İstanbul’un kıyılarına bakmak

İstanbul kıyılarının değişimini karasal çıkarlara odaklı kentleşme sürecinin bir parçası olarak değerlendiren Gökçen Erkılıç ile “Bu Bir Çizgi Değildir” adlı doktora tezini konuştuk. Erkılıç, “Kadıköy’e denizden bakarsak, hikayesini kıyısını konteyner kutularına, iskelelere, mendireklere, sahil yollarına ve marinalara borçlu olduğunu görürüz” diyor

25 Mart 2020 - 09:56

Gökçen Erkılıç’ın “Bu Bir Çizgi Değildir: İstanbul KIyısının  Eleştirel Hatlarının Çizimi” adlı doktora tezi İstanbul’un kıyılarının insan eliyle nasıl değiştirildiğini konu ediniyor. Kıyı projelerini çalışmasının merkezine alan Erkılıç aynı zamanda Haydarpaşa Limanı, Moda Sahili, Kalamış Limanı’na dair de bilgiler veriyor. Tezini konuştuğumuz Erkılıç, “Kıyıların şekillendirilmesine daha geniş anlamda dünya üzerindeki kentleşme eleştirisinin ve insan etkisinin zemininde bakmak gerekiyor. Tarihi bir kırılma döneminden geçiyoruz. Mesela şu günlerde içinden geçtiğimiz viral durumun içinde de kentleşme, globalleşme pratikleri yatıyor.” diyor.

EMLAK DEĞERİ OLARAK KIYILAR

İstanbul’un kıyıları ve özellikle boğaz çevresi son yıllarda kentin en kıymetli alanlarından biri. Size göre İstanbul’un kıyıları ne zaman emlak olarak değerleniyor?

Burada emlak kavramını biraz daha genişletilmiş bir anlamda ele alalım. Emlak değerini, yani özel mülkiyeti, sınırlandırılmış, “parsel parsel eylenmiş” toprak parçası üzerindeki rant olarak düşünebiliriz. Bu anlamda mekanda eşitsizlik doğuran, sermaye ve iktidar ağları ile ilişkili, karasal bir mekanizma. Yani emlak karadakilere ait bir sabitleyici, yeni güç merkezleri üreten bir değer. Su kıyısının esas önemi de bu tür karasallıklarla girdiği mücadelede bir aralık olması. Bunun kıyı mekânları ve coğrafyasındaki karşılıklarını saptamak önemli.

Boğazın kısa yerleşim tarihine bakalım. Burası şehir için kıvrımlı, tepeli bir su coğrafyası oluştururken ve aynı anda son derece işlevsel bir liman geçidi. Daha büyük bir liman coğrafyasının kilit noktası. Buradaki yerleşimlerin genellikle koylar ve dere ağızlarına yerleşmiş, köyler ile başladığını hatırlayabiliriz. Merkezde ise kentin göbeğindeki doğal liman Haliç var. Esas yoğunluk ve ticaret merkezi coğrafi olarak burada, yani güneyde. Kuzeye gittikçe Boğaz’da elverişli koylara yerleşmiş küçük limanlar ile iklimi, havası, suyu temiz vadiler arasında yerleşimler vardı.

Ne zaman değişiyor peki?

19.yy’da önemli bir kırılma var, saray ile ilişkili yapılar boğaz kıyılarına sıçrıyor. Bunun, bir gösteriş hamlesi olarak kıyıları daha prestijli kılmış olduğu söylenebilir. Örneğin kıyı doğasına yapılan modern bir inşai bir müdahale ile Dolmabahçe dolduruluyor. Bu dönem kıyılara dizilen yalılar ile, yamaçlara yanaşan köşk yapıları, tepelerde kasırlar, üniversite kampüsleri vs. ile prestijli ve şiirsel değeri de olan bir yerleşim mekânına evriliyor. Ancak yine de bildiğimiz anlamda bir emlak değerinden söz edemeyebiliriz, çünkü özel mülkiyet henüz yok. Bir çeşit parselleme söz konusu. Hikayeyi hızlandırarak değerin artışı için ancak 20.yy ikinci yarısına kadar gelirsek Boğaz manzaralı dairelerden bahsetmeye başlarız. Suyu gören bu yapıların yapısal karakteri ve sosyal coğrafyası şaşırtıcı derecede çok çeşitli. Oluşan yeni orta sınıf mahalleleri, gecekondular, kapalı siteler, yükselen rezidanslar vb. deniz gören manzaralı dairenin mekanları. Kıyı ile ilişkili değerin nasıl oluştuğunu konuşacaksak apartmanlaşma ile birlikte su ile kurulan ilişki kıyıda da değişiyor. Yalnız Boğaz’da değil liman dönüşüm alanlarındaki projelerin mimarisinde de kendini göstermeye devam ediyor. Mesela Galata rıhtımında inşası devam eden projeyi düşünün, terasları var, muhtemelen en yüksek değer deniz gören bu teraslardan elde edilecek.

