AGOTA KRİSTOF (30 Ekim 1935- 27 Temmuz 2011)
1935’te Macaristan’da doğdu. 1956’da Stalin karşıtı sosyalist işçilerin rejimi devirmek için çıkardığı ayaklanma, Sovyet ordusu tarafından bastırılınca, siyaseten faal olan kocası ve dört aylık çocuklarıyla Macaristan’dan kaçıp İsviçre’ye yerleşti.
Beş yılını İsviçre'deki bir saat fabrikasında, oraya yerleştirilmiş diğer Macar sürgünlerle birlikte çalışarak geçirdi. Bu arada Fransızca öğrendi. 1970’li yıllarda tiyatro oyunları yazdı. 1986 yılında yayımlanan, üçlemesinin ilk kitabı “Büyük Defter” ile büyük başarı kazandı. Üçlemenin ikinci kitabı “Kanıt” 1988’de, son kitabı “Üçüncü Yalan” ise 1991 yılında yayımlandı.
Agota Kristof’un Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan üçlemesinin yer aldığı Büyük Defter/Kanıt/Üçüncü Yalan kitabının Büyük Defter kısmından kısa bölümler aktarıyoruz.
BÜYÜK DEFTER
Anneanne'nin Evine Varış
Büyük Şehir'den geliyoruz. Bütün gece yoldaydık. Annemizin gözleri kıpkırmızı. Elinde büyük bir kutu taşıyor, biz ikimiz de içinde giysilerimizin bulunduğu küçük birer valiz taşıyoruz, bir de Babamızın büyük sözlüğünü; kollarımız yorulduğunda sözlüğü diğerimiz alıyor.
Uzun süre yürüyoruz. Anneanne'nin evi gara uzak, Küçük Şehir'in öbür ucunda. Burada, ne tramvay ne otobüs ne de araba var. Yalnızca birkaç askeri kamyon gelip geçiyor.
Yayaların sayısı da az, şehir sessiz. Ayak seslerimiz duyuluyor; konuşmadan yürüyoruz, ortada Annemiz, iki yanında da biz. Anneanne'nin bahçe kapısının önünde Annemiz, "Beni burada bekleyin" diyor.
Biraz bekleyip bahçeye giriyoruz, evin çevresinde dolaşıyoruz, seslerin yükseldiği bir pencerenin dibine çömeliyoruz. Annemizin sesini duyuyoruz: "Evde hiç yiyeceğimiz yok, ne ekmek ne et ne sebze ne de süt. Hiçbir şey. Onları doyuramıyorum artık."
Başka bir ses: “Demek beni hatırladın. On yıldır hatırlamıyordun. Gelmedin, yazmadın.”
Annemiz: “Sebebini gayet iyi biliyorsunuz. Babamı severdim ben.”
Beriki: “Evet, şimdi de bir annen olduğunu hatırladın. Geldin, çünkü sana yardım etmemi istiyorsun.”
Annemiz: “Kendim için bir şey istediğim yok. Çocuklarımın bu savaştan canlı çıkmalarını istiyorum. Büyük Şehir gece gündüz bombalanıyor, yiyecek yok. Çocuklar köylere gönderili yor, akrabalarına veya yabancılara, nereye olursa olsun...”
Öbür ses: “Sen de yabancıların yanına bir yerlere gönderseydin ya!”
Annemiz: “Bunlar sizin torunlarınız.”
“Torunlarım mı? Onları tanımıyorum bile. Kaç tane?”
“İki. İki erkek çocuk. İkizler.”
(…)
“Babaları var mı bari? Bildiğim kadarıyla evli değilsin. Düğününe davet edilmedim.”
“Evliyim. Babaları cephede”
“Altı aydır haber alamadım.”
“Unut sen onu.”
Beriki yeniden gülüyor, Annemiz ağlıyor. Bahçe kapısının önüne dönüyoruz.
Annemiz yaşlı bir kadınla birlikte evden çıkıyor.
Annemiz: “İşte Anneanneniz. Bir süre, savaş bitinceye kadar onun yanında kalacaksınız.”
Anneannemiz: “Çok uzun sürebilir. Ama kaygılanma, ben onları çalıştırırım. Yiyecek burada da bedava değil.”
Annemiz: “Size para gönderirim. Valizlerde giysileri var. Kutuda da çarşaf ve battaniyeler. Uslu durun yavrularım. Size yazarım.”
Bizi öpüyor ve ağlayarak uzaklaşıyor. Anneanne gülüyor. “Çarşaf, battaniye, beyaz gömlekler, cilalı pabuçlar! Ben size yaşamak neymiş göstereceğim!”
Anneannemize dil çıkarıyoruz. Kalçalarını döverek basıyor kahkahayı.
