Ahmed Arif: Leylim Leylim

Ahmed Arif'in Leyla Erbil'e yazdığı mektuplardan seçki "Delinim. Hemi bütün belalar, hemi de bütün sevdalar, bilir."

28 Mayıs 2020 - 13:43

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.

AHMED ARİF (23 Nisan 1927-2 Haziran 1991)

Tek şiir kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim” ile edebiyat hayatımızda derin izler bırakan usta şair Ahmed Arif, 23 Nisan 1927 tarihinde Diyarbakır’da doğdu. Asıl adı Ahmet Hamdi Önal olan şair küçük yaşta annesini kaybetti. Liseyi Afyon’da yatılı okulda okuyan Arif, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydoldu. Politik kimliği nedeniyle defalarca gözaltına alınıp tutuklanan, sürgüne gönderilen şairin ilk şiiri 1940 yılında Seçme Şiirler Demeti adlı dergide yayımlandı.

1956 yılından sonra Medeniyet, Öncü ve Halkçı gazetelerinde düzeltmen, sekreter ve yazı işleri müdürü olarak çalışan Ahmed Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı 1968 yılında yayımlandı. Türkiye'de en çok basılan kitaplar listesinde olan kitaptaki şiirlerin bir kısmı çeşitli sanatçılar tarafından bestelendi. 2 Haziran 1991’de geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitiren usta şair, edebiyatımızın usta kalemlerinden şair- yazar Leyla Erbil’e büyük bir aşka bağlıydı. Leyla Erbil’in dostluk sınırından öteye geçmesine izin vermediği bu ilişkiden 1954-1959 ve 1977’de yazdığı mektuplar kaldı. Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektuplar, Arif’in oğlu ve Erbil’in isteğiyle yazarın ve Leyla Erbil’in ölümünden sonra “Leylim Leylim” adıyla Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından kitaplaştırıldı.

Pek çoğu “Leylim” diye başlayan ve “gözlerinden öperim” diye biten 60’ın üzerindeki mektup, bir yandan Ahmet Arif’in yaşadığı zorlukları anlatırken diğer yandan da Leyla Erbil’e duyduğu derin aşkı gözler önüne seriyor. Usta şairi saygıyla anıyor Leylim Leylim kitabından bazı bölümleri okurlarımızla paylaşıyoruz.

 

LEYLİM LEYLİM

5 Mayıs 1954

Bismil

Leylâ, Zalim Leylâ!

Bu, benimki dördüncü. Oysaki senden bir tek mektup aldım. O belâlı ve korkunç ilk mektubun, yani 4-1, ben mağlubum... Ben, belki yazamazdım da, melânkolim ve serseriliğim tutar da yazamaz, boş verirdimse, sen yazacak, “bu oğlan, öldü mü kaldı mı?” diye sen arayacaktın, değil mi?

Bari bu suskunluğun sebepli ve hayırlı olsa ve bana bu kadar kahırdan sonra, parıltılı şiirler göndersen. Öyle olacak elbette. Sen, osun çünkü. O, şâir, dost, en sevgili ve en kardeş... Başka türlü olamaz...

Mektuplarımı almıyor musun yoksa? Hep de taahhütlü gönderiyorum. Geçen gün coştum,  annene bayram kartı ile hürmetlerimi gönderdim, ellerinden öptüm, söyledi mi?

“Bin yıl, bahar içre ömrünü sürsün,

Seni doğuran ana”

