Aharon Appelfeld: Zor Bir Hayatın Hikâyesi

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Aharon Appelfeld ile devam ediyor.

17 Şubat 2023 - 11:15

Aharon Appelfeld, 1932 yılında, günümüzde Ukrayna ve Romanya arasında kalan Czernowitz, Bukovina yakınlarında doğdu. Annesi II. Dünya Savaşı’nın başlangıcında öldürülen Appelfeld babasıyla birlikte Transnistria toplama kampına gönderildi. Dokuz yaşında kamptan kaçmayı başaran Appelfeld sonraki üç yıl boyunca Ukrayna ormanlarında saklanıp karın tokluğuna köylüler için çalışarak hayatta kalma mücadelesi verdi. Savaş sona erdiğinde diğer hayatta kalanlarla birlikte önce İtalya’ya ardından da Filistin’e geçtiğinde on dört yaşındaydı. Ayrı düşmelerinden yirmi yıl sonra babasına İsrail’de kavuşan Appelfeld yeni bir dil ve isimle yeni bir hayata başladı.

Beer Sheeva’daki Ben Gurion Üniversitesi’nde İbrani Edebiyatı dersleri veren Appelfeld, kırk yılı aşkın yazarlık kariyeri boyunca soykırım öncesi, esnası ve sonrasında Yahudilerin yaşadıklarına dair çok sayıda roman kaleme aldı. Aralarında Prix Médicis étranger, Nelly Sachs Preis, Premio Grinzane Cavour ve Premio Boccaccio Internazionale ile 2012 Independent Foreign Fiction Ödülü, 2016 Hemingway Ödülü’nün de bulunduğu çok sayıda ödüle layık görüldü. 2018 yılında hayata gözlerini yuman Appelfeld, 2013 Uluslararası Man Booker Ödülü finalistlerinden olup aynı zamanda Commander de l’Ordre des Arts et des Lettres (Sanat ve Edebiyat Nişanı) sahibiydi.

Kitapları 30 dile çevrilen yazarın Livera Yayınevi tarafından yayımlanan ve kendi yaşam öyküsünü anlattığı “Zor Bir Hayatın Hikâyesi” isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

ZOR BİR HAYATIN HİKÂYESİ

Bin dokuz yüz otuz sekiz kötü bir yıldı. Bolca söylenti vardı ve kapana kısılmış olduğumuz açıktı. Babam Uruguay ve Şili’deki akraba ve dostlarımıza telgraflar çekti, vize için Amerika’ya bile başvurdu ama faydası yoktu. Artık hiçbir şey sorunsuz işlemiyordu. Eskiden evimizi açtığımız kişiler, güvenilir iş ortakları ya da çocukluk dostları aniden bizi tanımazdan gelmeye ya da düşmanca davranmaya başlamışlardı. Çaresizlik her yere pusu kurmuştu. Tuhaf ama o zaman dahi aramızda her olayı iyiye yoran kör iyimserler vardı; Hitler’in gücünün aldatıcı olduğunu ve Almanya’nın önceki duruma döneceğini hatırı sayılır belagatle ispatlayabilirlerdi. Bunun yalnızca zaman meselesi olduğunu savunuyorlardı. Ayaklarımızın altındaki toprağın yandığını hisseden babamsa her kapıyı çalıyordu.

Sonbaharda büyükbabamın, annemin babasının, ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve günlerinin  sayılı olduğunu öğrendik. Büyükbabam bunu soğukkanlılıkla karşıladı. Dalgın bakışları giderek daha da ciddi ve delici bir hal aldı.

Bir gece anneme şöyle dedi: “Yaşayanlarla ölülerin arasındaki bu ayrım bir yanılsama. Aradaki geçiş insanların sandığından çok daha kolay. Bu yalnızca bir yer değişimi, bir üst seviyeye çıkmak.”

Bunu duyduğunda annem bir bebek gibi ağladı.

(Syf 39)

Ölüm bizi her yandan kuşatmıştı, yine de babam eğer yeterince denersek biraz zaman kazanabileceğimizi hatta belki de kurtulabileceğimizi düşünüyor gibiydi. “Vazgeçmemeliyiz” derdi. Neyi kastettiğini anlamak güçtü ama sürekli olarak en sert eleştirilerini bize değil kendisine yöneltiyordu. Bir defasında büyükbabama şöyle dediğini duydum: “İlahi merhamete ihtiyacımız var, bol bol merhamete ihtiyacımız var”. Nasıl olmuştu da böyle bir cümle onun ağzından çıkabilmişti; büyükbabam da şaşırmış gibi görünüyordu. Evde birçok anlaşılmaz cümle sarf ediliyordu. Köreltici bir bilmecenin ortasında yaşıyor gibiydik.