Anneanne'nin Evi
Anneanne'nin evi Küçük Şehir'in dışındaki evlerden beş dakikalık yürüme mesafesinde. Sonrasında barikatla kesilmiş tozlu bir yol var. Buradan öteye geçmek yasak, bir asker nöbet tutuyor. Makineli tüfeği ve dürbünü var, yağmur yağdığında nöbetçi kulübesine sığınıyor. Ağaçlarla örtülü barikatın ardında gizli bir askeri üs olduğunu biliyoruz, üssün ötesinde sınır ve başka bir ülke var.
Anneanne'nin evi bahçeyle çevrili, bahçenin arkasında bir dere akıyor, sonra orman başlıyor.
Bahçede her çeşit sebze ekili, meyve ağaçları da var. Bir köşede tavşanlık, kümes, domuz ahırı ve keçiler için kulübe sıralanmış. En büyük domuzun sırtına binmeye çalıştık, ama üstünde durmak olanaksız.
Anneanne sebzeleri, meyveleri, tavşanları, ördekleri, tavukları, ördek ve tavuk yumurtalarını, keçi peynirlerini pazarda satıyor. Domuzları da kasaba kimi zaman para karşılığında, kimi zaman da jambon veya füme sucuk karşılığında satıyor.
Bir de hırsızlara karşı bir köpekle, fare ve sıçanlara karşı bir kedi var. Aç kalması için kediye sürekli yemek vermemek lazım. Anneanne'nin yolun karşı tarafında bir bağı var.
Eve büyük ve sıcak bir mutfaktan giriliyor. Odun fırınında bütün gün ateş yanıyor. Pencerenin kenarında dev bir masa ve köşe sediri var. Bu sedirin üstünde uyuyoruz.
Mutfaktan Anneanne'nin odasına açılan, sürekli kilitli bir kapı var. Buraya yalnızca Anneanne geceleri uyumak için giriyor.
Bahçede, mutfaktan geçmeden girilebilen bir oda daha var. Odada yabancı bir subay kalıyor. Bunun da kapısı kilitli. Evin altında tıka basa yiyecek dolu bir kiler var, üstündeyse bir tavan arası; merdivenini testereyle kestiğimiz için Anneanne düştü ve canı acıdı, onun için artık yukarı çıkmıyor. Tavan arasının girişi, subayın kaldığı odanın kapısının hemen üzerinde; yukarıya halatla tırmanıyoruz. Kompozisyon defterini, Babamızın sözlüğünü ve saklamak zorunda olduğumuz diğer eşyaları buraya çıkarıyoruz.
Kısa sürede bütün kapıları açan bir anahtar yapıyoruz ve tavan arasının zeminine delikler açıyoruz. Evde kimse olmadığı zaman anahtar sayesinde her yere rahatça girip çıkabiliyoruz, delikler sayesinde de Anneanne ile subayı odalarında gizlice gözetliyoruz.
(Syf 9-12)
Görevler
Anneanne'ye karşı bazı görevlerimiz var, bunları yapmazsak bize yemek vermiyor ve geceyi dışarıda geçirmek zorunda kalıyoruz.
Başlangıçta ona boyun eğmiyoruz. Bahçede uyuyup çiğ sebze meyveyle besleniyoruz.
Sabah, gün doğmadan Anneanne'nin evden çıktığını görüyoruz. Bizimle konuşmuyor. Hayvanları besliyor, keçileri sağıyor, sonra da hepsini dere kenarına götürüp bir ağaca bağlıyor. Bahçeyi suluyor, sebzeleri, meyveleri toplayıp el arabasına yüklüyor. Yumurta dolu bir sepet, kafeste bir tavşan ve bir tavuk veya ayakları bağlı bir ördek de koyuyor el arabasına.
Arabanın kolanını ince boynuna dolayıp başı eğik halde pazara yollanıyor. Ağırlıktan sendeliyor. Yoldaki taşlar, çukurlar dengesini bozuyor, ördek gibi ayaklarını içe basarak yürüyor.
Şehre doğru pazara kadar hiç durmadan yürüyor, arabayı bir kez olsun yere bırakmıyor.
Pazardan dönünce, satamadığı sebzelerle çorba, meyvelerle de reçel yapıyor. Yemek yiyor, bağında bir saat kadar öğlen uykusuna yatıyor, sonra bağıyla uğraşıyor, yapacak bir şey yoksa eve geri dönüyor, yeniden hayvanları yemliyor, odun yarıyor, keçileri geri getirip sağıyor, ormana gidip kuru odun, mantar topluyor, peynir yapıyor, mantarları ve fasulyeleri kurutuyor, sebzeleri kavanozlara koyuyor, bahçeyi yeniden suluyor, mahzenini düzenliyor; hava kararıncaya kadar böyle çalışıyor.