Benim Lâmbo’da başladığım şiir, ne oldu biliyor musun? Hem de birdenbire ve yarı gece. Şimdi elli mısrâdan çok. Daha bitmedi. Ah, seninle beraberken bitebilir ancak! Elbette ki senin harikûlâde zevk ve anlayış sansüründen geçecek. Pasajlar hep “yeşil” diye bitiyor. Benim ve senin ne varsa, ikiz ruhumuzda ne varsa her biri birer hafif parıltılı taşla, kompozisyona giriyor. Kahrın, bulunmaz ve yaratılamaz güzelliğin, dost ve kahraman ve çırılçıplak samimiliğin, büyüklüğün, namluların yivlerinde fışkıran güller, birer nilüfer dizisi olmuş prangalar.  Spartaküs’ün bukağısı, kol bağları. Kısır kadının anne oluşu ve çok uzak, kimselersiz bir yıldızda inleyen bir stradivarius. Dünya çarşılarının en küçük meyhanesi. Ve biz, milyarlarca aşkın, yalanın, alçaklığın, kahramanlığın; kapıları, kapakları, kuş uçurmaz uzaklıkları ve ayrılıklarıyla, kahrolası yasaklarıyla, bu acayip kaos karanlığında, biz ikimiz! İki müthiş hasret, iki parça can... Ve canımda o ölüm namussuzu... Bütün bunları, abstrait şiir haysiyetine halel getirmeden işleyebiliyorum. Bana bu kudreti verdiğin, beni ben ettiğin için sana teşekkür etmek, galiba pek resmî kaçar. Hattâ ben, züppelik diyorum buna. Ben, senin için, ancak her şeyimi, bütün mevcut kıymet hükümlerini ve canımı fedâ etmekle belki biraz hafiflemiş olurum. Yine de ödemiş, karşılık vermiş olamam... Bu, hem çok acı, hem de şaheser bir ruh hali. Kimselere mecbur olmadım, olmam da. Yiğitliğim ve rivayet olunan erkekliğim, bundandır... Ama senin mecburun olmak, beni hiç mi hiç küçültmüyor. Aksine yüceltiyorsun, İNSAN ediyorsun, yaşatıyorsun...

Gözlerinden öperim. O güzel burnuna yıldızlarca öpücük... Bana yaz! Ben daha buradayım. Eğer Diyarbakır’a yazdıysan, annem alır, açmadan bana gönderir. Ben giderken sana yazarım. Kendine iyi bak. Bir daha hiçbir ana doğurmaz seni. Bir daha hiçbir cihan bulamaz seni. Tekrar öperim. Senin.

***

Tarihsiz

 

Leylim,

Nicesin gene? Beyninde mi, yüreğinde mi, başka bir yerinde mi, nerendeyse o İNAT yönünü yaratan dokuları öpmek isterim. Evrende seni özler, seni isterim. Başkaca hiç. Ne taktığım, ne de vurulacağım bir nen yok. Seni. Sade seni.

Ben iyiyim.  O i...lerden henüz bir haber çıkmadı. Beklettiklerine göre, sonu iyi sanırım. İyi olmasa da takmam. Her dilediklerini yapsınlar. İsterlerse sinirlerimi, etlerimi, kemiklerimi, adımı, sanımı, cımbızlarla tek tek alsınlar. Unuttum. Korkmayı, sakınmayı. SENİ ALAMAZLAR BENDEN. Tılsım bu işte. Ayakta, fırtına gibi beni tutan bu.

Kalem tutan ellerine kurban olurum. Yaz Ahmet kuluna iki satırcık.

Ha! İş bilen tuttum. Tuğla yapıyorum. Ekmek çıkıyor. Sonbahara -olmazsa ilkbahara- kitabımızı mutlak çıkarıcam. Abstrait  resimlerini  biriktir.  Desenlerin varsa yitirme. Kitabımıza alırız. Ne diyon?

Kulluğum, divâneliğimle ellerini, gözlerini öperim. Öpüyorum ama doyamıyorum. Mutluluk ya da cehennem bu galiba. Sana doymak, korkunç ahmaklık olur.

Hadi gel…

 

***

13 Nisan 1955

Diyarbakır

Leylim,

Teşekkür ederim. Beni  şâd ettin. Mektuplar -ikimizin de- maalesef bazen kayboluyor.  Çalıyor i...ler neylersin. Dün telefon ettim sana, annen ve bir erkek -belki  baban- çıktı. Kapamak zorunda  kaldım. Seni dünyaya getirenlerle dövüşemem. Tanısalar, bilseler  beni ne olurdu!

