AFŞAR TİMUÇİN (31 Ağustos 1939-26 Temmuz 2024)
Manisa’nın Akhisar ilçesinde doğdu. Yükseköğrenimine İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde başladı. 1967’de eğitimini tamamlamak üzere Kanada’ya gitti. Montreal Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde lisansını tamamladı, 1970 yılında İstanbul Üniversitesi’nde doktorasını bitirdi. 1968–1970 yılları arasında Fransızca okutmanlığı yaptı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Felsefe, Estetik, Halk Bilim, Sanat Tarihi ve Halk Edebiyatı dersleri verdi. 1981’de doçent, 1992’de profesör oldu. Bir dönem Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanlığı görevini yürüttü ve 2006’da emekliye ayrıldı.
İlk öyküsü “Heykel” Vatan gazetesinde yayımlandı. Daha sonra şiir, öykü ve yazılarını Yelken, Varlık, Soyut, Yeni Ufuklar, Yazko, Bilim ve Sanat, Şiir, Folklora Doğru, Yarın, Düşün, Felsefe Dergisi, İnsancıl, Ataç, Dönem, Milliyet Sanat ve Papirüs gibi dergilerde kaleme aldı. İstanbul’da Kavram Yayınları’nı kurdu, “Felsefe” dergisini yayımladı. 1972–1973 yıllarında 4 sayı çıkan dergi, 1977’de yeniden üç aylık olarak yayımlanmaya başladı. Eray Canberk ve Mehmet Sert’in de katılımıyla hazırlanan bu dergide çağdaş felsefe sorunlarına ve düşünürlere yer verildi.
Afşar Timuçin, felsefeyle ilgili yapıtlarının yanı sıra şiir, öykü, deneme ve roman türlerinde de eserler verdi. Özellikle etik, estetik, yaşam ve aşk felsefesi üzerine yazılarıyla tanındı. Şiirlerinde lirizm ve felsefi bir derinlik öne çıktı.
26 Temmuz 2024’te hayatını kaybeden Afşar Timuçin’in Bulut Yayınları tarafından yayımlanan “Demokrasi Bilinci” isimli kitabındaki aynı isimli yazısından bölümler paylaşıyoruz.
DEMOKRASİ BİLİNCİ
Hemen herkesin demokrasi yandaşı olduğu bir dünyada demokrasiden bu kadar yoksun oluşumuz, ikide bir demokrasi derken demokrasiyle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmayan bir yaşam biçimini sürdürmekte oluşumuz size biraz garip görünmüyor mu? Herkesin görünüşte çok istediği ama gerçekte kimsenin istemediği bir şey mi bu demokrasi? Demokrasi son zamanların bir takıntısı ya da modası olamaz mı? XIX. yüzyılın insanları bile onu pek sevmediler. Hele XVIII. yüzyılın düşünce dünyası ona iyiden iyiye karşı ya da yabancı oldu. En azından onun karşısında tam tanıma güvensizdi. Adı her gün dilimizde dolaşsa da biz şimdi ona ne kadar bağlıyız? Bugün demokrat olmadığını söylemek gibi bir yürekliliği gösteremiyor kimse. En baskıcı kişiler bile demokrasiyi çok sevdiklerini, ona sıkı sıkıya bağlı olduklarını söyleyebiliyorlar. Bugünün insanları onu dudaklarında bir yapma çiçek gibi gezdiriyorlar. Demokrasi tutkusu gibi görünen şeyin altında egemenlik ruhu kaskatı bir gerçeklik olarak varlığını sürdürüyor. İkiyüzlülüklerimiz var, kısa yoldan sonuca varına isteklerimiz var, kafalarımızdaki bir imgeyi çabucak yaşama geçirme dileklerimiz var. Üstelik çok garip bir saplantıyla çok zaman kendimizi başkalarının yaşamını çekip çevirme konusunda yetkili ve yeterli sayabiliyoruz.
Demokrasi her yerde varmış gibi görünüyor. Ancak başkasını önemsediğimiz yerde olabilecek olan o şey kendimizi başkalarının üstünde gördüğümüz sürece boş bir dilek olarak kalacak belli ki.
