Abdülhak Şinasi Hisar: İstanbul ve Boğaziçi Yazıları

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Abdülhak Şinasi Hisar ile devam ediyor

15 Mayıs 2025 - 11:34

ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR (14 Mart 1887 - 3 Mayıs 1963)

14 Mart 1887'de İstanbul, Rumelihisarı'nda doğdu. Annesi Tepedelenli sülalesinden, okumaya, yazmaya çok düşkün bir kadın olan Emine Neyyire Hanım, babası Mürüvvet, Hazine-i Evrak, Insaniyet gibi dergileri çıkaran Mahmud Celaleddin Bey'dir. Kardeşi Selim Nüzhet Gerçek de, matbaacılık ve basın tarihi üzerine kaleme aldıklarıyla tanınan bir yazardır. Küçük yaşlardan itibaren bir mürebbiyeden Fransızca; Rumelihisarı'nda komşuları olan Tevfik Fikret'ten Türkçe dersleri alan Abdülhak Şinasi Hisar, 1898'de yatılı olarak Galatasaray Lisesi'ne girdi. Tevfik Fikret'le beraber Hacı Zihni Efendi, Recaizade Mahmut Ekrem, Acem Feyzi Efendi, Nafi Efendi, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Abdurrahman Şeref gibi dönemin önemli şahsiyetlerinin de eğitiminden geçti. Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Refik Halid Karay, İzzet Melih Devrim gibi isimlerle dostlukları da bu yıllarda başladı.

1905'te Paris'e giderek Ecole Libre des Sciences Politiques'e (Siyasal Bilimler Okulu) devam etti. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Türkiye'ye döndü. Aile ortamının teşvikiyle edebiyata küçük yaşlarda ilgi duyan, Fransa'dan da birikim ve etkilerle dönen Abdülhak Şinasi, edebî hayatına şiir, kitap tanıtımı ve eleştiri yazılarıyla başladı.

1931-1936 yılları arasında Ankara'da Balkan Birliği'nin umumi kâtipliğini, 1936'dan 1948'e dek Dışişleri Bakanlığı'nda müşavirlik görevini üstlendi. 1960'ta Merkez Bankası başmütercimi olan Abdülhak Şinasi Hisar, 3 Mayıs 1963 günü Nişantaşı'ndaki evinde öldü ve Merkezefendi Kabristanı'na defnedildi. Yazarın Everest Yayınları tarafından yayımlanan İstanbul ve Boğaziçi Yazıları isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

İSTANBUL VE BOĞAZİÇİ YALILARI

Tabiatı ve manzarası itibarıyla, dünyanın en güzel ve tarihi eserleri itibarıyla en zengin şehirlerden birinde yaşıyoruz. İstanbul kelimesi insanların başında bir hülya gibi dönüyor. Fakat biz aşığı olduğumuz bu şehrin emsalsiz manzaralarını ne ediplerimizin kalemiyle tahlil ne de ressamlarımızın fırçasıyla tespit edememişiz. (Syf 15)

Hülyaların, ümitlerin ve isteklerin güya gökyüzüne yükselip orada birleştikleri, kaynaştıkları ve kanadıkları bir an olan gurup, ruh için bir buhran zamanıdır. Daha çocukken bile gurubun ufukta ışıktan karanfil gibi kanamaya başladığını görünce bu buhranın kanıma tesirini hissederdim.

Her akşam Ada'da, Nizam Caddesi'nde gezmeye çıkardık. Süslü ve mesut görünen evlerin ününden uslu uslu geçerdim. Kalbimin kenarlarında mışıldayan bir deniz duyardım. Gönlüm güya bir ada ve hayat onun etrafında ipeklerinin açılışları hiç dinmeyen bir denizdi. Mırıldanan hülyalarımın seslerini birer davet gibi dinledim. Bir bahar gelecek, derdim, ve gizli kokuları beni şimdiden sarhoş eden bütün çiçekler açılacak, şimdi uykuda bütün bülbüllerim hep birden uyanacak! Bu köşklerin en güzeli bana peri masallarında geçen bir hayat vaat ediyor sanırdım. Yaşadığım hakiki hayatım değil, bir hülya silsilesiydi. Ben Büyükada'da bir çocuk değil, bir başka yerde bir başkasıydım. (…)

