Afet İnan: Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Afet İnan'ın Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler kitabı ile devam ediyor.

09 Kasım 2023 - 11:55

AYŞE AFET İNAN (30 Ekim 1908- 8 Haziran 1985)

Öğretmen, tarihçi ve sosyoloji profesörü olan Ayşe Afet İnan,  Kasım 1908 yılında Yunanistan'ın Selanik Doirani ilçesinde doğdu. Babası Orman Memurluğu görevini yapan İsmail Hakkı Uzmay Şumnu, annesi Doirani Müderrisi Emrullah Efendi’nin torunu olan Şehdane Hanım’dır. Ailesi Balkan Savaşları’ndan sonra Anadolu’ya taşındı. Babası Anadolu'nun birçok yerlerinde Orman Memuru, Müfettişi ve Müdürü olarak çalıştı ve daha sonra Bolu  milletvekili oldu.

Babası, görevi nedeniyle ilk öğrenimini Adapazarı, Ankara, Mihallıççık (Eskişehir) ve Biga’da tamamladı. Bursa Kız Öğretmen okulundan 1925 yılında mezun olan İnan, İzmir’de öğretmenlik yaparken Mustafa Kemal Atatürk ile tanışma fırsatı buldu ve Fransızca öğrenmesi için İsviçre’nin Lozan şehrine gönderildi. Türkiye'ye döndükten sonra Fransız Lisesi Notre Dame de Sion’a gitti. Orada bitirdikten sonra ortaokul tarih öğretmeni olarak atandı. 1935'te tekrar İsviçre'ye giden Afet İnan, 1936-1938 yılları arasında Cenevre Üniversitesi'nde okudu.  1939'da mezun olduktan sonra sosyoloji alanında doktora derecesi aldı. 1950 yılında Ankara Üniversitesi'nde profesör oldu. Cumhuriyetin ilk tarih profesörlerinden olan Afet İnan, yıllar boyu, kurucuları arasında yer aldığı Türk Tarih Kurumu’nun asbaşkanlığını yaptı. Aynı zamanda TDK ve UNESCO üyesiydi.

Atatürk’ün hayatının son 13 yılında her zaman yanında olan Afet İnan’ın İş Bankası Yayınları tarafından yayımlanan Atatürk Hakkında hatıralar ve belgeler isimli kitabından bölümler paylaşıyoruz.

ATATÜRK HAKKINDA HATIRALAR VE BELGELER

1 938 yılı yaz aylarının sonu... Dolmabahçe Sarayı'nın denize bakan odalarından biri... Duvarlarında mavi zemin üzerine sarı yaldızlarla boyanmış, irili ufaklı yıldızlar, ortada duvara dayalı ceviz oymalı bir karyola ve komodin, ayakucunda şezlong, onun karşısında geniş kristal aynalı dolap, odanın denize bakan panjurlu pencereleri önünde mavili Hereke kumaşıyla kaplı hafif koltuk ve sandalyeler, köşede yastıklı bir sedir ... Sofaya çıkan iki kapı arasında bir tuvalet masası, üzerinde Nuri Conker'in Atatürk'e hediye ettiği fosforlu, dört köşe, büyükçe bir masa saati, bunun üzerinde, yakın bir süre önce Zekai Apaydın tarafından hediye edilmiş bir tablo. Tablonun arka planında karlı bir dağ, önde ağaçlı bir orman ve ön plandaki düzlükte çimenli bir alan. Sofada bir radyo ve gece gündüz devir teslimi (bir işi başkasına bırakan) yapan nöbetçilerden biri ... Yatak odasının yanındaki pembe salonda ise, daima nöbetleşe bekleyen yakın arkadaşlarından biri veya ikisi. Son aylarda oraya bir nöbetdefteri koydurmuştum. Her günkü sağlık durumu bu deftere kaydedildiği gibi, Atatürk'ün yanına girenlerin, ne kadar müddetle yanında kaldıkları da işaret ediliyordu. Çünkü doktorların önerilerine göre, kendisinin çok yorulmaması gerekiyordu. Daima konuşmak ve dinlemek adetinde olan bir insan için, bu halin çok sıkıcı olduğuna şüphe yoktu.

Ben, her gün gazeteleri okuyor ve özetleri kendisine söylüyordum. Bazen şeklinde okuduğum kitapları, hikâyeleri ve seyahatnameleri de anlatıyordum. Bunların bir kısmını anlatır ve yorulmasın diye geri kalan kısımlarına başka günler devam ederdim. Hastalık günlerinde, günlük haberleri ve ayrıca resmi bilgiler kendisine verildikçe, yeni siyasi ve askeri gelişmeler üzerinde düşünce ve görüşlerini ifade eder ve gelecek için ulusça kuvvetli olmamızı dilerken, dünya barışının sarsıntıda olduğuna işaret eder ve endişe duyardı. Nitekim O'nun ölümünden bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı patlak vermedi mi?

