Abbas Sayar: Yılkı Atı

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Abbas Sayar ile devam ediyor.

18 Mayıs 2023 - 10:46

ABBAS SAYAR (21 Mart 1923- 12 Ağustos 1999)

21 Mart 1923’te Yozgat’ta doğdu. Liseyi (1941) Yozgat’ta bitirdi. Maddi olanaksızlar nedeniyle üniversiteye gidemedi. Kısa süreli memurluktan sonra yedek subay oldu. 1945’te İstanbul’da evlendi. Dört sömestr Türkoloji öğrenimi yaptı.

1947’de İstanbul’da, on beş günde bir çıkardığı gazeteyi, matbaa kurarak Yozgat’ta yayınlamaya devam etti. Şiir yazmayı sürdürürken, roman yazmaya başladı. Abbas Sayar’ın hayatı, romanlarındaki hayatlara benzer, ya da o, romanlarını kendi hayatından aldığı ilhamla yazmıştır. 

Sayar, adını 1970 yılında TRT Sanat Ödülleri Yarışması’nda derece alan ilk romanı Yılkı Atı‘yla duyurdu. Yılkı Atı, TRT Roman Başarı Ödülü’nü (1971) kazandı. O yıllarda bir “edebiyat olayı” olarak nitelendirilen bu romanın ardından gelen Çelo (1972) romanı 1973 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü, Can Şenliği romanı ise 1975 Madaralı Roman Ödülü’nü getirdi Sayar’a. Yozgat’ta bir dönem de çiftçilik yapan yazar, ömrünün son yıllarını Ayvalık’ta resim yaparak, roman ve şiir yazarak geçirdi. 

Abbas Sayar’ın Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanan “Yılkı Atı” isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz. 

YILKI ATI

Çiftin tutağına olanca gücüyle çöktü: 

  • Doovah, diye bağırdı. Dovaah domuzun öküzleri... Avaraya vereceğimi anladınız da keyfinizden asılırsınız boyunduruğa...

Elindeki övendereyi toprağa sapladı. Öküzlerin önüne geçti, boyunduruk kayışını çözdü. Öküzler, boyundurukla köye doğru yürüdüler.

Üssüğünoğlu, gökyüzüne kırpık gözlerle baktı. Sonra boşluğa doğru söylenmeye başladı:

  • Duyduk, rüzgâr efendi duyduk. Kış geliyor diyorsun. Hoş geldi, sefalar getirdi. Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi? Sen öyle delicoş esip durma. İşleme fakirin ciğerine... Harmanda isteriz, nazlı geline dönersin. Duyduk, işte kış geliyor. Sen söylemeden ağaçlar söyledi onu. Baksana dere boyundaki kavaklara, bir uçlarında kaldı yaprak. Sen bilir misin ne der o yapraklar. Kış geliyor der. Hem de zorlusundan... Allahteala bilir gayrık karın kalkmasını. Mart mı der, Nisan mı der? Sen ecik yavaş gel insanın üstüne... Üşüdük işte, donduk işte. Hal kalmadı çift demirini sökmeye...

Sonra, çiftin ucundaki burun demirine doğru yürüdü. Sesi daha duyulur bir hal aldı:

  • - Ulan gâvur bu millet, dinsiz bu millet… Yiğit isen el kadar çift demirini bırak şu yazıda. İn mi söyler, cin mi söyler ırzı kırıklar? Gelirler, söküp alıp giderler. İster bir sen, bir Allah ol, köm toprağın yedi kat altına. Bok böceği kesilirler, delerler, deşerler, bulurlar. Gâvur bu millet, dinsiz, imansız bu millet... Hani, gâvurluklarına göre onsalar bari... Ne gezer... Hepsi sürünüyor. Hepsinin bir ipliğini çeksen, kırk yaması birden düşer. İlayık bu millet zuluma. İlayık her bir kötülüğe, her bir muhanete… Bırak sürünsünler. Bir çift demirine dirlik vermeyenlere hayır dua mı edeceğim…

Çift demirini söktü, heybeye attı ve öküzlere yetişti.

(…)

Üssüğünoğlu kendi harman yerine göz attı. Kendisinin, cümle ev halkının sırtından geçen bir yılı anıladı.

  • - Niden, dedi, niden? Bizimki de mi dirlik? Buna it dirliği derler. Çaldın çabaladın, koca bir yıl sırtından geçti. Kaldırdığın zahra (Zahire) yeygi ile tokuma yetmez. Yığdığın saman, atı, eşeği bahara çıkartmaz.

Beynine iki kurt girdi birden. Bir canı hayallemek istiyordu. Bir canı Dorukkısrak'a takılmıştı. Saman der demez, aklına kısrak geldi, arpa geldi, yetmez geldi. Sonra konuşmağa başladı:

  • - Doru, bi biyol dur. Çık şimdilik aklımdan. Eve varınca bir meşveret edeyim çocuğunan. Sonra hakkındaki hükmü tebliğ ederim. Bir mahkemede hemen. Ne keşif, ne şahit, ne ehli vukuf.