Karşımızda uzak ve yüksek, menekşe renkli, hülya gibi değişen şekilli, bulutlara aksederek onları birer serap kadar güzel gösteren bir gurup başlar, yığılmış bulutlar, sıra sıra menekşe kümeleri, menekşe dağları halinde görünür ve bunların üstlerinde ince, beyaz, elmastan bir çizgi parlar. Tatlı, kıymetli dünyanın güzellikleri gönlümüze ağırladığımız misafirler gibi gelir ve konar. Bu kadar güzellik gönlümüze sığmayarak bazan gözlerimizden yaşlar çıkarır. Gerçi böyle yapayalnız dolaşırken ruhlarının vecdine ram olanlara deli denildiği de olur, fakat:

Sağ olsun ahibba da ne derlerse desinler

Bana gelince, bu kadar lüzumsuz şeyler öğretilmek istenen mekteplerde niçin gözlerimizi tabiata açmaya, güzelliği sevdirmeye ve bir gurubun bir sanat eseri kadar güzel olduğunu göstermeye çalışmazlar? Buna bir türlü akıl erdiremedim. (Syf 37-39)

İnsanların hilelerinden ve adiliklerinden iğrenmiş, aldanmış ve yaralanmış olduğumuz gün kaynaşan hislerimizin alevleri gözlerimizden saçılarak ve muhteşem bir öfke içinde parıldayarak hiçbir adam yüzü görmemek için başımızı alır, kaçar gibi yalnızca, uzun uzun yürürüz. Kırbaçlanmış bütün hislerimiz içimizde şahlanır!. Sükutumuz içinde yalnız kendimizin dinlediği uzun bir nutukla dünyaya nefretimizi, insanlara lanetimizi haykırır ve aptallığımızı kendi yüzümüze bağırırız!

Ancak öfkemizi biraz yenip hazmedince sanırız ki kalbimiz artık azat edilmiş bir kuvvettir. Bu hiddet, bu nefret ve lanetten sonra biz de artık hür, müstakil ve kudretli olacağız! Sanki bir ameliyattan sonra gözlerimiz yeni açılmış gibi ve bir hastalıktan sonra fikrimiz yeni işlemeye başlamış gibidir! Kendi yüksekliğimize, kendi kendimize imanımız bizi yatıştırır. Zira kendimize de inanmazsak kime inanabiliriz?  (Syf 40-41)

Boğaziçi mahallelerinin yaz kış oturan bu ahalisi her sene çoğalıyordu. Fakat yalı boyu denilen sahil kısmında yan yana sıralanan asri yalıların sahipleri için asıl Boğaziçi bilhassa yaz ve deniz diyarıydı. Burası sayfiye, hava tebdili, keyif, neşe, inşirah, huzur, muaşaka ve hayal yeriydi. Bu, bir deniz değil, bir nehir değil, Boğaziçi'ydi.

Her sene yaza doğru, pazar kayıklarına doldurulan ve saraylıların al renkli çuhalara, şehirlilerin beyaz örtülere sardıkları eşya denkleri odalara taksim edilir, haremlerin kafesli, selamlıkların kafessiz pencereleri açılır ve Boğaziçi mevsimi, hamdolsun, bir kere daha başlamış olurdu.

Boğaziçi, kayıklarla geçilirken, iki sahil boyunca sırasıyla görünen gönül açıcı manzaralar, rengarenk evler, hülyalı yollar, beyaz saraylar, saray gibi yalılar, beyaz camiler, beyaz ve ince minareler, bahçeler, parmaklıklar, korular, köşkler, çeşmeler, kameriyeler, ağaçlar, çiçeklerle yirmi beş kilometrelik bir yol tutardı.