Boğazın dışında da aynı durum geçerli diyebiliriz o halde.

Bugün içinde yaşadığımız İstanbul’da deniz gören dairelerin sunduğu değerin dağılımı Boğaz’ın coğrafyasının çok dışına sıçramış durumda. Marmara kıyısında Zeytinburnu sahilinde yükselen rezidans yığınlarını veya Feneryolu, Göztepe’deki kentsel dönüşümün yeni apartman gökdelenlerini düşünün. Bu açıdan tarihi sürecin bütününe uzun süreli bakarsak insanlar kıyı ile giderek daha fazla “manzara” değerine indirgenmiş, yani karasal bir ilişki kurmuş gibi görünüyor. Kanal İstanbul örneğin, ikinci bir boğaz vaadi ile kıyı ve liman coğrafyasını yeniden şekillendirmeye niyetlenen bir proje. İstanbul’un kendi tarihi içinde suyun kendisini şekillendirerek karasal bir değer yaratmaya çalışan en büyük proje. Etkileri İstanbul sınırlarının çok dışında gezegene dair bir müdahale. Yani mekânsal olarak bakarsak emlak değeri dediğiniz, kent coğrafyasına çok farklı ölçek ve yapılarla sıçramış bir durum. Burada insanın kıyı ile kurduğu bir ikiyüzlü bir otorite ilişkisi var yani. Hem kıyının kendisini şekillendirerek onu tahakküm altına alıyor hem de kıyıya bakarak ona hayran oluyor.

“KARASAL HAKİMİYET VAR”

İstanbul’da sürekli bir inşai faaliyet var. Bu değişimden en fazla nasibini alan alanlardan biri de kentin kıyıları. Dolgu alanlarla yapay kıyılar elde edilmiş. Bu çabayı nasıl yorumlamak gerek?

“Yapay” kıyılar diyerek neyi kastediyoruz bunu biraz açmakta fayda var. İnsanın geliştirdiği araçlar, makinalar ve teknoloji ile yaptığı müdahalelerin ne bütünü ile yapay, ne bütünü ile doğal demek doğru olur. Yapay ve doğal olan birbirini doğuruyor. Dolayısıyla kıyılar kentin kendi doğasını insan eli ile yeniden ürettiği bir hat. Bununla ilgili tarihte de suyu ve karayı şekillendirme inşa etme projelerine baktığınızda bunun salt bir mühendislik, tasarım pratiği olmadığını, coğrafi güç dağılımı, farklı siyasal otoritelerin bileşkeleri, sermaye dağlımı vs. gibi derin köklerinin olduğunu görürüz. Kanallar inşa etmek, su yolları açmak, kıtaları birleştirmek, limanlar yapmak, barajlar yapmak, dolgular yapmak, limanları dönüştürmek, kıyı şeritleri planlamak gibi. Ancak bütün bunlar insani şekletme arzularının bir örneği. Kıyıyı şekillendiren eylemler ve olaylara tezimde kıyının “cereyanları” diyorum. Dönüşen kıyı coğrafyasını ve peyzajlarına ise kıyının eleştirel “hat”ları, yani değişen kıyı çizgileri olarak ele aldım. Çünkü kıyılar şehrin maddi akışlarını düzenliyorlar. Hepsi suyun, toprağın, kıyıdaki yapıların, makinelerin yer değiştirmesi, sudan karaya, karadan sıya aktarımı ile ilgili. Kıyı çizgilerinin bu cereyanlarla zaman içinde değiştiği görülüyor. Bunlara hava fotoğrafları, haritalar veya arşiv belgeleri yolu ile ulaşılıyor. Değişen kıyı çizgileri ise bunun için bir çeşit sınır, gösterge. Böylece kıyının şekillenmesine bakan bütüncül bir eleştirel kartografi mümkün oluyor.

Maltepe ve Yenikapı yakın tarihimizin dolgu alanlarından. Ama neredeyse her dönem kıyılar doldurularak yeni alanlar inşa edilmiş.

