Birleşmiş Milletler bünyesindeki Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) açıkladığı 3 bin sayfalık yeni raporda, “İklim krizinin her yerde daha önce hiç görülmemiş düzeyde kötüleştiği” ifade edildi. İklim raporunda küresel ısınmayla birlikte sıcak hava dalgalarının artacağı, sıcak mevsimlerin uzayacağı, soğuk mevsimlerin ise kısalacağı vurgulandı. Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi İklim Değişikliği Koordinatörü Dr. Ümit Şahin ile hem raporun detaylarını hem de önümüzdeki yıllarda nelerle karşılaşacağımızı konuştuk.
IPCC Çalışma Grubu I, İklim Değişikliği 2021 raporunu yayımladı. Raporda, öngörülemeyen sıcak hava dalgalarının, yangınların, aşırı yağışların sıklığının ve yoğunluğunun artacağı öngörülüyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz raporu?
Bu rapor Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 6. Değerlendirme Raporu. Kamuoyunda üzerinde daha çok konuşulan politikacılar için özet raporlar hükümet temsilcileri tarafından da onaylandığı için IPCC’nin nispeten muhafazakâr öngörülerde bulunduğu söylenebilir. En azından bugüne kadar öyleydi. Bundan önceki beş raporda kutup buzlarındaki erime, deniz seviyelerinin yükselmesi ve aşırı hava olaylarıyla iklim değişikliğinin bağlantısı gibi konularda biraz düşük öngörülere yer verilmiş, dikkatli bir dil kullanılmıştı. Fazla alarmist denemez o nedenle IPCC raporları için. Ama bu son raporda bilimsel bilginin ve kanıtların yeterince birikmesi sayesinde yüzde yüz bir konsensüs dilinin kullanıldığı görülüyor. Örneğin iklimin değiştiği ve insan etkisiyle gerçekleştiği “kesin” sözcüğü kullanılarak belirtiliyor. Bundan önceki raporda yüzde 95, dördüncü raporda ise yüzde 90 olasılıkla denmiş ve o da yanlış anlamalara yol açmıştı. Artık böyle bir ihtiyat payı konmuyor. İnsan kaynaklı iklim değişikliği kesin, son 10 yılın ortalama sıcaklığı 1850-1900 ortalamasından 1,1 derece yüksek ve iklim değişikliğinin etkileri bütün dünyada yaygın ve şiddetli. Raporun özeti bu. Ama çok önemli başka ayrıntılar da var.
Nedir bu ayrıntılar?
Örneğin bu kadar sıcak bir dönemin en son 125 bin yıl önce, yani son buzul çağından önceki sıcak dönemde görüldüğü söyleniyor. Sözü edilen dönemde türümüz homo sapiens henüz evrim sürecinin başlarında, çok az nüfusla Doğu Afrika düzlüklerinde yaşıyordu. İnsan uygarlığından bahsetmek bir yana dursun, daha Afrika’dan çıkmamıştık. Atmosferdeki karbondioksitin, yani küresel sıcaklıkları artıran en önemli sera gazının atmosferdeki oranının son 2 milyon yılın en yüksek düzeyinde olduğu da raporda yazıyor. Bu da önemli, çünkü dünyanın son jeolojik çağındaki periyodik buzul çağları yaklaşık 2,6 milyon yıl önce başladı. Demek ki birkaç yıl sonra dünyanın buzul çağlarının görülmediği, dinozorlar sonrası çok eski dönemlerindeki atmosfer koşullarında yaşamaya başlayacağız. İnsan türü böyle bir atmosferin yol açacağı iklimde yaşayabilir mi, şüpheli.