Boğaz tiryakilerinin daha ziyade severek "lebiderya" da dedikleri, bu eski halis Boğaziçi yalıları klasik mimarisinin hususi vasıfları vardır. Boğaziçi dediğimiz incelik, güzellik, sanat harikasını vücuda getiren, yalıyı yapan hassas mimar, ince birtakım hesaplara istinat eder: Yalıyı önündeki denizin emsalsiz mavisiyle, arkasındaki dağların yeşili arasında açar. Öyle ki, sofalar üzerindeki odaların kapıları açılınca, ön taraftaki sular ve arka taraftaki yamaçlar gözler için birleşir. Ayrı birer binası yoksa bütün yalıların yarısı harem, yarısı selamlıktır. Alt katın sofalar ve odaları mermerdir. İkinci kata yayvan ve geniş merdivenlerle çıkılır. Yukarı kattaki sofalar ve odalar ahşaptır. İklim çok güneşli olduğundan pencerelerin üzerinde, gözleri güneşten korumak için, âdeta bir kasketin önü gibi, geniş saçaklar vardır. Bütün mimari, yalının denizle devamlı irtibatı üzerine müstenittir. Yalının önünde yol yoktur. Yalı, deniz sathına gömülmüş ve hatta bazen toprak değil, su üstünde yapılmış ve denize bakan odalar su üstüne çıkmıştır. Önlerindeki suları, sanki daha ziyade içlerinde duymak için, odaların altlarında kayıkhaneler vardır. Daha çok ve daha yakından su sesi dinlemek için, su sesine yalı içinde ve ilave olsun diye, bu yalıların sofalarında ve hatta bazen bunlara ilaveten bazı odalarında, ayrıca birer havuz bulunur. Eski Türk, âşığı olduğu bu sesleri daimî olarak duymak isterdi. Öyle ki, bu sular mütemadiyen akar, yalıda bu ses gece gündüz eksilmezdi. Hasretini duyduğu suların sevdasını yakından tatmin etmek isteyen eski Türk'ün bu aşkının ifadesi, Boğaziçi yalısı olmuştur.

(Syf 71-73)

Boğaziçi'nin asıl hususiyeti, belki de, mehtaplı gecelerde kayıklarla yapılan saz âlemleri, yani Boğaziçi'nde “mehtap” denilen ve sazla âdeta büyülenmiş bir füsun halini alan “mehtap geceleri”ydi. O gecelerde, büyükçe, mesela bir balık kayığına yerleştirilen hanende ve sazendeler, ayın doğduğu sıralarda başlayıp, Boğaziçi'nin muayyen noktalarında dura dura ilerleyerek ve sonra yavaş yavaş dönerek, bütün Boğaziçililerin de kendi kayık ve sandallarıyla saz alayına katılmasıyla gittikçe genişleyen bir halka halinde, Boğaz'ın aşağılarına kadar inerlerdi. Gece, mehtapta bu sazı dinleyenler öyle bir cezbeye tutulurlardı ki, bunun belki biraz izahı lazım gelir: Birkaç göç ananesinde kadınların ve erkeklerin beraberce saż dinlemelerine imkân yoktu. Bir konsere gitmek âdeti yoktu. Radyonun mevcudiyeti yoktu. Bu zamanlarda, böyle iyi bir sazın zevkine dalanlardan birçokları da yalnız gözleriyle sevdiklerini bu vesileyle gördükçe, bu mehtap gecelerinin harikulade kıymetini takdir ederlerdi. Saz onların aşklarını söylerken, hele sazendeler, hele hanendeler birer şiir ve aşk destanı söylemiş olurlar, hele kadın sesleri, hele erkek sesleri, bir lisanın en mahrem kelimelerini duyurmuş olurlardı. Öyle ki, Boğaziçi'ni evvelce görmemiş olup ilk defa gelenler, bu mehtap gecelerini tekin bulmazlar da bunları hayretle, âdeta korkuyla seyrederlerdi. Bu gecelerin mehtap ve musiki karışan hisleri, bütün bir ömrün en sihirli hatıraları olarak kalırdı. Bütün o zamanlarda, milletin medeni rüşdü, millî terbiyenin ve nezaketin fevkaladeliği, bu gecelerin millî çehresi yüzünden hiçbir sarhoş, sesini duyuramadığı gibi, ne hanende ve sazendelere ne de kadınların kayıklarına bir müdahalede bulunurdu. Böylece, bu millî saz konserleri, hiç şüphesiz olarak, mucizevi bir güzellikle sona ererdi. (Syf 75)

