Ahmet Kutsi Tecer: Bilginin Değeri

Edebiyat hayatımızdan hatırlamalar köşemizde bu hafta Ahmet Kutsi Tecer'in Bilginin Değeri yazısını yayımlıyoruz

19 Temmuz 2019 - 12:22

EDEBİYAT HAYATIMIZDAN HATIRLAMALAR -  54

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak.  Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

AHMET KUTSİ TECER (4 Eylül 1901 - 23 Temmuz 1967)

4 Eylül 1901’de Kudüs’te doğdu. 1922’de Halkalı Yüksek Ziraat Okulu’nu bitirdikten sonra Paris’e gitti. Sorbonne Üniversitesi’nde öğrenimini sürdürürken Paris Ulusal Kütüphanesi’ndeki eski Türk yazmaları ve özellikle Karacaoğlan üstüne yeni belgeler buldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirerek öğrenimini tamamladı. Ankara ve Sivas’ta öğretmenlik yapan Tecer, 1934’ten başlayarak Yüksek Öğretim Genel Müdürü, Gazi Eğitim Enstitüsü (şimdiki Gazi Üniversitesi) edebiyat öğretmeni görevlerinde bulundu. Önce Oluş Dergisi’ni çıkaran Tecer, 1941-1946 yılları arasında Ülkü Dergisi’ni yönetti ve bu dergiyle Cumhuriyet’in genç edebiyatçılar kuşağına ışık tuttu. 1942-1946 yılları arasında Seyhan ve Urfa milletvekillikleri yaptı.

Yazarımızın, Turgut Çeviker tarafından yayıma hazırlanıp, Ve Yayınevi tarafından basılan “Ahmet Kutsi Tecer’e Armağan”adlı kitapta yer alan “Bilginin Değeri” başlıklı yazısını yayımlıyoruz.


BİLGİNİN DEĞERİ


Nasrettin Hoca’nın bir fıkrası vardır: Hoca bir gün bindiği bir ağaç dalını, gövdeye yakın yerinden testere veya balta ile kesmeğe uğraşır. Ordan gelip geçenlerden biri Hoca’ya düşeceğini haber verirse de, masal bu ya, Hoca aldırmaz. Dal kesilir, tabi! Hoca da yere yuvarlanır. Omzunun, belinin ağrısı arasında Hoca muttasıl: “Şu adam düşeceğimi bildi, öleceğimi de bilir!” diye düşünür.

Bu fıkra anlatıldıktan sonra buna bir fıkra daha eklenir ve anlatılır. Bu bizi o kadar ilgilendirmez. Rivayete göre Hoca, o adamcağızı arar, bulur, adeta ona musallat olur. Ölümden sorar, soruşturur, falan filan…

Ölüm!... Bu muammanın sırrını kimse bilmez, kimse çözmez, ama bindiği dalı kesen insanın düşeceğini her halde kamu halk bilir. Nasrettin Hoca’nın da bunu bilmemesi kabil değildir. Fakat birçok nükteleri Hoca’nın kendi üzerine çektiği garip vakalarla anlatmak istediğine şüphe yoktur. Bu da onlardan biridir. Bu fıkrayı insan kendi kendine tekrarlarken bile gülümser. Ancak bir çocuğun veya bir zayıf akıllının bindiği dalı kesmesi kabildir. Yoksa hiç kimse dünyada keseceği dala evvelden binmez.

Evet, herkes böyle bir gaflet gösterirse başına böyle bir kaza geleceğini bilir de onun için böyle ters türs iş yapmaz. Demek bu bir çeşit bilgidir, hem herkese faydası olmaktadır.

Hemen herkesin sahip olduğu bu bilgi, acaba nasıl elde edilmiştir? Hiç kimsenin böyle bir sorgu hatırına gelmez. Bunu bilmek için hendese, fizik, mihanik, botanik yahut herhangi bir teknik öğrenmeye ihtiyaç yoktur. Daha pek küçükken, çocukken insanın birkaç kere tehlikeli vaziyetlerde bulunmuş olması, birkaç defa düşüp kalkması, hatta yalnız düşüp kalkıldığını görmesi yeter. Âdeta insan bunu hiç fark etmeden öğrenivermiştir de onun için nasıl öğrenildiğini bilmez. Böyle tehlikeli vaziyetlere düşünmeksizin sakınmak, insanın yaradılışında vardır diyesimiz gelir. Bunu pek de yabana atmamak gerektir. Çünkü pek az bir sabırla türlü hayvanların yaşamasına dikkat edecek olursak, belki insandan başka birçok hayvanların da, böylesi olmasa bile, buna benzer hallerde yaptıkları hareketlerin manası, düşünce sahibi insanınkinden farksızdır.

