Ahmet Hamdi Tanpınar: İçtimai Cürüm ve İnsan Adaleti

Edebiyat Hayatından Hatırlamalar köşesinde bu hafta Ahmet Hamdi Tanpınar'ın “İçtimai Cürüm ve İnsan Adaleti” başlıklı yazısını yayınlıyoruz

17 Ağustos 2018 - 10:20

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

AHMET HAMDİ TANPINAR (23 HAZİRAN 1901 24 OCAK 1962)

“Ne içindeyim zamanın,

Ne de büsbütün dışında”

Bu dizeleri, unutulmaz roman ve hikâyeleriyle tanıdığımız Ahmet Hamdi Tanpınar, öğretmen ve siyasetçi kimliği ile pek çok yazar ve şairin de yolunu açtı. Edebiyat öğretmenliği yanı sıra 1942-1946 yıllarında TBMM’de Maraş Milletvekilliği de yapan Tanpınar, Türk edebiyat tarihinde önemli bir yere sahiptir. Tanpınar’ın Dergâh Yayınları tarafından yayınlanan “Hep Aynı Boşluk” kitabından “İçtimai Cürüm ve İnsan Adaleti” başlıklı yazısını kısaltarak yayınlıyoruz. Tanpınar'ın gazete ve dergilerdeki yazılarının derlenmesinden oluşan “Hep Aynı Boşluk”; yazarın edebiyat, sanat, düşünce ve siyasete dair denemelerini, makalelerini, anket ve röportajlarını içeriyor.

İÇTİMAİ CÜRÜM VE İNSAN ADALETİ

Birkaç insan çıkar; memlekette zaruri görünen bir hareketi benimser, halk arasında birikmiş şu veya bu tepkiyi türlü kanallara akıtarak fitillere yara işletir gibi işletir. Her türlü muzır düşünceyi, her cins insanı bile bile kullanır, yüzde yüz tutamayacağını bildiği vaatlerde bulunur, memleketin halkını birbirine düşman eder, oy gücüyle iktidara geçer ve daha ilk günden beri adına konuştuğu bütün güzel ve iyi şeyleri unutur, gözlerini realiteye sımsıkı yumar, kendi çıkarlarından başkasını düşünmez, kalkınma der batırır, imar der yıkar, etrafına topladığı insanları çeşitli usullerle çürütür, cürüm ortağı yapar, beş çalabilmek için yüzün veya binin yağma edilmesine razı olur, memleketi en aşağı elli sene geriye götürür; birkaç nesli borç ve ümitsizliğe sokar, kendisine akıldan bahsedene budala, insaftan bahsedene vatan haini ve sabotajcı der, programdan söz açıldı mı güler, plan kelimesini ağzına alana hücum eder. O, refah kalesini tek bir darbede fethedecektir.

Katiyen merak etmeyin, her şey, hepsi birden olacak. Bakın şimdiden bu masal diyarının etrafı nasıl barajlarla, kombinalarla, fabrikalarla sarıldı? Sizin vazifeniz geleceğe emniyetle bakmaktır. Hele o günler gelsin; size ne türlü bir Türkiye hazırladık göreceksiniz… Ve bu güzel, nurlu yarına intizaren memleketin yarı servetini, tapulu, tapusuz üstlerine geçirirler, öbür yarısı ise mutlak ziyandır.

Her itiraz, gerçeğe, ilim ve tecrübenin verilerine bir adavet bir ihanet sayılır. Bütün bir millet yavaş yavaş sağduyuyu bile tehlikeli ve silah addeden acayip yasaklar devrine girer ve durmadan iyi niyet önleyen kanunlar çıkabilir. Acayip, izahı güç, kabulü imkânsız bir kazanma, çalma, çırpma fırtınası sürecektir. Onun yanı başında Roma’yı, eski Kartaca’yı imrendirecek bir zevk devridir başlar. İki yağı çukurda ihtiyarlar bile devlet parasıyla çapkınlığa başlar. Tabii ebatta bir kadının kolları arasında kaybolacak vantrilok bebeği kılıklı cüceler Marki de Sade’ın muhayyilesine rahmet okutacak hatıra defterleri tutarlar. Meğer nelere hasret çekiyormuşuz! Günün birinde işler değişir, korku bulutları etrafı sarar. O zaman bizzat rejimin açıktan açığa inkârı olan kanunların sağanağı başlar, kanlı tertipler yol alır. Evvela bu tertiplerin hedefi olan, memlekette tarihin ağzı belki de kendisi en yüksek rütbesi olan adam onları ikaz eder. Önünüz ihtilaldir der, sonra bütün bir gençlik şahlanır. Fakat demokrasi kahramanları öyle her gürültüye pabuç bırakacak cinsten insanlar mıdır? Onlar milletin oyu ile gelmişlerdir. Ne acayip bir anlayış ki, kendilerini iş başına getiren seçimi hiç unutmazlar, fakat onun sırtlarına yüklediği mesuliyeti akıllarına bile getirmezler.

