ALASDAIR GRAY (28 Aralık 1934-29 Aralık 2019)
28 Aralık 1934'te Riddrie, Glasgow'da doğdu. Ailesi savaş sırasında tahliye edildi ve Yorkshire'a taşındılar. İlk astım krizini bu dönemde yaşadı ve yazmaya başladı. 1946'da Glasgow'a geri döndüler ve Gray, Whitehill Lisesi'nde eğitimine devam etti, bu okulda İngilizce ve sanat konularında ödüller kazandı. 1952'de Glasgow Sanat Okulu'nda çizim ve resim eğitimi gördü. 1954 yılında, aklına ilk kez 1951'de düşen "kocaman ve fantastik Glasgow hikâyesi" yazma fikrini gerçekleştirdi ve Lanark romanını kaleme almaya başladı. 1957 yılındaki mezuniyetinden sonra yarı zamanlı sanat öğretmeni olarak çalıştı, portre ve duvar resimleri yaptı, sahne dekorları tasarladı. Bu süre boyunca, bazıları sahnelenmiş olan çeşitli radyo ve televizyon oyunları da kaleme aldı.
1961 yılında Danimarkalı bir hemşire olan Inge Sorenson ile tanışıp evlendi ve 1963 yılında bir oğlu oldu. 1972'de akademisyen ve eleştirmen Philip Hobsbaum tarafından yönetilen yazı grubuna katıldı, burada Tom Leonard ve James Kelman ile tanıştı. Ertesi yıl Edwin Morgan, Lanark'ı yazmaya devam etmesi için Sanat Konseyi'nden burs almasına yardımcı oldu. 1976'da kitap aşağı yukarı bitmişti.
Gray in geniş bir çevreden olumlu eleştiriler alan bu ilk romanı 1981'de yayımlandı. 1992'de yayımlanan Zavallılar romanıyla ise Whitbread Roman Ödülü ile Guardian Kurgu Ödülü kazandı. Zavallılar, Yorgos Lanthimos tarafından sinemaya aktarıldı. Emma Stone’nin Bella rolünü oynadığı film Oscar adayları arasında yer alıyor.
Gray’in İthaki Yayınları etiketiyle çıkan kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
ZAVALLILAR
O günlerdeki tarım işçilerinin çoğu gibi, benim annem de bankalara güvenmezdi. Ölümü yaklaşınca bana, hayat boyu biriktirdiği paraların yatağın altındaki teneke bir kutuda durduğunu söyledi ve “Al onları say,” diye mırıldandı.
Dediğini yaptım ve paranın tutarı beklediğimden fazlaydı. Annem, “Onunla kendini bir şey yap,”dedi. Kendimi doktor yapacağımı söyledim ve kadının dudakları, tüm tuhaf iddialara karşı takındığı o kuşkucu yüz buruşturmasıyla büküldü.
(…)
Üniversitede giysilerim ve davranışlarım benim çiftlik uşağı kökenlerimi ilan ediyordu ve kimsenin beni bu yüzden küçümsemesine izin vermediğimden, dershaneler ve sınav salonları dışında genellikle yalnızdım.
(…)
Eşit bir şekilde konuştuğum tek kişi Godwin Baxter’di, çünkü biz ikimiz Glasgow tıp fakültesine katılmış en zeki fakat en asosyal kişilerdik (diye inanıyordum ben hâlâ).