Şu halde insanda en basit, fakat işe yarar bir bilginin kaynağı, insanın canlı olmak haysiyetile canını çerden çöpten sakınmak kaygısından başka yerde aranmamalıdır. Elin, kolun, ayağın veya vücudun bütün hareketlerinin gayesi bu olduğu muhakkaktır. Göz, kulak, koklamak, yalamak veya yoklamak, yahut da daha başka birtakım duymakların gidişi de bu gayeye yardım etmektir. İnsanı hayvanla yaklaştırmaya engel olmıyan bu kadar basit, faydalı olsa bile, bu kadar düşmeye az ihtiyaç duyulan sade bir bilgi ile insan oğlunun övünmek aklına bile gelmez. Oysa belki de bütün öteki yapıp edişlerin, bütün daha üstün bilişlerin aslında, ilkinde bu çok sade, bu çok basit bilgi mayası vardır.

Demek bütün bilgilerin kökünde bir sakınma kaygısı, bir can kaygısı vardır. Bilginin başlangıçları, canlılığın başlangıçlar ile karışır. Sonra sonra korunmanın, davranmanın, hatta saldırmanın ve bütün bir yığın gayeli yaşama hareketlerinin ürediğini görürüz. Canlılıkla birlikte görülmeye başlıyan şey, yani takınaklı ve gayeli hareketler, bilginin düşünmeden önceki halidir.

Düşünmeden önceki bilginin mevcudiyeti, insana tuhaf gelir. Gerçekten bu iş, uzun asırlar, birçok fikir adamlarını, feylesofları bile şaşırtmıştır. Mesela bir feylesof: “Düşünüyorum, demek ki varım.” diyor. Varlığın ispatı için düşünmeyi delil göstermek, bizzat düşünen akıl için, kendi hareketile kendini inandırmaktır. Akıl her şeyden şüphe eder, fakat kendi kendinden şüphe edemez, diyor feylesof. Bu çok ustaca bulunmuş bir düşünce başarısıdır. Fakat aklın, varlığın ispatı olmak için, varlıkla birlikte var olması, insan üzerine konuşulduğuna göre, insanda doğuştan düşüncenin bulunduğuna inanılması icap ed er. Bu böyleyse, düşünmeden önceki bilginin mevcudiyeti doğrudur.

Feylesof bu neticeye varmakla beraber bundan ötesinde onunla alışverişimiz artık kalmıyor. Fakat buraya kadar onun tuttuğu bu yol, bizce, bütün felsefeler için doğrudur. Bir feylesofun düşünmeye başlarken her fikirden, her şeyden, hatta varlıktan bile şüphe etmesi yerindedir. Nitekim, başka feylesoflar, düşünmeden önceki bilginin mevcudiyetine inanmadıkları için, her türlü bilgiyi düşünme ile başlatmışlar; bizim feylesoftan şu farkla ki, bizimki bilginin kökünü doğuştan mevcut kabul ettiği halde, berikiler, her şeyi doğuştan sonra başlatmışlardır. Böyle olunca, insan; göz, kulak, koklamak, yalamak ve yoklamakla her şeyi bilmeğe başlıyor. Halbuki gözün, kulağın, koklamanın, yalamanın ve yoklamanın ahenkli bir şekilde birbirlerini tamamlarcasına çalışmaları nerden ileri geliyor? Nasıl oluyor da onlar bir anlayış, bir bilgi halinde kenetleniyor? Onları böyle düzenliyen ne var?

İşte bazı feylesoflar insanın içinde, bazıları insanın ötesinde böyle bir düzen aramışlardır. Bu düzeni insanın içinde aramağa kalkıldı mı, insan kendi içinde ötesini artık bilemez. Mesela feylesofun biri, elinde tuttuğu elmanın, gördüğünün ve bildiğinin aynı olduğundan bile şüphe etmiştir. Başka bir feylesof, bu acayipliği ortadan kaldırmak için, insanın içinde sanılan düzeni ele almış, onun mahiyetini bir iyice araştırmış, bu düzenin zaman ve mekan gibi iki ayardan ibaret olduğunu anlamış ve insanın gerçekten yalnız kendi içindekini bilebileceğini, ancak bu bilgisinin dışarının gidişile aykırı düşmediğini söylemiştir. Ona göre insan bu kadar ile yetinmelidir; yok böyle yapmaz da dışarının bütün muammasını bileyim derse onca buna imkân ve ihtimal yoktur.

Halbuki düzeni insanın dışında arıyanlardan biri, onu esrarına ulaşılmaz büyük bir kudretin yani Allahın nizamı olarak göstermiştir. Evvelkisi akla tedbirli, temkinli davranmayı, ikincisi ise akla kendinden üstün bir kaynak araştırmayı öğrenmiştir.