(Syf 9-11)

Pis avludan alelacele geçti. Evin sofasına girer girmez kendisini ağır bir duman karşıladı. Karısı, ocağı tutuşturmak için olanca soluğu ile ateşi üflüyordu. Ocaktaki çer çöp yaştı.

İbrahim ocağın bir yanına ilişti. Hafiften titriyordu. Birden gürledi:

(…)

On altısına yeni basmış oğluna döndü:

  • - Bugün aklım Dorukkısrak’a takıldı. Çifte gittim geldim, onu düşündüm. Dışarda kış geldim diyor. Ahırdaki saman belli, saçkı belli. Ben öküzlerin, tay'ın arpasına ortak edemem. O bu yıl başının çaresine bakacak. O, bu yıl Yılkılık…”  Dağda ot kalmadı, çöp kalmadı. Köyün sığırı üç beş gün yaylıma ya çıkar ya çıkmaz. Nerde ise şimdi sığır döner. Harman yerinde yolunu kesersin, kısrağı çevirirsin. Burnunu dağa doğru dönderirsin. Sürersin tepeye kadar. Varsın başının çaresine baksın. Bahara sağ salim elimize geçerse ne âlâ... Yook bir dereyi doldurursa, o da onun bileceği bir iş... Bundan sonra onu ne çifte koşabilirsin, ne düvene... Tay'ı inşallah baharın Kırat'a eş olur. Yılkıdan sağ salim dönerse helbet ona da bir vazife buluruz. Kalk şimdi sen. Küçük kardaşını da al, sığırı karşıla.

Çocuklar fırladılar. Derede ceplerini taşlarla doldurdular. Sığır, geride büyücecik bir toz bulutu bırakarak, sakin gailesiz ilerliyordu. Zayıflığından beklenmeyen bir zindelik vardı üstünde. Mustafa'nın yanına yaklaşmasını hiç yadırgamadı. Mustafa, olmazsa küçük Hasan, çok zaman kendisini çevirir, zor güç üzerine atlar, eve gelirdi. Kısrak Mustafa'nın binmesi için durdu. Mustafa binmedi. Hayvanların geçmesini bekledi. Hepsi geçtiler. Çoban, onları gördüyse de ilgilenmedi. Malları toparlayarak uzaklaştı. 

Mustafa Kısrak’a atladı. At yürüdü. Fakat Mustafa Mustafa elindeki değneği atın boynuna vuruyor, geri çevirmeye çalışıyordu. At, köye doğru yürüdü. Değnek darbeleriyle yarı sola döndü ve yürüdü. Bir şey anlamıyordu olanlardan. Yirmi otuz metre böylece gitti. Vuruşlar kesilmişti. Birden geriye köy yönüne döndü. Yeniden boynuna darbeler indi. Bir teslimiyet edasına büründü. Tepeye doğru yol aldı. Ağabeysinin peşinden gelen Hasan yalvarıyordu:

  • - Bir daha Doru'yu ya görürüm ya göremem. Ağam, ağam icicikte ben bineyim. Öbür at bindirmez ki beni sırtına. 

Mustafa duymazlıktan geldi. Bir kaç yüz metre gittiler böyle. At yavaşlamıştı. Bir yorgunluk çökmüştü üstüne birden. Beli biraz daha çöktü, boynu biraz daha uzadı, aşağı doğru düştü. Mustafa gerilerine baktı. Köydeki toz azalıyor, rüzgârla birlikte batıya doğru kayıp gidiyordu. Güneş, uzak, çok uzak dağlara yaslanmış, büyümüş, büyümüş, bir dünya olmuştu.

Bir acıma hissi doldu Mustafa'nın yüreğine. Babası gözünde mercimek kadar küçüldü. Geçmiş yılları anıladı. Şimdi altında bitkin yürüyen atın emekleri gözünün önüne gelir gibi oldu. Birden aşağı atladı. Atı olduğu yerde bıraktı:

  • - Haydi, dedi kardeşine, koş.

Tepeden aşağı uçar gibi indiler. Dereye yaklaşınca ata baktılar. Doru, ağır adımlarla peşlerinden geliyordu. Mustafa Hasan’a:

  • - Sen bekle. Gelince taşa tut. Ben seni Topal’ın bahçesinde beklerim, dedi. Yürüdü…

Hasan kısrağı yarı yolda karşıladı. Ürkütmeye çalıştı. At, hiç oralı olmadı. Hasan'a donuk donuk baktı. Durmadan değen taşlara aldırmadı bile... Hasan kızmıştı. Başına bir taş vurdu. Kısrak şahlanmak istedi. Ayakları kalkmıyordu. Hafifçe kişnedi. Tepeye doğru döndü ve yürüdü. Sağ kaşının üstünden sızan kan göz kıyısından burun çene boşluğu arasına indi. 