Demokrasinin olabilmesi için, demokrasinin yaşama geçebilmesi için her şeyden önce bireylerin gerçekten demokrat olabilmeleri yani başkalarını da kendileri kadar önemsemeleri gerekiyor. Demokrat olmak oldum demekle gerçekleştirilebilecek bir iş değil. Egemenlik ruhu bütün boyutlarıyla sürüyor, en çok da ailede gelişiyor ve kuşaktan kuşağa aktarılıyor. (…) Demokrat olmak her şeyden önce tek kişi olma koşuluna boyun eğmeyi gerektirir. İnsanlar dünyadaki yerlerinin tek kişilik olmasını istemiyorlar. Gereksinimler artıyor, istekler çoğalıyor, hırslar bileniyor ve demokrasi gürültüye gidiyor. Her kişi bir başkası ya da başkaları için bağlayıcı ya da koşullayıcı olmanın heyecanını yaşıyor.
Evet, bireyler doğal olarak kendilerine verilmiş olan tek kişilik yaşamlarıyla yetinmek istemiyorlar, tek kişi olmanın sınırlarını aşmak ve alabildiğine geniş bir baskı alanı, bir egemenlik ortamı oluşturmak istiyorlar. Böylece iç içe geçmiş ve amaçları çok değişik olan çeşitli egemenlik alanlarının birbirleri için karşıt güçler oluşturduğu bir düzlemde yaşamak zorunda kalıyoruz. Böylece dünya tam anlamında bir mutsuz yaşamlar dünyası olma özelliğini kesintisiz sürdürüyor. Bu da her kişi için, en az ölçülerde egemen olanlar kadar en çok ölçülerde egemen olanlar için de son derece verimsiz bir yalnızlığın temelini oluşturuyor. Bir koşulda egemen olan bir başka koşulda rahatça egemen olunan konumunda bulunuyor. Bu kargaşa kimin altta kaldığı kimin üste çıktığı belli değil. Yalnız egemen olunan değil, egemen olan da bunalımlı. (…)
Demokrasi duygusu geniş çerçeve toplumsallık isteminin bir yansısından başka bir şey değildir. Buna göre demokrasi bilinci bir başkalarıyla olma bilincidir, bir tartışma ve paylaşma bilincidir. (…) Genelde eksikli bilinçler kendilerini yetkin bilinçler olarak algılarken gerçeklikte karşılığı olmayan tasarımlarını dünyaya yansıtırlar: tam yetkin olduğunu sanan eksikli bir bilinç bir benimsetme bilincidir, bir koşullama bilincidir. Böyle bir bilinç paylaşmayı öngörür gibi yapsa da gerçekte bir edinme bilinci olacak, bir şeyleri kendinin kılmak için dünyaya bir belirleyici olarak yönelecektir.
(…)
İnsanın görmediği, görmekten kaçındığı, zaman zaman görür gibi yapsa da görmek istemediği bir gerçek var, o da her türlü bireysel yararın ancak toplumsallaşma içinde gerçekleşebileceği ya da sağlanabileceği gerçeğidir. Toplumda erimiş birey fikri insan saygısının iflas ettiği noktada başlar. Böyle bir toplumsallık neyi amaçladığı belli olmayan ya da amaçları kalın örtüler altında gizlenen bir karşı toplumsallıktan başka bir şey değildir. Böyle bir toplumsallık birilerinin çıkarı adına bir gönüllü başeğme durumu yaratmanın kaba felsefesiyle kendini ortaya koyar. Evet, gerçekte en kaba bencil bile bilir insan için toplumsal yaşamın bir kaçınılmazlık olduğunu bilir de bir hırsız ruhsallığı için- de kendinin olmayana el uzatmaktan geri durmaz.
(…)
Demokrasi duygusunu yokeden öncelikle bencillikse bencilliği vareden de öncelikle gelişmemiş insanların oluşturduğu aile yaşamıdır. Bencilliğin aile ortamında büyüyüp geliştiğini söylemek elbette yanlışa düşmek olmayacaktır. (…) Bozuk bilinçle varlığını sürdüren ailelerde yeni doğan bebek ailenin olağanüstü bir yaratısı olarak karşılanır. O gerçekte herhangi bir doğal varlıktan çok daha başka bir şey değildir. Dünyaya gelmiş çocuklardan biri de odur. Ancak yakınları böyle algılamaz bunu. O eşsizdir, kimseye benzememektedir ve zaten de kimseye benzememelidir, benzemeyecektir. Onun gözleri, elleri, davranışları, mırıltıları, susuşları çok başkadır.