Bana salıyı çarşambaya bağlayan gece 1825 numaraya telefon et. Saat 18’den 21’e kadar beklerim seni. Bugün telgraf da çekeceğim sana. Sana daha emin bir adres veriyorum. Gene de eve yazarsan iadeli taahhütlü yaz. O zaman kaybedemezler. Evleneceksin demek? Herhal çocuğu sevdin! İnşallah mesut olursun canım. Ama müstakbel kocan bana yazdığına kızmayacak cinstendir inşallah. Yoksa seni kaybetmek, sesini duymamaktansa gebereyim daha iyi olur.

Mayıstan itibaren dergileri kolla! Yazabileceğim artık. Sen de gönder bana, yayınlayayım. Güner ne âlemde? Niye yazmıyor? Ama bir gün döver, burnunu kırarım onun söyle kendisine! Kısa kesiyorum affet. Yatıyorum.

Selâm biricik dostum.

 

18 Mayıs 1955

Diyarbakır

 

Leylâ,

Ankara’ya  gelmiş  olmalısın  herhal.  Bundan  önce de sana -Ankara’ya- yazdım. Eline geçmedi anlaşılan. Yahut muhteşem balayında beni hatırlayabilmene fırsat bulamadın. Değil evlilik, insan düşüncesinin ulaşabildiği bütün kavramların üstünde, biz hep birbirimizi görecek, duyacağız. Dostluğumuzun uzun ömürlü -hiç olmazsa biz dünyamızı bırakıp gidinceye- oluşu, bundan...

Sana hep kendimden açayım derim. Oysa elim tutmaz, dilim  varmaz.  Ne zaman  bu  düşüne  kapılsam, aklıma hep senden açmak gelir. Kimselere karşı böyle değilim,  bilirsin  ne  hergele  asî  olduğumu.  Hoşuma gidiyor bu. Daha doğrusu hoşa gitmekten başka, baskın,  ayrılınmaz  bir  tutku. Seni anlatabilmek...  Kime ama? Bu bok düzenin, bu dört boyut zindanın, kâinat, sonsuzluk fâlan dedikleri bu ölümlü şakalar kaos’unun nesine, neresine anlatmak?

Oysa seni düşünmek, bu kokmuş erdemlerin çok uzağında. Onlarla hiçbir ilişiği, sebepliliği yok.  Belki de “mutluluk” bu. Beni susturabildiğine, yerimde çakılı bir taş gibi tutabildiğine göre de  değer olarak düşünülmesi zorunlu bir hâl.

***

7 Temmuz 1955

 

Leylim,

Geldi mektubun. Teşekkür ederim. Kaç gündür -ağzımın kenarında tembel bir cıgara- yatıp gökleri seyrediyorum. Evle küsmüştüm, mektubun geldi diye barıştık. Bu akşam galiba üç kardeş biraz kafa çekicez.

Canım benim, şu ceza hukukunu mapusta öğrendim. Avukat puştlara muhtaç olmamak için. Keşke öğrenmez olaydım. Biliyorsun ben ilkinde beraat ettim, sonuncuda gün yedim. Sürgünüm de var, sekiz ay Urfa'da. Ama karara itiraz ettim, temyiz layihamı yazıp gönderdim. Politik bakımdan bir hâtâ bu. İtiraz etmeseydim şimdiye sürgünüm bitmiş, kurtulmuştum. Ama o zaman da suçu kabul etmiş sayılırdım. Bilmem anlatabildim mi? Şimdi de bekletiyorlar. Zannederim Cenevre Konferansından sonra -yani beş on gün- benim ve arkadaşların durumu daha bir aydınlanır. Sen olmasan, olmasaydın, bunlara dayanmak  işten bile değil. Sâde şu son patırtıda sinirlerim bozuldu, hastanelik oldum o kadar. Kişi, kabiliyetine ve haysiyet duygusuna göre acı çeker, sevinç duyar. Ölmedim. Son sözümü de söylemiş değilim, değiliz. Sen sağ ol. Sen sağ ol, sıkılma ve üzülme. Zâten yaptığımız ne ki?