Hasan birkaç taş daha attı peşinden. Sonra içini saran ürpertinin etkisiyle ağabeysinin yanına koştu. 

Doru başı önünde bir süre gitti. Yola gelmişti. Yolun ortasında durdu. Kimsecikler kalmamıştı ortalarda. Güneş de başını alıp gitmiş, ufukta uzunca bir kızıllık şeridi bırakmıştı. Bir yöne gitmek istemiyordu canı Kısrak'ın. Ayakları hafiften titriyordu. Soğuk tüylerini diken diken etmişti. Beli biraz daha aşağı doğru büküldü. Kıyıları çapaklanmış kirpikleri ortasında siyah gözleri bir noktaya çivilenip kalmıştı. Böyle ne kadar kaldığını kendi de bilmedi. Bir süre sonra başı köye doğru çevrildi. Bir kaç ışık battı gözüne. Kulağına çok iyi tanıdığı köpeklerin sesleri çarpıyordu. Belini yükseltti. Arka ayaklarını öne doğru çekti, başını ve boynunu yukarı kaldırdı. Gövdesiyle köye doğru döndü ve yürüdü.

Köye girdi. Aralıklarla birkaç köpek hırladı. Doru öksürür gibi bir ses çıkarttı onlara... Sanki her yönü aydınlık gibi rahatça ilerleyerek evin önüne geldi. Başı ile kapıyı itti. Her zaman böyle yapardı zaten. Ama bu kez kapı açılmadı. Daha kuvvetlice yaslandı kapıya başıyla. Yine bir sonuç alamadı. Ön sağ ayağının diz kapağı ile yeniden dayandı. Hayır, kapı açılmıyordu.

(…)

Sokaklarda kimseler görünmez kimseler görünmez olmuş, her bir yön köpeklere, bir de Kısrak’a kalmıştı. 

Doru, kapıyı yeniden itti. Yok, kavak tahtasından yapılmış eğri büğrü kapı, kale kapısına dönmüştü…

Hızını arttıran yel yamuk yamuk sokaktaki gübreli tozları kaldırıyordu. Sokak soğuğu hortum gibi çekiyordu.

Geçmiş yılların sırtına hediye ettiği yanır yerlerinin sızladığını hissetti.   Gözünün üstü ceviz   gibi şişmişti.  Yaranın acısını duymuyordu. Kararsız yürüdü. Bir başka sokağa geçti. Bir evin otluğunun altındaki boşluğa girdi. Yel tutmuyordu burası...

Gece yarısına dek bir heykel donukluğu ve sessizliğiyle ayakta durdu. Karnı iyisinden açtı. Başı üstünden biteviye ot kokusu geliyordu.  Boynunu uzattı,  olanca gücüyle başını  kaldırdı. Mertekler arasından sarkan tektük otları koparttı.  Bütün çabasına rağmen bir avurt dolusu ot toplayabilmişti.

Üç beş köpek yanında oynaştılar ve gittiler. Saatler ilerledikçe gücü azalıyordu. Yıkılır gibi ön ayaklarının üstüne çöktü. Arka ayaklarını sola doğru uzattı. “Of” der gibi geniş bir soluk aldı boşalttı ve hareketsiz kaldı.

Dirliksiz, düzensiz bir akşam indi İbrahim’in evine. İbrahim ocağın fersiz alevleri karşısında sigaranın birini bitirmeden öbürünü sarıyordu. Burnundan soluyor, suratından düşen bin parça  oluyordu.  Bakışı tokat tokat,   yumruk   yumruk,   tekme tekme gibiydi.

Karısı korkudan ağız açamıyordu. Güçlü gözükmek için işler uyduruyordu kendine. Kızı korkuyordu.  Hasan korkuyordu. Mustafa babasına karşı duyduğu körpe öfkesini korkulu bir bakışın gerisinde gizliyordu.

Kadın öte beriyi topladı yalandan… Hayvanların altına bakmak, yem vermek için kaçarcasına, kurtulurcasına avluya çıktı. Biraz önce sigarasını hırsla ezip ocağa atan kocası gözünde kül ufak oldu. Bir umursamazlık düşmüştü yüreğine… “Gavurun bir teki” dedi. “Zalım babası” dedi. “Dorum’a hayrı yok da bize var mı?”

Öte yanda birbirine omuz vererek bir köşeye büzülmüş iki oğlundan, sus pus kızından önce İbrahim kalktı. Işıksız odasına yöneldi. Çocuklar da peykedeki yer yatağına sırt sırta vererek uzandılar. Kız fersiz alafın, umutlu lamba ışığının altında büzülerek anasını bekledi. 

 

 (…)

Doru tan yeri ağarırken kalktı. Evin önüne geldi. Başı ile ürkek ürkek kapıya dayandı. Kapı, yine açılmıyordu.

(Syf 17-22)

 
Etiketler; Abbas Sayar

ARŞİV