(…)
Her istediğinin yapılmasıyla tam tamıma bir sorumsuz olma yoluna giren çocuk yanlışlarının korunduğunu gördükçe iyiden iyiye çığırından çıkar ve şımarıklık denilen illete tutulur: artık her şey onun hakkıdır. O küçük birey büyüdükçe yaşamın kendisini yanlışlarıyla bağrına basmayacak kadar katı özelliklerle donanmış olduğunu sezmeye başlar. O şimdi bir dünya acemisidir. O şimdi bir bencildir, mutsuz bir bencildir.(…) Paylaşmayı bilmeyen, yalnızca düşünmeden almayı ve düşünmeden vermeyi iyi bilen insanların oluşturduğu bir ortamda yetiştirilmiş olan çocuk toplumsallığını gerçekleştirme şansını iyiden iyiye elden kaçırmıştır. O bir bencildir artık, yaşamın bütün kaynaklarını kendisi için kullanmaya hatta bildiği gibi tüketmeye eğilimli bir bencildir, kendi yaran için başkasına zarar vermeye yatkındır, buna göre eğer iyiden iyiye ezik bir varlık olup çıkmadıysa giderek birilerini ezme, birilerini altetme istemini vazgeçilmez bir tutku olarak yaşayacaktır.
Ancak o şimdi kullanılmaya da yatkın bir bireydir. Onu birileri birilerini kullanma işinde kullanabilirler, birilerini baskı altında tutma, bildikleri gibi yönlendirme işinde kullanabilirler. (…) Bütün egemenler eksik ya da sakat bilinçlenmiş kimselerdir: yetkin bir bilinçten taş çatlasa bir egemen çıkmaz. Bütün egemenler güç alabilecekleri, sonuna kadar bağlanabilecekleri dayanaklar ararlar.
(…)
Sakatlanmış insan ruhsallığı dünyanın her yerinde demokratik gelişmelere engel çıkarıyor ve demokrasilerin aileden devlete kadar şimdilik bir düş olarak kalması sonucunu doğuruyor. Bilinç yetersizliği nedeniyle demokrat olmayı beceremeyen insanlar gene de demokrasiye sahip çıkar görünüyorlar, ona dört elle sarılmış gibi duruyorlar. Hatta ondan yana çıkıyorlar.
(…)
İnsanların demokrat olmakta gözü yok bugün, ama hemen herkes demokrat görünmeyi çok seviyor. Demokratik uygulamalar bizi korudukları sürece güzeldirler, ama bizim için zararlı hatta yararsız olmaya başladıkları yerde de çirkindirler. Bu çerçevede bugünkü koşullarda demokratlık büyük ölçüde bir gösteri konusudur: dünyada pek çok baskıcı eylem demokrat olma adına gerçekleştirilmektedir. Oysa demokrat olma bilinci her şeyden önce herkes için bir ortaklık ve apaçıklık bilinci demektir. Böyle bir bilincin kapalılıklarla, sinsiliklerle, ayak oyunlarıyla bir ilgisi olmayacaktır. Buna göre demokrat olmanın temel biçimsel koşulu oylama değil tartışmadır. Kim sayıca daha güçlüyse anlayışının demokratlıkla bir ilgisi yoktur. (…) Önemli olan birilerinin birilerine bir fikri benimsetmesi de değildir. Önemli olan her türlü seçeneği ortaya dökerek birlikte fikir üretebilmektir. Önemli olan tek kişi açısından değil birçok kişi ya da hatta bütün insanlar açısından düşünebilmektir. Bilinçlerin dayanışması ve ortaklaşması diyebiliriz buna.
(…)
Gerçek anlamda demokratik yaşam yetkin bir biçimde toplumsallaşmış bir dünyanın ürünü ve konusu olacaktır.
(…)
Bizler az demokrasinin ya da “kötü” demokrasinin demokrasi olmadığını, demokrasinin azı olamayacağını çok iyi görüyoruz. Ancak eksik toplumsal bilinçlenmişlik koşullarında gerçek demokrasilerin olamayacağını da görüyoruz. Her şeyden önce demokrasinin çok zaman sanıldığı gibi bir yönetim biçimi olmadığı, yönetimi de koşullayan bir bakış, bir anlayış, bir seziş biçimi olduğunu biliyoruz. (…) Gerçek demokrasi bilinci her şeyden önce mutlak insan saygısıyla belirgin olacaktır. Böylesi bir bilinç, tüm küçüklüklerinden kurtulmuş bir insanlığın ileriye dönük arayışlarında, geleceği üretmeye yönelik arayışlarında kendini gösterecektir. (Syf 5-15)