Gençliğimizin Boğaziçi'nde, zaten âdeta saraylar mahallesi olan Beşiktaş ve Ortaköy'den sonra da hemen her mahallede Kuruçeşme'de, Arnavutköyü'nde, Bebek'te, Rumelihisarı'nda Emirgan'da, İstinye'de, Yeniköy'de, Tarabya'da, Büyükdere'de ve Anadolu kıyısının da tekmil köylerinde büyük, güzel eski yalılar vardı. Birçoklarının içlerine girdiğimiz bu yalıların bu gün mevcut olmadıklarını görüyoruz. Yazık ki, bu eski yalıların hususiyetleri, mimarileri, müştemilatı, tarihleri ve hatıraları, eşyaları ve sakinleri hakkında malumatımız tam değil, bilakis, bir hayli eksik ve üstünkörüdür. (…)

Bu yalılar, eski Boğaziçi medeniyetinin birer kalesi ve birer şahitleriydi. Bu şahitler, şimdi hayli azalmıştır. Onların nesilleri, tarihten evvelki zamanların mahlukları gibi, tükenmiş, devirleri kapanmıştır. Bu eski zaman yalılarının bir tanesini daha yeniden inşa edip ortaya koyamayacağımıza göre, sonuncu kalan değerlilerinden bir tanesini olsun kendi kendine yıkılma veya yıktırılmadan kurtarmalıyız.

Zaten bunların sayıları, bugün, Rumeli kıyısında, belki bir iki ve Anadolu kıyısında da belki sekiz on olmak üzere, bütün Boğaziçi'nde bir düzineyi dolduramamaktadır. ( syf 88-91)

Tarihi, mimari ve bedii kıymetleri en büyük olan Boğaziçi yalılarının muhafaza edilmeleri kararı ile artık onların yıktırılmasına müsaade edilmeyerek tasnif edilmeleri lazım gelir. Boğaziçi yalılarının muhafaza edilmeleri lazım gelenlerinin listesini tespit etmek zamanı artık gelmiştir. Bazı yalılar, Boğaziçi'nin bazı noktalarında, dünya bakımından en kıymetli ve güzel manzaralar teşkil ettiği muhakkaktır.

Bu en kıymetli yalıların çoğu, Anadolu kıyısında bulunuyor. Muhafaza edilmeleri bilhassa kıymetli olacak olanları tespit edebilmek, etraflı tahkikata istinat eden bir ihtisas işidir. Bu yazımda, benim hatırladığım on tanesini ancak, muhabbetli bir liste taslağı gibi kaydediyorum. Bunlardan en müntehap olanlanın, kendilerinden ibaret olacağına kanaatim olmadığı gibi, en müntehap olacak olanların da, mutlaka bunlar olduğuna kani değilim.

Hatırladığım bu on yalı: Kuzguncuk'ta Fethi Paşa Yalısı, Beylerbeyi'nde Hasip Paşa Yalısı, Kandilli'de Ostrorog'ların Yalısı, Kandilli'de Kıbrıslı Mehmet Paşa Yalısı, Anadoluhisarı'nda Meşruta Yalı, Körfez'de Prenses Rukiye Hanımefendi'nin Yalısı, Kanlıca'da Rasim Paşa Yalısı, Baltalimanı'nda Mediha Sultan Sarayı, Emirgan'da Şerifler Yalısı, Yeniköy'de Sait Halim Paşa Yalısı'dır. (Syf 102-103)

 


ARŞİV