Bu açıdan bakınca kıyının karadan denize doğru doldurulması, İstanbul’da zaman içine uzun sürelere yayılmış. Roma, Bizans döneminden beri Osmanlı, erken cumhuriyet, modernleşme ve sonrası dönemlerin kendine özgü krizleri ile kıyılar şekillenmiş. Ancak son on yılda hızı ve ölçeği çok büyümüş durumda. Bunun altındaki maddi neden ise kentin dönüştüğü devasa şantiye ortamı, kentsel dönüşümler bunların kıyıya kustuğu hafriyatlar. Aslında kimse şuraya bir dolgu alanı tasarlayalım üzerine miting alanları, parklar yapalım demedi. Hafriyatın çıkarılıp döküleceği yere götürülmesi için gereken ekonomik maliyeti düşürmek adına ile şehir bu alanlara içinden çıkan toprağı, molozu kustu. Bunun siyasi kılıfı sonradan üzerine uydu. Kıyıyı doldurmak tek başına bir güç peyzajı üretmektense, temelde maddi, ekonomik, son derece pragmatik ve işlevsel nedenlerle oluşuyor. Yenikapı dolgusunun yapımı kronolojik olarak bakınca Taksim Meydanının son yıllardaki dönüşümünün başlangıcına ve Gezi dönemine denk düşüyor. Bu süreçte kamusal toplanma alanlarını yitirirken, kıyılarında kitlesel miting alanlarına sahip olan bir şehir oldu İstanbul. Yenikapı dolgusunun üzerinde hiç bulundunuz mu, oradan bakınca daha iyi anlaşılıyor bu yabancılaşma. Kıyısına gidin. Orada imal edilmiş ve denizden kazanılmış toprak parçasının üzerinde, Theodosius limanının surlarından metrelerce ötede durunca solda tarihi yarımada, Kadıköy, Çamlıca... Hepsi uzak bir resim gibi görünür. Şehre yabancılaşırsınız. Doldurulmuş kıyıların kullanımı hiç olmadığı kadar kısıtsız aslında, serbestçe dolaşırsınız ama bunlar hissiz veya ürpertici alanlardan ibaret. Kıyılarda daha çok yanı başındaki suyu yok sayan karasal bir hakimiyet durumu var.

“KADIKÖY KİLİT BİR LİMAN”

Kadıköy’e de değinmekte fayda var. Tezinizde Haydarpaşa, Moda ve Fenerbahçe’ye dair de veriler sunuyorsunuz. Kadıköy özelinde ne söylenebilir? 

İstanbul karada olmak ile şehre denizden bakmak arasında burada yaşayanları yüzyıllardır birbirinden çok farklı iki dünyaya götüren bir şehir. Kadıköy’e de denizden bakarsak, hikayesini kıyısını konteyner kutularına, iskelelere, mendireklere, sahil yollarına ve marinalara borçlu olduğunu görürüz. Haydarpaşa’dan Moda’ya kıyıdan yürürseniz deniz ile kurulan ilişkilerinde gizli kalanları üzerinde barındıran bir katmanın üzerine basmış olursunuz. Kıyı kendi tarihini, kendi coğrafyasının üzerinde yığılan maddi bir arşiv gibi, kaydetmiştir. Bu arşivi havalandırmak için hava fotoğraflarına bakınca bundan yüz yıl, altmış yıl geriye gittiğinizde bambaşka bir sahil şeridi belirmeye başlar.

Tezinizde Haydarpaşa Limanına ayrıca değiniyorsunuz.

Kadıköy, aslında İstanbul için çok kilit bir liman bölgesi. Mesela Kadıköy ve Haydarpaşa’nın en belirgin kıyı peyzajından biri konteyner kutuları var. İlk konteyner kutusunun İstanbul’a varışı buradan oldu. Konteyner 1960’lı yıllarda New York’ta icat oldu. Denizde su üzerinde hareket eden gemilerin lojistiğini karada asfalt ve tekerlekler üzerinde hareket eden kamyonlarınkine melezleyen dönemin müthiş buluşuydu. Buradan globalleşmenin en becerikli aparatı olarak tüm dünyanın liman şehirlerine yayıldı. Anadolu yakasında Haydarpaşa Garı bulunuyordu, ve demiryolu ağının Anadolu’ya bağlanan düğüm noktası olduğu için de halihazırda yeni konteyner limanı için çok elverişliydi. 6 metrelik bu uzun kutuları karaya indirecek makineler için yer ancak burada deniz üzerindeki parmak deklerle inşa edilebiliyordu. Yani konteyner liman ticareti ve beraberinde globalleşmenin getirdiği dünya ticareti dolaşımının İstanbul’a girişi Haydarpaşa’dan olmuş. Bunların inşası ve planlarına eski hava fotoğraflarında ve arşivde rastlıyoruz.