Kimsenin karnında açlığı, ayağında yalınlığı ve sırtında çıplaklığı kalmasın diye ömrümüzden bir parça vermek. Hepsi bu. Oysa bunu hacı nenem de bilir!

***

5 Mart 1956

Canım Benim,

 

Bilir misin, canım dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep. Gezegenlerin en güzel kızısın. Haydi bir kelime uyduralım. Öbür yıldızlara da durağan diyelim. Durağanların da en güzel kızısın... Kaderimiz bir tuhafsa, ömrümüzü dolu bir kadeh gibi sindire sindire içemediysek, günahı boynumuza değil. Bu kara günlerin de bir sonu var. Ne sonu, dibini bulduk be! Benim üzüntüm, canavarın dişinin sökülmesi işinde bir eyyam alıkonulmam! Hepsi bu... Hikâyemi nasıl tam bilmezmişin? Senden saklı bir şeyim olabileceğini düşünemezsin. Büyük bir küfür olur bu bana. Sade mektupla anlatmak istemediğim -başını ağrıtırlar, can sıkıcı saatlerin belki de günlerin olur- bir iki önemsiz nokta var. Şark Kahvesi’nde anlatacak gibi oldum, Güner istemezlik etti, hatırlarsın. Neyse, bir daha şaka da lâf da olsa, dostluk mu, acaba değil mi gibi sorular getirmeni üzüntüyle dinleyebilirim ancak. Ya ne ulan? Kim bilir -senin yönünden- bir tecessüs, bir değişiklik, biraz da şövalyelik ve merhamet. Ha? Bunların sevimizi bugüne getirmeleri de bir gerçek ama. Benim yönümdense -kaç defa söyliycem bunu be- SENden gayrı tüm erdem ve nimetlerin gözümde bir çöp kadar bile değerli olamayışıdır.

Her neysem, şair, usta, mahpus, sürgün, acemi, yiğit ya da korkak, SENinle değerlendirebilirim. SEVİYORSAM, sen olduğun içindir. UTANIYORSAM, senden utanabilirim ancak. YİĞİTSEM, seninle yiğit olunur elbet. Korkuyorsam, sensizliğin korkusudur bu. Daha ne canım kızım? Dişine zar, boynuna ter olasım gelir. Gün yirmi dört saat seni düşünmek. Ne yüce, ne sonsuz bir duyu bu, bilir misin ki? Leith motive mi ne işte gâvurca bir söz var bilmem yabancı dili -Zaza, Kürt, Arap dillerini şiir gibi bilirim ya hergelelik hoşuma gidiyor olmalı!- onun gibi bir nen. Hayatımın en koyu ve belirli çizgisi, motifi, süregidecek tadı SENSİN canım. İnşallah anlatabildim!

 

***

31 Aralık 1956

Leylim,

Mektubunla da başladın kırmağa beni. Vurmağa beni. Bi bakıma bu da gerekli. Biri gerek sana, provasız vurasın, kırasın diye. Beni seçtiğine iyi ettin. Katlanırım. Üzmem seni, yanıtlayıp çileden çıkarmam hiç değilse…

“Seni seviyosam, senin yerini herkeslerden başkaca ayırmışsam” diye başlayan bir bölüm var mektubunda. Gereksiz bunlar canım benim, gereksiz ve doyumsuz. Beni sevmediğini söylemek ne diye üzer seni? Bu da bir gerçek. Sevgiyi yaratmak gerek. Bunda da bazan tek yönlü uğraşma, verme, ölümü göze alma, sonuç vermiyor. İster istemez işi bir talih meselesi olarak ben çoktan kabullendim. Üzme, zorlama kendini. Beni hiç sevmedin. Gene de benim yanımda ve ben yokken benim hayalimle kaldığında olduğun gibi kal. Örtünmelere, göstermeliklere başvurmadan, çırılçıplak kalabilmek arzunu gene ve sadece ben mümkün kılarım.