(…)

Bir gün Başbakan Celal Bayar, kendisine ikinci beş yıllık iktisadi program için, açıklamalarda bulunmak üzere gelmişti. Dr. Neşet Ömer İrdelp beni bularak:

”Atatürk biraz fazla yoruldu, yanına girseniz de, izahatın bir kısmını başka bir zamana  bıraktırabilseniz” diye rica etti.

Odaya girdiğim zaman, Atatürk yatağında oturuyor, Celal Bayar da anlatıyordu. Atatürk bana, “ Otur, sen de dinle" dedi. Bir müddet sonra, doktorun önerisini yerine getirmek için araya girmek istediğim zaman, karşımda hasta bir Atatürk kalmamıştı. O, tamamen ülke işlerine kafasını vermiş, maddi ıstırabını unutmuş bir halde:

“Biliyorum doktorlar yine istirahat tavsiye etmişler” dedikten sonra sert olarak, “Memleketin en mühim ve esaslı işlerini konuşuyoruz, bunlar beni yormuyor, bilakis hayat veriyor. Bunları otur da sonuna kadar sen de dinle” dedi.

Bütün hastalığına rağmen, ülkenin yeni gelişmelerini işitmekle dahi memnun olmuş ve kaygıdan kurtulmuş bir devlet adamına, velev ki doktor önerisi olarak dahi, ufak bir uyarıda bulunmuş olmamdan dolayı üzüntü duydum ve sonuna kadar ben de dinledim. Atatürk, Başbakan'a çekilmesi için izin verirken, çok müsterih ve tatmin olmuş bir durumda idi.

Celal Bayar gittikten sonra, bu meseleler üzerinde ve dünya durumu hakkında benimle uzun uzun konuştu.

“Dünyanın bir harbe doğru gittiği bu devirde, bizim iktisaden çok daha kuvvetli olmamız lazımdır” diyordu.

Atatürk o gün, bütün bu hükümet planlarının tamamen yapılmış olduğunu görür gibi, sevinç içinde idi. Nitekim o gün Atatürk'ün tahlil ettiği, geleceğin siyasi ve askeri olayları, ölümünden sonraki yıllarda gerçekleşmiştir.

Atatürk'ün son günlerine ait birkaç noktayı daha kaydedeceğim:

26 Eylül 1 938, Dil Kurumu Bayramı gecesi idi. Atatürk radyoyu dinlemiş ve kendisi tarafından orada söylenmek üzere bazı emirler vermişti. Bunun gecikmesi, hırslanmasına neden olmuştu. O geceyi rahatsız olarak geçirdi. İlk hafif komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabahki izahlarında, “Demek ölüm böyle olacak” diye uzun uzun gördüğü rüyayı anlattı. Rüyadaki olay, Selanik'te ihtilale ait bir komitecilik vakası idi. “Salih'e söyle, ikimiz de kuyuya düştük. Fakat o kurtuldu” demişti.

(Syf 18-21)

Atatürk, karakter itibariyle sert ifadesine rağmen şen bir adamdı; etrafına neşe, cesaret ve özgüven aşılardı. En tehlikeli durumlarda, onun kafası, en doğru önlemi bulmak için işler ve telaş nedir bilmezdi.

Halk içinden çıkan ve bir halk adamı olan Atatürk için, İnönü şunları anlatmıştır:

Atatürk'ü bir halk toplantısı içinde görmek, hakiki bir zevk, müstesna bir fırsattır. Yarım saat içinde halkın bütün durgunlukları gider. Taze ve canlı havanın neşesi her çehrede uyanır, asıl mühim olanı, toplantıda bulunanlarda birbirlerine karşı sevgi, geniş yürek ve bağlılık hasıl olmasıdır.

(…)

Atatürk'ün toplantılarından çıkarken herkes, bedbin şeylerden, hayatın dertlerinden ve sıkıntılarından yıkanmış gibidir. Herkes Büyük Önder’in yüksekliğini bir daha tasdik etmiştir. O'nunla beraber yaşamanın, bu memleket için selamet ve ilerleme olduğunu, yüreğinde bir daha anlamıştır.