Raporun en net sonuçlarından biri ise aşırı hava olaylarıyla ilgili. Aşırı sıcaklar ve sıcak dalgaları, aşırı yağış, kuraklık ve tropikal siklonların (kasırga, tayfun) iklim değişikliği nedeniyle sıklaştığı ve şiddetlendiği net bir şekilde söyleniyor. Ayrıca birleşik aşırı olaylar olarak tanımlanan yangına elverişli hava koşulları (aşırı sıcak, kuru ve rüzgârlı hava), su basması (deniz seviyelerinin yükselmesi, aşırı yağış ve nehir debilerinde artış) gibi karmaşık iklimsel olayların da iklim değişikliği nedeniyle arttığı belirtiliyor. Yani Türkiye’nin de en önemli afetleri haline gelmeye başlayan orman yangınlarının ve sellerin iklim değişikliğiyle ilişkisinden net bir şekilde bahsediliyor. Tabii raporun en ürkütücü kısmı gelecek öngörüleriyle ilgili. Dünya siyasetindeki ve ekonomisindeki farklı gelişme olasılıklarını temel alan beş senaryo üzerinden geleceğe bakılıyor ve iklim değişikliğini hiç dikkate almayan gelişmelerin dünyanın yüzyıl sonunda 4,5 dereceye kadar ısınmasına neden olacağı tekrarlanıyor. Bu öngörü önceki raporda da vardı. Ancak yeni olan şu: Bütün senaryolarda, yani en sürdürülebilir ve yeşil senaryoda bile önümüzdeki 30 yılda ısınma devam ediyor ve 1,5 dereceyi görüyoruz, ancak dünya olarak 2030’a kadar bugünkü emisyonları yarıya indirmemiz ve 2050’ye kadar sıfırlamamız halinde ısınma duruyor, hatta 2050’den sonra hafif soğuma oluyor ve yüzyıl sonunu 1,5 derecenin altında bir ısınmayla kapatabiliyoruz. IPCC’nin tercih edilmesi gerektiğini ima ettiği de bu senaryo elbette. Ancak orta şiddetteki senaryolar maalesef dünyanın bugünkü gidişatına daha çok benziyor ve bunlar da bizi 2050’ye kadar 2 dereceye, sonrasında da en az 3 dereceye götürüyor. Yani en kötü senaryonun gerçekleşmesi şart değil, emisyonları biraz kontrol altına almak bir işe yaramıyor. Bugünkü iyiye gidermiş gibi görünen gidişat da bizi bir kıyamet senaryosuna sürüklüyor.
“DAHA SIK KARŞILAŞACAĞIZ”
Raporda yer verilen bilgileri Türkiye özelinde konuşmamız gerekirse neler söylenebilir, nasıl bir tablo ile karşı karşıyayız?
Türkiye büyük ölçüde ılıman iklime sahip Akdeniz havzasında yer alıyor. Dünyadaki en kırılgan bölgelerden birinde bulunuyoruz yani. Sıcak dalgaları, kuraklık, orman yangınları ve aşırı yağışlara bağlı seller şimdiden çok arttı. Bu sene Antalya ve Muğla’da yaşanan devasa orman yangınlarının bu kadar kısa sürede çıkması ve bu kadar geniş bir alanı etkilemesi açısından bir ilkti. Ancak arkası gelecek. Kastamonu ve Sinop’taki seller de Türkiye’de iklim değişikliği nedeniyle uzun vadede yağışların artacağı belirtilen tek bölge olan Karadeniz’in dönüştüğü durumu gösteriyor. Bundan sonra uzun süren yağışsız dönemleri izleyen böyle aşırı yağışlı günleri daha çok göreceğiz. Kastamonu’da geçen günlerde birkaç aylık yağış bir günde düştü. Böyle bir yağış rejimine uygun, ekolojik gerçeklerle uyumlu bir yapılaşma anlayışı da en az son 40 yıldır terk edildiği ve son yıllarda yangına iyice körükle gidildiği için bu yıkımı yaşıyoruz. Ormanlık alanlardaki yapılaşma için de aynı şey geçerli. Bu arada Türkiye’de normalde kasırga görülmez, ama deniz sıcaklıklarındaki aşırı ısınma nedeniyle Akdeniz tipi kuvvetli siklonlar da hem Akdeniz hem de Karadeniz için olasılık dahiline girmeye başladı. Önümüzdeki 10 yılda iklim değişikliğinden kaynaklanan kronik sorunumuz kuraklık olacak, ama alıştığımızdan büyük orman yangınları ve seller başta olmak üzere çok yıkıcı iklim felaketleriyle de daha sık karşılaşacağız. Bu tür bir iklimsel durumun normal hale gelmeye başlaması hiç iyi haber değil.
Son yıllarda iklim krizi ve ekolojik dengenin bozulması üzerine çok fazla uyarılar yapıldı. Sanırım Türkiye’de bu krizi son 5-6 yıldır çok ciddi bir şekilde hissetmeye başladık. Ne dersiniz?