Annem bazen ellerini sallıyordu, kötü ruhları kovalamaya çalışıyor gibiydi. Her nedense bu hareketler babamı sinirlendiriyordu ve ihtiyacımız olanın umutsuzluk değil sakin bir kafa olduğunu söylüyordu. Yine de umutsuzluk üstümüze geliyordu.

(Syf 44-45)

Savaş esnasında çocuklar görmezden gelinirdi. Çocuklar herkesin üstünde yürüdüğü saman gibiydiler. Ancak, tüm bu büyük karmaşanın ortasında bile terk edilmiş bir çocuğu teselli eden, ona ekmek veren ya da omuzlarına bir ceket koyan bazı fevkalade insanlar da vardı.

(Syf 55)

Savaş biteli elli yıldan çok oldu. Çok şey unuttum, yakınlık duyduğum şeyleri bile… Özellikle mekânlar, tarihler ve kişilerin isimleri. Ama yine de o günleri hâlâ vücudumun her zerresinde duyumsayabiliyorum. Ne zaman yağmur yağsa, hava soğuk olsa ya da şiddetli bir rüzgâr esse günlerimi geçirdiğim gettoları, toplama kampını ya da ormanları anımsıyorum. Görülen o ki belleğin insan bedenindeki kökleri çok derinlerde. Bazen çürük saman kokusu ya da kuşun sert çığlığı ta içime işleyip beni geçmişe götürmeye yetiyor.

İçimde olduklarını söylüyorum, oysa henüz belleğimdeki bu derin yara izlerini dillendirecek kelimeleri bulabilmiş değilim. (…) Anlatacaklarım kampta olanlar değil, tıpkı 1942 yılının sonbaharında, on yaşımdayken benim de yaptığım gibi kamptan kaçanların başına gelenler.

Ormana girdiğimi değil de kırmızı elmalarla dolu ağacın önünde durduğum anı hatırlıyorum. Öylesine şaşırmıştım ki birkaç adım gerilemiştim. Geriye doğru attığım bu adımları bilincimden çok bedenim anımsıyor. Ne zaman yanlış bir adım atsam ya da geriye doğru sendelesem, kırmızı elmalı o ağacı görüyorum. Boğazımdan bir lokma yemek geçmeyeli iki gün olmuştu ve işte, önümde üzeri elma dolu bir ağaç vardı. Elimi uzatıp onları koparabilirdim ama şaşkınlık içinde kalakaldım ve orada durdukça içimde kök salan sessizlik derinleşti.

En sonunda oturup yere düşmüş, bir kısmı çürümüş küçük bir elmayı yedim. Sonra uykuya dalmış olmalıyım. Uyandığımda hava kararmak üzereydi. Ne yapacağımı bilmediğimden dizlerimin üzerinde doğruldum. Bu duruşumu hâlâ dün gibi anımsıyorum. Ne zaman diz çöksem ağaçların arasından sızan gün batımını görüp mutlu olurum.

Ancak bir sonraki gün daldan bir elma koparabildim. Sert ve ekşiydi, elmayı ısırmak dişlerimi acıtsa da çiğnemeye devam ettim ve posası daralmış boğazımdan geçti.

Birkaç gün boyunca yemek yemeyince insanın açlığı köreliyor. Oradan kıpırdamadım bile. Ne elma ağacından ne de hemen yanındaki kanaldan uzaklaşmamam gerektiğini düşünüyordum. Ama susuzluk beni harekete geçirdi ve su aramak üzere yola koyuldum. Gün boyu aradım ve en sonunda akşama doğru bir dereye rastlayabildim. Eğilip su içtim. Su gözlerimi açtı ve önümde günlerdir gözümde canlandıramadığım annem belirdi. Onu tıpkı daha önceleri gibi pencerenin yanında durmuş dışarı bakarken gördüm. Ama sonra ormanda tek başıma nasıl olup da kaldığımı merak ediyormuşcasına aniden bana döndü. Ona doğru yürüdüm, ancak yürümeye devam edersem dereyi kaybedebileceğimizi anlayınca durdum. Dere kenarına dönüp annemi gördüğüm ışık huzmesine tekrar baktım. Ama çoktan gitmişti.