(…)
Colin Baxter'in, yani Kraliçe Victoria tarafından şövalye ilan edilen ilk tıp adamının tek oğluydu bu. Sör Colin'in portresi John Hunter in portresinin yanında, sınav salonumuzun duvarında dururdu: Tamamen tıraşlı, yüz hatları keskin, ince dudak oğluna hiç benzemeyen bir adam. "Sör Colin'in güzel kadınlara karşı ilgisizliği çok ünlüdür,” denmişti bana dedikodulardan birinde, “ama çocuğu, herifte çirkin kadınlara karşı tuhaf bir iştah olduğunu gösteriyor.” Godwin'in babasının onu bir döneminde, bir hizmetçiden yaptığı, ama (benim babamın aksine) çocuğuna soyadını verip özel bir eğitim olanağı sağladığı ve küçük bir servet bıraktığı söyleniyordu. Godwin'in annesi hakkındaysa kesin bir şey bilinmiyordu. Kimileri kadının bir tımarhanede olduğunu, kimileriyse Sör Colin'in onu, meslektaşlarını ve meslektaşlarının eşlerini yemeğe çağırdığında masaya sessizce tabaklar koyan, siyah giysiler, beyaz kep ve gömlek giymiş hizmetçisi olarak çalıştırdığını söylüyordu. Büyük cerrah, Godwin’in okula kaydolmasından bir yıl önce ölmüştü. Çocuk parlak bir öğrenciydi, hastanedeki çalışması dışında; tuhaf görüntüsü ve sesiyle hastaları korkutup personeli kızdırıyordu bu yüzden okuldan mezun olamadı ama çalışmasına bir araştırma görevlisi olarak devam etti. Onun araştırma konusunu kimse bilmiyor ya da pek ilgilenmiyordu. İstediği gibi gelip gitmesine ses çıkarılmıyordu, çünkü harçlarını düzenli bir şekilde yatırıyor, kimseyi rahatsız etmiyordu ve meşhur bir babanın oğluydu. Çoğunluk onun bilimle sırf eğlence olsun diye uğraşan meraklı bir tip olduğu kanısındaydı ama ben onun kentin doğusundaki bir demir dökümhanesinde sonradan yapılmış bir kliniğe parasız yardımda bulunduğunu ve kolu bacağı yananlar ile belkemiği kırılanları çok olağanüstü başarılı bir şekilde tedavi ettiğini de duydum.
(Syf 31-37)
Bir gün ona, araştırmalarının tam niteliğini sordum. “Sör Colin'in tekniklerini mükemmelleştiriyorum.”
“Bunu daha önce de söyledin, Baxter ama yeterli bir cevap değil bu. Niçin demode teknikleri mükemmelleştiriyorsun? Senin baban büyük bir cerrahtı ama tıp onun ölümünden beri muazzam ilerledi. Son on yılda inanılmaz sandığımız şeyleri keşfettik; mikropları ve fagositleri, beyin tümörlerinin nasıl teşhis edileceğini ve nasıl çıkarılacağını ve ülseröz perforasyonların nasıl onarılacağını.”
“Sör Colin bunlardan daha iyi bir şeyi keşfetti.”
“Neyi?”
“Ee,” dedi Baxter, yavaşça, sanki konuşmak istemediği hâlde konuşuyormuş gibi, “bir bedendeki hayatı, sona erdirmeden durdurmayı keşfetti, yani sinirlerden hiçbir mesaj geçmiyor, solunum, dolaşım ve sindirim tamamen duruyor, hücrelerin canlılığı bozulmuyordu.”
(Syf 43)
Baxter atık üniversiteye gelmiyordu. Eski çalışma yerindeki masa kaldırılmış, orası yeniden yüklük dolabı haline getirilmişti. Ben en azından iki haftada bir Park Meydanı’nda dolaşıyor, fakat ön kapıdan kimsenin girip çıktığını görmüyordum ve merdiveni çıkıp kapıyı çalacak cesaretim yoktu. (…)
Kışın ilkbahara dönmeye başladığı soğuk ve berrak bir cumartesi günü Sauchiehall Caddesi'nde yürürken, ilk önce sanki bir arabanın demir tekerleği kaldırım taşına sürtüyormuş gibi gelen bir ses duydum. Hemen sonra hatırladığım tanıdık ses “Buldok McCandless!” diyordu. “Hava nasıl buldoğum?”
“Senin bet sesini duyduktan sonra çok daha güzel oldu, Bax ter,” dedim. “Sen hiç kendine yeni bir gırtlak edinmeyi düşün medin mi? Bir koyunun bile ses telleri seninkilerden daha me- lodik ses çıkarır.”