Evdeki altıncı sabahımızda Anneanne evden çıktığında, bahçeyi çoktan sulamıştık. Domuzların yemiyle dolu ağır kovaları elinden alıyor, keçileri dere kıyısına götürüyor, el arabasını yüklemesine yardım ediyoruz. Pazardan döndüğünde de odun yarıyoruz.
Anneanne yemekte, “Anladınız, yemeği ve yatağı hak etmek lazım” diyor.
“Öyle değil, çalışmak çok zor, ama hiçbir şey yapmadan seyretmek daha da zor, hele çalışan yaşlıysa.”
Anneanne kıkırdıyor. “İtoğlu itler! Bana acıdığınızı mı söylüyorsunuz?”
“Hayır, Anneanne. Yalnızca kendimizden utandık.”
Akşamüstü ormandan odun topluyoruz. Artık yapabildiğimiz bütün işleri yapıyoruz.
(Syf 14-15)
Bir gece, geç saatte, Anneanne yattıktan sonra şehre gidį. yoruz. Şatonun yanında, eski bir sokakta, alçak bir evin önünde duruyoruz. Merdivenlere açılan kapıdan gürültüler, sesler, dumanlar geliyor. Basamaklardan iniyoruz, kendimizi meyhane. ye çevrilmiş bir bodrumda buluyoruz. Tahta sıraların, fıçıların üzerinde oturmuş veya ayakta bir sürü adam şarap içiyor. Çoğu yaşlı, ama aralarında birkaç genç ve üç de kadın var. Kimse bizimle ilgilenmiyor.
Birimiz armonika çalarken diğerimiz şarkı söylemeye baş lıyoruz. Şarkı, askere giden kocasının zafer kazanmış halde eve dönmesini bekleyen bir kadının hikâyesi.
Meyhanedekiler yavaş yavaş bize bakmaya başlıyor. Ortalık sessizleşiyor. Giderek daha yüksek sesle çalıp söylüyoruz, müziğimiz bodrumun tavanına çarpıp yankılanıyor, sanki başka birisi çalıp söylüyor. Şarkımız bitince, bakışlarımızı yorgun, göçük yüzlere çeviriyoruz. Bir kadın gülerek alkışlıyor. Bir kolunu kaybetmiş, gençten biri kısık sesiyle, "Bir daha çalın, bir şeyler daha çalın!" diyor.
Bu kez rollerimizi değiştiriyoruz.
Bu sefer armonika çalan, şarkı söylüyor ve yeni bir parçaya başlıyoruz.
Zayıf bir adam sendeleyerek bize yaklaşıp, “Susun köpekler!” diye bağırıyor.
Birimizi sağa, diğerimizi sola sertçe itiyor, dengemizi yitiriyoruz, armonika düşüyor. Adam duvarlara tutunarak merdiveni tırmanıyor.
Sokakta hâlâ bağırıyor: “Herkes sussun!”
Armonikayı alıp temizliyoruz; biri, “Sağır o” diyor. Bir başkası, “Sağır olsa iyi, zırdeli” diyor.
Bir ihtiyar saçlarımızı okşuyor. Çevresi morarmış çökük gözlerinden yaşlar iniyor: “Ne yazık! Mutsuzluk dünyası! Zavallı çocuklar! Zavallı dünya!”
Bir kadın: “Sağır ya da deli, o geri döndü. Sen de döndün.”
Kadın çolak bir adamın kucağına oturuyor. Adam: “Haklısın güzelim, geri döndüm. Ama neyle çalışacağım. Testereyi neyle tutacağım? Ceketimin boş koluyla mı?”
Bir başka genç adam gülerek, “Ben de geri döndüm. Ama belden aşağım felç. Bacaklarım falan. Artık kamışım bile kalkmayacak. Bir anda yok olsaydım, keşke orada kalsaydım” diyor oturduğu sıradan.
Bir başka kadın: “Hiç memnun olmazsınız. Hastanede ölürken gördüklerim hep 'Ne durumda olursam olayım yaşamak isterim, evime döneyim, karımı, annemi, nasıl olursa olsun göreyim, biraz daha yaşayayım' diyorlardı.”
Bir adam: “Sen kapa çeneni. Kadınlar savaşta bir şey görmediler.
Kadın: “Görmediler mi? Salak! Bütün yük, keder bizde: Çocukların beslenmesi, yaralıların bakımı. Savaş bitince siz hepiniz kahraman oluyorsunuz. Ölünce kahraman, gazi olunca kahraman, malûl olunca kahraman. Bu yüzden savaşı siz erkekler yarattınız. Sizin savaşınız bu. Siz istediniz, dövüşün öyleyse, kıçımın kahramanları!”
(Syf 78-79)