İsterse cihan baştan başa al kana boyansın!

Nitekim buna da niyet ederler.

Soyguncu idare tarihte ilk defa vaki olan bir şey değildir. Her millet bu cinsten vahim tesadüflerle karşılaşmıştır. Fakat çok defa bir yanda yaptığı fenalığı öbür yanda telafi eder. Yahut da görgüsüzlük, cehalet gibi mazeretleri vardır. Roma daima çalar ve çırpardı, bazen de –bilhassa imparatorluk devrinde- ağır bir zulüm makinesi olurdu. Fakat daima büyük manasında yaratıcı idi. Fransa’da, İngiltere’de, bazı hükümdarların devirleri, bilhassa niyabet hükümetleri de böyle idi. Ama hiç olmazsa zarafetleriyle, açık fikirleriyle zevk ve fikir sahasında bir devir açmışlardı. Aristokrattılar, başlarıyla oynamasını bilirlerdi.

Osmanlı tarihinin çocuk padişahlar devri diyeceğimiz XVII. Asrı gerçekten acınacak bir suistimal ve anarşi devridir. Hemen her iş başına gelen, devlet otoritesini kötüye kullanır. Hepsinin doyuracağı bir maiyeti, maiyetinin maiyeti, taraftarlarının taraftarları vardı. Ama XVII. Asırdı bu. Bütün bu işler kendini derleyip toplamasını bilmeyen bir rejimin içinde olurdu, memlekette şahsi idare hâkimdi ve devlet adamlarının içinde adını yazmasını bilmeyen belki de çokluktu.

Bizim devletlilerde ne bu meziyetlere ne de bu mazeretlere rastlanır. Seviyelerini hep biliyoruz, ondan vazgeçelim. Türkiye’de zevk denen o asil cevheri öldürmeye nasıl çalıştıklarını hep beraber gördük. Fakat okuryazardılar. Çoğunluğu memlekette mevcut tahsil müesseselerini bitirmiş, hatta bazıları doktora ihtisası filan bu tahsili dışarıda tamamlamış insanlardı. İçlerinde avukatlık, doktorluk, üniversite ve lise hocalığı, müsteşarlık, umum müdürlük yapanlar bile vardı. Ayrıca bir hukuk devletine varis idiler. Ve daha mühimi Rönesans’tan beri bir Şark memleketini Avrupa fikir camiasına kabul ettirmek imtiyazına nail olmuş bir inkılâbın içinden geliyorlardı.

Bu kadar seçkinler kalabalığına herhangi bir Garp meclisinde de ancak rastlayabiliriz. İş başına gelince böyle birdenbire değişmenin, mazilerini, şahsiyetlerini inkâr etmenin sebebi nedir? Büyük kütlenin cahil oluşu, fakirliği, istismara imkân verişi elbette bu işin tek izahı olamaz.

Başlamasını beklediğimiz muhakemede beni alakadar eden şey –yaptıkları kötülüğün derecesi hariç- bu değişmenin ve bu ısrarın sebebidir. Yoksa cezanın kendisi değil. Hepsinin hak ettikleri cezaları göreceklerine eminim. Fakat bu cezaların beni ve hiç kimseyi tatmin etmeyeceğine de eminim. Topluma karşı yapılan cürümler, tanrıların en şaşmazı olan adaletin dahi çaresiz kaldığı noktalar.

Sade yaşayanları değil, gelecek nesilleri de mahkûm eden bir cürmü kim ve hangi karşılıkla ödeyebilir?..

İnsan talihinin abes tarafı burada. Fenalık yapmakta adeta hudutsuzdur. Adaletin huzuruna çıktı mı, bu hudutsuzluk birdenbire durur ve tek bir kişinin kısa ömrü, zaruri olarak bu kısa ömrün içine sığacak hürriyetsizlik, falan olur...

.. Adalete inanırım. Nemesis tanrıların her zaman için en büyüğüdür. Dilden sonra selamlanacak en büyük doğuş onun doğuşudur. Onun terazisi ve kılıcı insan kafasının en büyük seviyesidir. Fakat bir noktaya, içtimai cürme kadar. Orada şaşmaz Tanrı’nın kudreti birdenbire durur. Böyle bir cürüm için din kitaplarının cehennemi, çeşitli azapları lazımdır.

Bütün bu konuşmamı sabırla dinleyen dostum, ben susunca şu cevabı verdi:

“Belki haklısınız. Meseleyi böyle alınca, elbette haklısınız. Fakat unutmayın ki adalet de öbür tanrılar gibidir. İnsanın içinde konuştukça kuvvetlidir. Bunun için de insanın kendisini sorumluluk duygusuyla silahlandıracağı günleri beklememiz lazımdır. Şimdilik getireceği temizlikle iktifa edin, temizlik insan hayatında daima mühim bir şeydir.”

Cumhuriyet /1960


ARŞİV