Bütün dünyada iklim felaketleri 2000’den sonra artmaya başladı. Ondan önce görülenler ilk uyarılardı, sonra 2003’teki ve 2010’daki Avrupa sıcak dalgaları gibi, 2005’teki Katrina kasırgası gibi, 2010 Pakistan selleri gibi, 2010-11 Doğu Afrika kuraklığı veya 2013 Haiyan Tayfunu gibi devasa olaylarla karşılaşmaya başladık. 2020’de ise yeni bir dönem açıldı. Bu dönemi bence aşırı sıcaklar ve devasa orman yangınları belirliyor. Avustralya, Kaliforniya ve Sibirya bu yangınların sürekli hale geldiği yerler olacak. Türkiye de orman varlığıyla orantılı dev orman yangınlarıyla karşılaşacak. Sıcak dalgaları nedeniyle insanlar bugün de ölüyor, bu daha da artacak. Ama ölçmediğimiz için görmüyoruz, o başka. Sellerin sıklığı ve büyüklüğü de son birkaç yıldır arttı, haklısınız. Ama bu felaketlerin yarattığı yıkımın da artması sadece iklim değişikliğinin felaketlerin boyutunu artırmasından değil. İnadına yapar gibi yanlış politikaların sınırsızca uygulanması da çok belirleyici. Ormanlık bölgelerde madenlerin ve taş ocaklarının açılması, hatta taş ocaklarının İkizdere örneğindeki gibi vadilere kadar musallat olması akıl alır gibi değil. Aynı şey ormanlık yerlerdeki yerleşimler, turizm tesisleri ve yollar için de geçerli. Akarsuların taşkın yataklarına sanki su sürekli en az seviyede akacakmış ve hiç aşırı yağış olmayacakmış gibi yeni mahalleler, sanayi bölgeleri vb. kurulması da akıl alır iş değil. Selle tahrip olan Bozkurt’u biliyorum. Bundan 10 sene önceye kadar dere yatağı bu kadar dolmuş değildi, ama imar izinlerini verenler ne iklim değişikliğini ne de sel felaketlerini duymuşlar. Sınırsız bir yapılaşma arzusu körükleniyor, betonu dökmek isteyen herkese sonsuz özgürlük tanınıyor. Bunun nedeni de inşaata dayalı ekonomik büyüme anlayışı. Bugün selden zarar gören yerlerde yaşayan insanlar suçlanıyor ama suçlanması gereken yer Ankara. Bu anlayış oradan çıktı ve en küçük ilçeye kadar yayıldı. Türkiye iklim krizinin yarattığı yeni sorunları bu anlayışla karşılayamaz.
“KRİZİN ETKİLERİ KÜRESEL”
Yıllar evvel buzulların erimeye başladığı uyarısı yapıldığında, muhtemelen birçok kişi coğrafik uzaklık nedeniyle bu sorunun kendisini etkilemeyeceğini düşündü. Bu vesileyle bir kez daha konuşmakta fayda var. İklim ve doğa olaylarının etkisini mesafeler üzerinden değerlendirmek doğru mu?
Küresel iklim krizi adı üzerinde küreseldir. Bütün dünyada sıcaklıklar artıyor. Evet, kutuplarda iki kat fazla artıyor, o nedenle de buz tabakları çok hızlı eriyor. Ama iklim değişikliğinin etkilerinden uzakta bir bölgesi yok dünyanın. Bu arada sera gazları da insanlar tarafından atmosfere salındıktan iki gün sonra bütün dünyayı dolaşacak kadar hızlı dağılıyor. Yani sera gazının nerede salındığının iklim açısından bir önemi yok. Krizin nedeni de etkileri de küresel. Ama bazı bölgeler daha kırılgan. Bizim bölgemiz de bunlardan biri. Tabii buzulların erimesinin bize uzak bir olay olduğunu da sanmayalım. Kuzey Kutbu’nun açık deniz haline gelmeye başlaması, bu yaz yaşadığımız aşırı sıcakların nedenleri arasında olabilir. Çünkü erime nedeniyle oluşan enerji çıkışı kutupların yüksek enlemlerindeki jet rüzgârlarının şeklini bozuyor. Yeryüzünün bütün iklim sistemi atmosfer ve okyanuslar yoluyla birbirine bağlı. Kutuplardaki veya okyanustaki bir değişiklik hiç aklımıza bile gelmeyecek bir hızda bizim iklimimizi de etkiliyor, bunu unutmamak lazım.
2011-2020 yılları arasındaki yeryüzü sıcaklığının, endüstri öncesi çağların 1.09 santigrat derece üzerinde olduğu belirtiliyor. Bu değerin daha da yükselmesi bekleniyor. Ortalama sıcaklığın her geçen yıl artması ne gibi sonuçlar doğurur?