Müzakere eden bir heyeti, fikir ve münakaşa kuvveti ile kalabalık halk kütlesini heyecan ile nihayet eline alabilmesi, onun bariz bir meziyetidir

(Syf 142-144)

Cumhuriyet on yılını bitirecekti.1933 yılının yaz aylarını Atatürk Yalova’da geçiriyordu.

(…)

O sıralarda Onuncu Yıl Nutku'nu yazmış okuyordu. “Kısa olmasını istedim” dedi.

“Ne mutlu Türk'üm diyene” ibaresi üzerinde özellikle duruyordu. Böyle nutuklarını yüksek sesle tekrarlamak ve günde birkaç kere okumak adeti idi. Kütüphanesinde gezerek okudu ve ben de dinliyordum. Birden durdu, “On yıl önce bu gün... Biliyor musun, ne mücadele içinde idik “dedi. “Meclis zabıtlarını okudum. Nutuk 'taki açıklamaları biliyorum, sizden de dinlemiştim” dedim. Güldü:

" Tarih, okuduklarındır, doğru. Fakat ben sana bilmediğin bir şeyi anlatayım. Tarihi hadiselerin cereyanı sırasında, bazen fizyolojik arızalar mühim rol oynarlar. Tabiat  ya mani olur veyahut yardım eder” diye söze başladı. “ On yıl önce bugün Cumhuriyet'i ilan etmek lazımdı. Hadiselerin seyri (olayların gidişi) bunu icap ettiriyordu. Fırka'da (Parti'de) ve Meclis'te münakaşalar cereyan ederken bildiğin gibi beni davet ettiler. O heyecanlı celselerde söz söylemek benim aradığım işti. Uzun söz söyleyemedim, cumhurbaşkanı seçildiğim zaman söylediğim nutuk en kısa beyanatlarımdan biridir. Neden? Çünkü dişlerimi yeni çektirmiştim, yeni yapılan dişlerim tecrübe devresinde idi. Söz söylemeğe başladığım vakit ıslık gibi bir ses çıkıyor veyahut da ağzımdan düşüyordu. Bu sırada yapılacak hiç bir çare yoktu. Bu tabii hadise, siyasi hayatımın en mühim safhasına, böylece bir mani teşkil etti. Kim bilir, uzun söylemediğim belki de isabetli olmuştur” diye de ilave etti

(Syf 223-225)

 

1937 yılının bahar mevsimi idi. Gazi Orman Çiftliği'ne, Akköprü tarafındaki yoldan gidiyorduk. Çiftliğin o parçası meyve bahçesi haline konulmuş, fidanlar sıra sıra dikilmişti. Şimdi gölgeliği ve bol yeşilliği ile çok güzel olan bu yol, o zamanlar henüz küçük, çelimsiz ağaçların sıralandığı, yaz mevsiminde dahi pek gölgesi olmayan bir yerdi.

Atatürk, bu eski çıplak topraklar üzerindeki, meyve bahçesi haline gelmiş olan bu yerlere neşe ile bakıyordu. Şimdi uzun kavak ağaçlarının bulunduğu yol kenarlarında ameleler çalışıyor ve fidanlar dikiyorlardı. Atatürk birden şoföre “Dur!” diye bağırdı. Yere indiği vakit orada olanlara, “Burada bir iğde ağacı vardı, o nerede?” diye sordu.

Kimse iğde ağacını bilmiyordu. Çünkü orada çalışanlar, yenilerini dikmekle meşgul idiler. Atatürk'ün biraz evvelki neşesi kalmamıştı. Çünkü çiftliğin ilk çorak günlerinin bir yeşillik hatırası yerinden çıkarılmış ve yok olmuştu. Yol boyunca yürüyerek iğde ağacını aradık. “ İğde eski ve çelimsiz bir ağaçtı. Fakat yaşayan ve baharda hoş kokularını etrafa saçan, güzel bir ağaçtı” diyordu.

Çiftlik merkezine gelmiştik. Büyük hamamın yapısı bitmişti. Onu gezerken iğde ağacını yerinden kimin çıkartmış olduğunu da soruşturmak için, ilgili durumda olanlara sorular sordu. Kimse bu küçücük ağacın akıbeti hakkında bir haber veremedi.

Atatürk bu önemsiz gibi görünen işten hüzün duymuştu. Uyarılarda bulundu, emirler verdi, eski ağaçlar da korunacak ve bakılacaktı.