Kadıköy’e varan vapurlar ile önünden geçerken Haydarpaşa limanında gördüğümüz dizi dizi vinçler, ro-ro gemileri, yük gemileri, depo binaları ve üst üste dizili konteyner kutuları varlığını onları lodos fırtınalarından koruyan mendirek yapılarına borçludur. Bugün genellikle karabataklar ve martıların sıralandığı bu çizgisel yapılara 1970’lerde kayıklar ve teknelerle ulaşıldığına, buradan denize girildiğine ve balık tutulduğuna dair kayıtlar mevcut.

DENİZE GİRİLEN MODA SAHİLİ

Araştırmasını yaptığınız bir başka kıyı şeridi de Moda Sahili. Biraz buranın değişiminden bahseder misiniz?

Moda sahil yolu ve plajı buranın denizle kurulan tarihine iyi bir örnek. 1990-93 yılları arasında bir imar planı için Kadıköy merkezi Kurbağalıdere’ye Moda sahilini dolaşarak bağlanması planlanmıştı. Sonradan bu proje askıya alındı ve sahil yolu için inşa edilen dolgu alanı herkese açık moda sahil parkına dönüştü. Yani bugün, Kadıköy’ün kamusal hafızasında, gençlerin, müzisyenlerin de toplanarak denize karşı vakit geçirdikleri kıyı parkı eskiden bir sahil yolu için doldurulmuştu. 1971’den kalan bir fotoğrafta ise Moda sahilindeki plajda denize girenler, güneşlenenler ve açıktan geçen tekneler görünüyor. Bugün deniz kulübünü saymazsak pek tanıdık görüntüler değil bunlar. Daha liberal dönemin katmanları ise marinalarda görünüyor. Marinalaşma ve deniz turizminin yükseldiği 1970’lerde, Fenerbahçe koyu henüz düzenlenmemiş bir tekne limanı iken çekilen hava fotoğrafında deniz üstünde gelişigüzel demirlemiş tekneler görünür.

Eski fotoğraflar ve Goad, Pervitich gibi haritalara da bakınca Kadıköy’ün bugün kalabalık otobüs durakları, iskeleler ve dolgu parklar ile yürüdüğümüz yerlerin denize doğru dolduğunu görürüz. Sahil caddeleri, yokuşlar, falezler, gazinolar, bostanlar, halk parkları, iskelelere rastlarız. Bugün izlerini çoğunlukla kaybetmiş bir sahil var. Bu dönüşümlere bakmayı nostaljik bir kayıp hissi ile yüceltmekten veya eskiye duyulan bir özlemle hayıflanmaktansa bununla aynada kendi yüzümüze bakar gibi yüzleşmemiz gereken bir durum bence. Kıyı çizgilerini bunun için bir araç olarak görüyorum.

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Kıyıların şekillendirilmesine daha geniş anlamda dünya üzerindeki kentleşme eleştirisinin ve insan etkisinin zemininde bakmak gerekiyor. Tarihi bir kırılma döneminden geçiyoruz. Mesela şu günlerde içinden geçtiğimiz viral durumun içinde de kentleşme, globalleşme pratikleri yatıyor. Daha çok bağlantı, daha çok hareketlilik, dünya üzerinde artan uçuşlar, bölgelere yayılan kentler, sınırları aşan altyapılarla yaşıyoruz. Ama bu globallik de kendini tüketir duruma geldi. Coğrafyalar üzerinde, insanlar yerinden ediliyor, ekolojik krizler artıyor savaşlar ve sınır bölgeleri yeniden yapılanıyor. Bu ilişkilerin ortasında yerellik ve yerel sorunlar yeniden ön plana çıkmaya başladı ve 2020 sonrasında artarak devam edecek. Bunun için yerini iyi bilen insanlar, kentliler ve memleketliler ancak müştereklerine sahip çıkabilecekler. Kentler, bu gezegendeki her şey ve insanlar sandığımızdan daha çok birbirine bağlı. Kendi yüzümüzü tanıdığımız, coğrafyamızı, ekolojimizi daha iyi bildiğimiz ve ona uygun daha insanca kararlar alabildiğimiz günler peşindeyiz.

"Bu Bir Çizgi Değildir" araştırması buradan takip edilebilir. 


ARŞİV