Aklın kaynağı canlılıktadır. Bir feylesof da, buna “oluş” diye bir ad vermiş. Onun oluş dediği, düşünmeden önceki bilgiden başka bir şey değildir. O buna sezişle erişilebileceğini söyler. Feylesofun yapmak istediği, bizi bir düzen araştırmaya muhtaç bırakmamaktır. Ama, mesela bukadarla halledilmiyor. Seziş, rakama gelmiyen bir bilgi edinme tarzıdır ki bizi zamanın ve mekanın dışında bırakıyor. Halbuki öteki feylesofun bir noktada daima hakkı vardır: varlığın doğruluğu zaman ve mekândaki hakikatidir. Yani zaman ve mekân, bilginin esası, şartıdır. Aklın kaynağı canlılıktadır, fakat bunun diğeri dışarı ile denkleşmesinde yani canlılıktan kaynıyan bilginin zamana ve mekâna sığmasındadır. Aksi halde gene ayağımız havada kalır.

Esasında dâva şudur: bilgiye bir değer vermek, yani bildiğimizin hakikat olduğuna inanmak istiyoruz. Gerçekten, bir an için, bildiğimizin hakikat olmadığını farzedersek ne olur? Bildiğinden bile şüphe eden akıl, şimdi, bilmediğinden de şüphe etmez mi? Eşyanın aslını, mahiyetini bilemeyeceğimiz bir şeyin feylesof dahi bilemeceğimiz bir şeyin mevcut olduğunu bilerek söylemiş olmuyor mu?

Şu halde biz, varlıktan, bizi aşan bir varlıktan şüphe etmiyoruz, edemiyoruz. Öyleyse “Düşündüğüm için varım” değil, “Varım da onun için düşünüyorum” demek doğru olur. Ama biz varız da, düşüncemiz bu varlığı tamamile kavrıyamıyormuş. O başka. Fakat düşündüğümüz kadarını doğru olarak biliyorsak gene bu az bir şey değil.

Demek, bildiğimizin doğruluğuna inanmak istiyoruz. Şu halde bir kere daha, bildiklerimizi nasıl elde ettiğimizi dikkatle araştırmak icabeder.

Mesela şu şekilde hülâsa edebilir: varlığın bilgisi yine kendindedir. Varlığın bir cüzü olan insan, varlıkla beraber mevcut olan bilgiyi canlılıktan gelen bir kavrayışla idrak ediyor.

O halde varlıkta mevcut olan bilgiyi nasıl kavradığımızı araştırmak lazımdır. Bunu çok araştırmıyacağız, çünkü biz bilginin düşünmeden önceki halinin, canlılıkla birlikte görülmeğe başlıyan gayeli ve sakınaklı hareketler olduğunu daha önce söylemiştik. İşte bu gayeli hareketlerin tekerrüründen doğan itiyatlar, bizi bütün hareketlerin tekerrüründen doğan itiyatlar, bizi bütün hareketlerin başlangıcıyla sonu arasındaki farktan, ilk önce, zaman ve mekan kalıplarına ve nihayet idrak haline götürür. Bu suretle idrak ettiğimiz dünya, herhangi bir böceğin eksik idrak edilen, yahut cansızların idrak edilmiyen dünyasından farksızdır.

Fakat, acaba idrak bulunmıyan yerde bilginin mevcudiyetinden bahsetmek nasıl mümkün olur? Mümkün olur, çünkü bizim bildiğimiz, yani bilinen şey, bilinmekten umursanmadığı halde vardır. Biz, onu biliyoruz. Bunun için bilgimize inanmamız kabildir.

Şu halde kozmik realite, yani bir varlık alem vardır ve biz onun varlığından şüphe edemeyiz. Biz bu realiteyi zihnimizde de buluyoruz. Zihnimizin realitesile kozmik realite arasında mahiyetçe fark yoktur, aynı şeydir. Yani bir kainat vardır ve biz bunun bir parçasıyız. Kainatı bizi idrak ettiren şey, zihni realitenin kozmik realiteyle ayni oluşudur. Zihni realitenin kozmik realiteye göre vaziyeti, ayni şeyin iki kere idrak edilmesidir. Aynı şeyin iki kere idraki ise bir yer farkıdır, ve ikincisi, faydanın idrakinden başka bir şey değildir.

Gelelim bizim Nasrettin Hoca’ya: Hoca’nın, en basit bir kimsenin bile yapmıyacağı şekilde, göz göre göre beceriksizliği, bindiği dalı kesmesi insanı hemen güldürür. Hakikatte Hoca’nın böyle bir iş yapmıyacağı muhakkaktır. Fakat fıkranın temsil ettiği manaya göre, bizim ondan çıkaracağımız bir ders vardır: dal, gövdeden ayrılınca düşeceğini bildiği gibi, dalda oturanın da onu bilmesi lazımdır. Eğer dalda oturan kendi bildiğinin ağacın bildiğile denk olduğuna inanmazsa vay haline!

Ülkü 1941


ARŞİV