(Syf 234-235)

Atatürk çalışma yaşamında, genellikle, yorulmaz bir kudrete sahipti. Okumak onun için en büyük bir ihtiyaçtı. Yabancı dillerden Almancayı da anlamakla beraber, iyi bildiği Fransızcada yazılmış eserleri okumayı yeğlerdi. O'nun dikkatle okuduğu kitapları, siz okuyacak olsanız, işaretlemiş olduğu şekilleri incelediğinizde, kitabın bütün ilginç taraflarının belirtilmiş olduğunu görürsünüz. Tarihi kitapları, daima harita ile izleyerek okur ve savaşlar için ayrıca krokiler çizerdi.

En çok okumayı sevdiği konular: Tarih, coğrafya, filoloji, hukuk, sosyoloji, iktisat ve sanat konuları idi. Roman az okurdu, fakat şiirden hoşlanır ve onları asıl şairlerinden ve güzel okuyan edip arkadaşlarından dinlemesini severdi.

Onun en çok uğraştığı konulardan biri, milli eğitim ve kültür işlerine ait idi. Hatta bazı zamanlar, “Eğer Cumhurreisi olmasam, Maarif Vekilliğini almak isterdim” derdi.

Okul programlarıyla bizzat meşgul olur, okutulan kitapları gözden geçirir ve özellikle tarih derslerinin ulusun bilincini yükselteceğine inanır ve Türklük dünyasının tarihini bir bütün olarak, uygarlık unsurlarına daha çok önem verilerek incelenmesini ve okutulmasını isterdi.

(Syf366)

Atatürk felaketler ve güçlükler karşısında en büyük soğukkanlılığı gösterir ve çevresinde bulunanlara güven ve cesaret aşılardı. Bununla ilgili bir anımı anlatacağım...

Malatya demiryolu inşasının bittiği sene idi; henüz resmen açılış yapılmamıştı. Atatürk, Güney vilayetlerimizde seyahatte iken, Mersin'den Malatya'ya gitmek istedi ve trenle hareket ettik. Akşamüzeri bir rampayı çıkmakta iken, Atatürk ve ben, salon vagonda birer kitap okumakla meşgul idik. Birdenbire tren geri geri gitmeye başladı ve tam bu sırada ön vagonda bulunanlardan üç kişi, telaşla içeri girdiler ve Atatürk'e derhal yere atlamasının lüzumundan söz ettiler. Atatürk hiç yerinden kımıldamadan ve telaş eseri göstermeden, “Niçin?” diye sordu. Derhal, bu gerilemenin nedeninin öğrenilmesini ve lüzumlu önlemlerin alınmasını emretti. Bu sırada tren daha hızla geriye gitmekte idi. Fakat sorumlu müfettiş geriye dönüp gittikten biraz sonra tren yavaşladı ve olayın nedeni şu şekilde anlaşıldı: İki lokomotifin çektiği trenin kondüktörleri, bu yola ilk defa gittikleri için önlerindeki tünele yaklaşmakta iken, bir ihtiyatsızlık eseri olarak, kömür atmışlar. Birdenbire lokomotiflerden çıkan gazlı dumanlar, tünel içinde kesif bir hal almış ve idare edenler bayılmış. Yönetimsiz kalan tren bu esnada geriye giderken, tünelden çıkan ilk lokomotifin kondüktörü açık havaya çıkınca ayılmış ve duruma hâkim olmaya çalışmıştır. Bu esnada el frenleriyle önlem alınırken, tren de önemli bir felaketten kurtulmuş.

Şimdi bu olayı analiz edelim: Eğer Atatürk telaş gösterip derhal atlasa idi, vücudunun bir yerinin kırılma ihtimali olabilirdi. Sonra bütün trende bulunanlar aynı hareketi yapmayacaklar mıydı acaba? Atatürk'ün burada kişiliğinin ve Şef hasletinin meziyeti şudur: Telaş göstermeden soğukkanlılıkla durumu düşünmüş ve zihni bir yargılama sonucunda kararını vermek. Atatürk'e belki birtakım tesadüfler de yardım etmiştir.

(..)

Atatürk'ü uzaktan veya bütün fotoğraflarını görenler, O'nun hâkim çehresinin ifadesinde daima bir sertlik, gür kaşlarının örttüğü gözlerinde derin bir bakış ile alnı düşünceli çizgilerle örtülü bir ifade bulurlar. Gülen resmini görmek ender bir olaydır. Halbuki Atatürk'ü yakından tanıyanlar bilirler ki, Atatürk'ün sert ifadesi yanında, neşeli bir karakteri vardır.

 O, bizzat “Neşeli olmayan insanlardan iki türlü şüphe edilir, “ derdi, “ya hastadır veyahut o insanın başkalarına bildirmek istemediği bir kuruntusu, bir derdi vardır.”

 (Syf 432-433)

Etiketler; Atatürk

ARŞİV