Annem savaşın başında öldürülmüştü. Onu ölürken görmedim ama attığı o tek çığlığı duydum. Ölümü hâlâ içimde derinlerde bir yerde ama ölümünden de çok bir parçam haline gelen, öldükten sonra bana yeniden görünmesidir. Ne zaman mutlu ya da üzgün olsam yüzünü karşımda bulurum. Ya pencere pervazına yaslanıyordur ya da evimizin kapı eşiğinde, sanki bana doğru yürümeye başlayacakmış gibi ayakta duruyordur. Şimdi onun öldüğü yaştan otuz yıl daha yaşlıyım. Zaman onu hiç değiştirmedi. Daima genç ve güzel.

Dereyi kaybetme korkum yersizdi. Onu takip ettim, neyse ki ormanın ucuna kadar uzanıyordu. Bu dere ailemle geçirdiğim tatillerden anımsadığım, söğüt dallarının gölgelediği, yavaşça akan derelere benziyordu. Birkaç saatte bir durup suyundan içiyordum. Dua etmeyi bilmiyordum ama su içmek için eğildiğimde gözümün önüne tarlalarda çalışan ama dizlerinin üzerine çökerek sessizce istavroz çıkaran köylüler geliyordu.

Ormanda kimse açlıktan ölmez. Bir yabanmersini çalılığı, bir ağacın gövdesinin hemen yanında çilekler gördüm. Armut ağacı bile buldum. Geceleri çok soğuk olmasa daha fazla uyuyabilirdim. O günlerde ölüm kavramı aklımda henüz şekillenmemişti. Gettoda ve toplama kampında birçok ölü insan görmüştüm ve ölülerin yeniden ayağa kalkmadıklarını, eninde sonunda bir çukura konulduklarını biliyordum. Yine de ölümü bir son olarak kavrayamıyordum. Ailemin gelip beni almasını beklemeye devam ediyordum. Bu ümit, bu gergin bekleyiş savaş boyunca devam etti; şimdi bile ümitsizlik pençelerini bedenime geçirdiğinde böyle hissederim. 

O ormanda kaç gün kaldım? Belki de yağmurlar başlayana kadar. Ağaçların arasında yaşamımı sürdürürken üşümeye başladım. Saklanacak hiçbir yer yoktu ve ince kıyafetlerimin içine su işlemişti. Neyse ki Alman istilasından birkaç gün önce annemin aldığı küçük bağcıklı çizmelerim vardır ama onlar da su alarak ağırlaşmaya başlamıştı. Ormanın yakınındaki yamaca serpiştirilmiş köy evlerinden birine sığınmak dışında şansım kalmamıştı. Sonradan anladım ki bu köy evleri bulunduğum yerden oldukça uzaktaydı. Uzun bir süre yürüdükten sonra çatısı samanla kaplı bir kulübeye ulaştım. Kapısına yaklaştığımda birkaç köpek üzerime atıldı, son anda onlardan kaçmayı başardım.

(Syf 58-61)

Bazı görüntüler kolay unutulmaz. On yaşındaydım ve ormanda yaşıyordum. Yaz mevsiminde orman sürprizlerle doludur: Şurada bir kiraz ağacı ve orada, yere yakın bir yabani çilek çalısı. Yağmur yağalı iki hafta olmuştu. Ayakkabılarımla kıyafetlerim kurumuştu ve yaydıkları küf kokusu hoşuma gidiyordu. Sanki bir yolunu bulabilsem aileme kavuşacakmışım gibi geliyordu.

Ailemin beni bekliyor olduğu düşüncesi hep aklımdaydı ve beni savaş boyunca korudu. Yollar beni ormandan çıkardı ama aileme kavuşturmadı. Her gün başka bir yolu denedim ama her gün hayal kırıklığına uğradım.

(Syf 70)

O yılların üzerimde bıraktığı en güçlü izler fiziksel olanlar. Ekmeğe olan açlık. Bugün bile gecenin bir yarısı kurt gibi acıkmış vaziyette uyanabiliyorum. Açlık ve susuzlukla ilgili rüyaları neredeyse her hafta görüyorum. Sadece açlığı yaşamış insanların yiyebileceği gibi yiyorum, aç kurtlarınkini andıran bir iştahla.

(…)

Olmuş olan her şey hafızama değil bedenime kazılı. Görünen o ki hücrelerim, asıl anımsanması gereken aklımdan daha çoğunu anımsıyor. Savaştan sonra yıllarca ne kaldırımın ortasından ne de yolun ortasından yürüdüm. Hep duvarlara tutundum, hep gölgelerde kaldım ve hep sanki kayıp gidiyormuşcasına hızlı hızlı yürüdüm. Genellikle ağlamam ama en olağan vedalar bile beni ağlatır.

(Syf 95-96)

 

 


ARŞİV