORUNMALI”
-Bu kaynaklar nasıl korunmalı?
Aslında yapılacaklar belli. Çok basit olarak bugüne kadar yaptıklarımızdan vazgeçmemiz yeterli. Bugüne kadar neler yaptık derseniz örneğin havza alanındaki yapılaşmalar ve endüstriyel atık sular da dahil olmak üzere kanalizasyonları deşarj ettiğimiz Küçükçekmece Gölü’nü kaybettik. Ömerli Baraj Havzası içinde Formula 1 pisti kurduk, üstelik bu pisti kullanmıyoruz bile. Elmalı ve Alibeyköy Baraj Havzalarında ormanları keserek rekreasyon amaçlı kent ormanı adı verilen ama ormandan çok piknik alanı olan yapılaşmaların önünü açtık. 3. Köprü bağlantı yollarını Terkos, Alibeyköy, Büyükçekmece ve Ömerli havzalarından geçirdik. 3. Havaalanı ile Terkos Gölünün su toplama havzasının bir kısmını yok ettik. İstanbul’un kurulduğu tarihten itibaren sürekli su sorunu olduğunu, İstanbul’a su sağlamak için daha Roma ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında yüzlerce kilometre uzunluğunda su yolları yapıldığını unuttuk. 2009 yılında yayınlanan ve İstanbul’un Anayasası diyebileceğimiz İstanbul Çevre Düzeni Planında yer alan su havzalarının, kuzeydeki ormanlar ve diğer ekosistemlerinin korunması, İstanbul nüfusunun 15-16 milyonu geçmemesi yönündeki kararları uygulamadık. Özetle öncelikle su havzalarını korumamız gerekli. İstanbul’un ekolojik sınırlarına geldiğini, şişen nüfusuyla birlikte çevresindeki diğer kentleri ve ekosistemlerin suyunu, gıdasını enerjisini sömüren bir asalak kent hâline geldiğini kabul etmeli ve nüfusu Anadolu’da tutacak önlemler almalıyız.
Kanal İstanbul, İstanbul’un coğrafyasını değiştirecek boyutta bir proje. Ne yazık ki bu projenin olası ekolojik ve çevresel etkileri yeterince değerlendirilmeden ÇED raporu kabul edildi. Hatta salgın sırasında güzergâh üzerindeki iki tarihi köprünün taşınması için ihale gerçekleştirildi. Bu ihale dahi salgından ders çıkarılmadığına bir örnek oluşturuyor. Kanal İstanbul Projesinin öngörebildiğimiz olumsuz etkileri var. Bunların başında su sorunun artması, hava kirliliğini arttırması, biyolojik çeşitlilik ve habitat kayıplarına yol açması, hayvanları göçe zorlaması, deniz ekosistemlerinin bozulması gibi etkiler geliyor. Beklenen Marmara Depremi ise üzerinde ayrıca durulması gereken bir konu. Kanal İstanbul’un fay hattına oldukça yakın olduğu ve olası depremden etkileneceği biliyor. Hatta ÇED raporunda dahi yazılmış, ek olarak oluşabilecek bir tsunaminin de kanala zarar vereceği açıklanmış. Salgın ortada yokken bile bu olumsuz etkiler göz ardı edilerek sadece ekonomik gerekçelerle Türkiye tarihinin en büyük doğa tahribatına neden olacak projenin önü açıldı. Bu nedenle salgın sebebiyle projeden vazgeçilmeyeceğini öngörüyorum. Ama karar vericilerin salgını ve olası depremi gerekçe göstererek projeden vazgeçmelerinin toplumda çok büyük bir karşılığı olacağını, bu nedenle aslında salgının hükümete bir fırsat sunduğunu değerlendiriyorum.
“DERS ÇIKARMADIK”
Salgına karşı alınan önlemlerin ne zaman gevşetileceği konuşulmaya başlandı. Ramazan Bayramıyla birlikte yavaş yavaş salgın öncesine dönüş için adımlar atılabilir. Ancak halen salgından çıkarmamız gereken dersler olduğunu ama toplumun büyük bir kesiminin bu dersleri çıkarmadığını düşünüyorum. Örneğin her yıl binlerce hektar orman alanı madenlere, enerji yatırımlarına, yollara feda ediliyor. Son 20 yılda 700 bin hektar orman alanını kaybettik. Sadece 3. Havaalanı ve 3. Köprü bağlantı yolları için 8 bin hektar orman yok oldu. Bu projelerin orman alanlarında yapılmasının tek nedeni kamulaştırma bedelinin olmaması. Ormanların bedeli ise sadece odun değeri olarak hesaplanıyor. Yatırımların fayda-maliyet analizinde doğanın maliyeti hep sıfır olarak kabul ediliyor. Ama doğaya müdahalenin bir bedeli var ve bu bedel tahmin edilenin çok üzerinde. Bu nedenle doğayı göz ardı eden ve rant odaklı ekonomik sistemleri gözden geçirmemiz, hatta değiştirmemiz gerekli. Birey olarak da tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmeliyiz.
Umarım salgının yarattığı travmayla salgın sonrasında insanlar tüketim canavarına dönüşmez. Söylemem gereken son konu salgını sağ salim atlatsak da bizleri bekleyen başka tehlikelerin olduğu. Bunların başında iklim krizi geliyor ve dünya olarak bu krize önlem almakta çok geciktik. İklim krizi salgınlar dahil onlarca afete yol açıyor. Bu afetler sonucunda birçok insan ve canlı hayatını kaybediyor, ekonomik kayıplar yaşanıyor. Toplumda iklim krizinin etkileri ancak yüzyıl sonunda hissedilecekmiş gibi bir algı mevcut. Ama bu doğru değil, örneğin 2019 yılında gerçekleşen tamamına yakını iklimle ilgili bine yakın afet bugüne kadarki en yüksek değer. Umarım iklim krizini önlemeye yönelik adımları da bir an önce atarız ve insanlık olarak bir an önce değişiriz.