Ortalama sıcaklıkların bir derece artması uç değerleri 100 ila 1000 kat kadar artırır. Aşırı sıcakların ve yağışların artması bundan. Yağış rejimi bu dengesizlik yüzünden bozuluyor. Ortalama sıcaklık bir yarım derece daha arttığında uç değerler iyice sık görülür hale gelecek. Ama iş bununla da sınırlı değil. Kuzey Kutbu’ndaki deniz buzu ve yakınlarındaki donmuş toprak tabakaları eridiğinde ısınma hiç beklemediğimiz oranda hızlanabilir ve sıra dışı iklim olayları artabilir.
Felaketler gerçekleştiğinde "doğanın intikamı" ya da "bu sorumluluk hepimizin" gibi yorumlar yapılıyor. "Doğanın intikamı" dediğimizde insanın sorumluluğunu örtbas ediyoruz. "Bu sorumluluk hepimizin" denildiğinde de büyük şirketlerin ya da devletlerin sorumluluğu gizlenmiş oluyor. Bu noktaya gelmemizin asıl sorumlusu kim ya da kimler?
Doğanın kimseden intikam aldığı falan yok. Atmosferin kompozisyonunu biz değiştiriyoruz. Bunu da kömür, petrol ve doğal gaz yakarak yapıyoruz. Yakmazsak değişmez. Bu kadar basit. Atmosfer de, sera gazları biriktikçe fizik kurallarına uygun olarak ısınıyor. Bir intikam iradesine sahip değil yani. Bu tür inançlar insanların sorumluluğu kendilerinden ve mevcut siyasi sistemden bilinmez güçlere atma yollarından biri. Bu söylemlerin arkasında insanların kötülüğü tezi de var tabii, ama bu kadar homojen bir insan vurgusu anlamsız. Sanayi devriminden önce de insan pek matah bir tür değildi ama gezegen üzerinde bu kadar yıkıcı etkilerde bulunmuyordu. Ne olduysa 19. yüzyıldan sonra oldu. Son 70 yılda tüketim toplumunu mutlaklaştıran sistem yıkımı kalıcı ve geri dönülmez hale getirmeye başladı. Yani sorumlu endüstriyel kapitalist sistem ve tüketime dayalı yaşam biçimi. Elbette büyük şirketler, özellikle de fosil yakıt şirketleri ve onların etkisi veya güdümü altındaki hükümetler sorumlu. Ama biz de bugünkü siyasi ve ekonomik sistemi ve yaşam biçimini seçeneksiz gördüğümüz ölçüde sorumluyuz.
“YIKIM, KANAL İSTANBUL İLE AĞIRLAŞACAK”
İstanbul da büyüyen ve sorunları her geçen gün artan bir kent. Nüfus ve yapılaşmanın yoğun olduğu bu kentin iklim değişikliğinde ne gibi bir rolü var. İstanbul'u gelecek yıllarda neler bekliyor?
İstanbul iklim krizi nedeniyle zaten riskleri büyüyen bir kent, ama hızla artan nüfus ve yapılaşma baskısıyla inşaat ekonomisi işleri iyice içinden çıkılmaz hale getiriyor. Son 10 yılda İstanbul’un iklim değişikliğine karşı kırılganlığını artırmak için gereken her şey yapıldı. İstanbul ikliminin sigortası olan kuzey ormanları üçüncü köprüyle, otoyollarla, yeni havaalanıyla yapılaşmaya açıldı. Su toplama havzalarına mahalleler kuruldu. Sıcak dalgalarının etkilerini artıracak şekilde beton ve asfalt salgını her yere, hatta yeşil alanların içine kadar sokuldu. Deniz seviyeleri yükselirken bütün kıyılar dolduruldu, bir tane doğal kıyı şeridi bırakılmadı. Şimdi bu yıkım Kanal İstanbul projesiyle iyice ağırlaştırılmak isteniyor. Kalan son su kaynakları, ormanlar ve tarım toprakları kanala kurban edilecek. Betonlaşma iyice artacak. Marmara Denizi bu yaz bize yıkımın ne boyutlara geldiğini gösterdi. Bu tablo kalıcı hale geldiğinde ne yapacağız? İstanbul iklim krizinin etkilerine direnci artırmayı temel alan bir şekilde yeniden planlanmak ve koruma altına alınmak zorunda. Tahrip edilen ekosistemler de restore edilmeli. Yoksa 2030’larda iklim krizi yeni bir aşamaya girdiğinde yaşanabilecek bir kent bulamayabiliriz.