***

Tarihsiz

 

Sevgili Canım,

Mektubunu almıyaydım çıldıracaktım. Sana, gittikçe daha vuruluyorum. Sonum bu gidişle korkunç. Senden her mektup alışımda âdeta devleşiyorum. Kudretim sonsuzlaşıyor. Maalesef durumum hakkında kesin bir bilgi edinemedim. Ama işi salladıklarına göre hafif bir ceza verileceğini tahmin ediyorum. Herhal bu önümüzdeki hafta sonuna gelip fermanımı elime verirler. Hiçbir korkum yok gayrı. Yendim. Seni düşünebilmenin büyüklüğü ve tadı, hiçbir zulma, hiçbir ölüme baş eğmez. Seninim... Başkaca yokum. Forum için çok iyi ettin. İnşallah yayınlarlar. Sahiden saygım büyüktü onlara. Ama aldanabilirim de! Sen demek Bozok'un ne p... olduğunu bilmiyorsun? Yayınlamaz elbette! Salim’e gelince, merhaba etmene bile gönlüm razı değil. Sakın ha!

Oktay’ı, Şairler Yaprağında ben benzettim. Okudun mu bilmem. İt yese kudurur yazdıklarımı. Ama anlayana tabii! Ha, başka bir dergide bana cevap verirse bildir canım. Çünkü buraya sadece Yeditepe ve Varlık geliyor. Gayrı memursun. Boş vaktin çok demektir! Bana hiç değilse her uçak günü yaz ömrüm. İşin hayırlı uğurlu olsun. Şimdilik bir sıkıntım yok. Olursa yazarım. Senden özge kimim var ki benim bu namussuz evrende? Sahiden, celâsunlu -yiğit, pervasız- bir kızsın. Sana yâr olmağa çalışacağım. Sana lâyık, sana denk olabilmek... İşte ben, benim dünyadaki fonksiyonum. Leylim - Leylim... Ha, C... S... la özel bir anlaşmazlığın yoksa takışmağa değmez. Biçarenin, hastanın biri o. S..tir et gitsin. Hoş işi bu benim ölçümle ele alınca takışacağın hiçbir değer yok edebiyatımızda. Ama bazı mecbur ediyorlar insanı. Meydanı boş bulmuşlar, bilgiç bilgiç savurup duruyorlar. Bilmem ne sözünü duyduklarında korkudan külot değiştirmek zorunda kalanlar, bakıyorum ileri, inkılâpçı gibi sözleri ağızlarından düşürmüyorlar. Benim yediğim sopanın binde birini yeselerdi beyler bugün resmen faşist kesilirlerdi oysa. Bu işler böyle canım. Kimi parsacısı, davulcusudur bu işin, kimi de fedaîsi, adsız kahramanı... Seni öper, öper, öper, öperim.

Tam boş yanı bu diyorum cellâdın.

Tam bıçağım cehennem gibi güzelken.

Aklıma düşüyorsun.

Ellerim arık...

Senin

 

UNUTAMADIĞIM

   Açardın,
   Yalnızlığımda
   Mavi ve yeşil,
   Açardın.
   Tavşan kanı, kınalı - berrak.
   Yenerdim acıları, kahpelikleri...       

   Gitmek,
   Gözlerinde gitmek sürgüne.
   Yatmak,
   Gözlerinde yatmak zindanı
   Gözlerin hani?

   "To be or not to be" değil.
   "Cogito ergo sum" hiç değil...
   Asıl iş, anlamak kaçınılmaz'ı,
   Durdurulmaz çığı
   Sonsuz akımı.

   İçmek,
   Gözlerinde içmek ayışığını.
   Varmak,
   Gözlerinde varmak can tılsımına.
   Gözlerin hani?

   Canımın gizlisinde bir can idin ki
   Kan değil sevdamız akardı geceye,
   Sıktıkça cellad,
   Kemendi...

   Duymak,
   Gözlerinde duymak üç - ağaçları
   Susmak,
   Gözlerinde susmak,
   Ustura gibi...
   Gözlerin hani?


ARŞİV