Her zamanki, sanki tahta bacaklıymış gibi hantal yürüyüşüyle yanımda yürüyordu, benim çevik yürüyüşüm kadar hızlı gidi yordu yine de. Kolunun altına bir bastonu subayların sopası gibi kıstırmış, kenarları kıvrık bir silindir şapka takıp başının arka tarafına ittirmiş, çenesini yukarı kaldırmıştı ve bol bol gülümsemesi, yolda karşılaştığı diğer kişilerin bakışlarına artık hiç aldırmadığını gösteriyordu. İmrenmenin verdiği bir sıkıntıyla, “Çok mutlu görünüyorsun, Baxter,” dedim.
“Evet, McCandless! Şimdi seninkinden çok daha koltuk kabartıcı bir arkadaşlık yaşıyorum -hoş, hoş bir kadın, McCandless, hayatını benim şu parmaklarıma borçlu- şu hazık, hazık parmaklara!”
Elini havaya kaldırıp parmaklarını sanki piyano çalıyormuş gibi oynattı. Kıskanmıştım. “Onun nesini iyileştirdin?” dedim.
“Ölümünü.”
“Yani onu ölümden kurtardım demek istiyorsun.”
“Kısmen evet, ama bu daha ziyade gayet ustaca yapılmış bir diriltmedir.”
“Dediğinden bir şey anlaşılmıyor, Baxter.”
“Öyleyse gel de tanış onunla; ikinci bir görüşü memnuniyetle karşılarım. Fiziksel sağlık yönünden mükemmel ama zihni henüz oluşuyor, evet, onun zihninin yapacağı harika keşifler var. Sadece son on haftadır öğrendiklerini biliyor fakat onu birleştirilen Mopsy ve Flopsy'den daha ilginç bulacaksın.”
“Yani hastan amnezik mi?”
“İnsanlara söylediğim budur ama sen inanma bana! Kendin hüküm ver.”
Ve biz Park Meydanı'na varıncaya kadar bunun dışında söylediği şey sadece, adının Bell, yani Bella'nın kısaltılmışı olduğu ve, Baxter onun olabildiğince çok şeyi görme, işitme ve dokunma zevkini yaşamasını istediğinden, kocaman bir yığının arasında yaşadığıydı.
Baxter evinin ön kapısının kilidini açarken, “The Bonnie Banks o'loch Lomond"u çalan bir piyanonun sesini duyduğumu düşündüm; öylesine yüksek sesle ve hızlı çalıyordu ki melodi deli gibi neşeliydi. Baxter'ın beni götürdüğü salonda, müziği çalanın mekanik bir piyanonun önüne oturmuş bir kadın olduğunu gördüm. Sırtı bize dönüktü. Dalgalı siyah saçları bedenini beline kadar örtüyor, ayaklarını silindiri çeviren pedallara, müzik kadar egzersizden de hoşlandığını gösteren bir enerjiyle basıyordu. Martı gibi iki yana açtığı kollarını müziğin ritminden ilgisiz bir şekilde çırpıyordu. Kendini öylesine kaptırmıştı ki bizi fark etmedi. Bu sırada salonu gözden geçirme fırsatı buldum. (…)
Müzik durdu. Kadın kalkıp bize döndü ve sallanarak yürüdükten sonra sanki dengesini korumaya çalışıyormuş gibi durdu. Uzun boylu, güzel, dolgun vücudu yirmiyle otuz yaş arasında, yüz ifadesiyse çok, çok daha genç görünüyordu. Faltaşı gibi açılmış gözleriyle ve ağzı bir karış açık halde bana bakıyordu ve bunlar yetişkin bir insanda dehşet anlamına gelmesine karşın, onun açıkça belirgin pürdikkat hâlindeyse daha çoğunu görmeyi umut eden bir hoşnutluğu gösteriyordu. Yakası ve kol ağızları dar dantelden, siyah bir kadife elbise giymişti. Kuzey İngiliz aksanıyla, çok dikkatle konuştu ve her bir hecesi sanki bir flütten çıkarmışçasına tatlı ve netti: “Mer ha ba God win, mer ha ba ye ni a dam.”
Sonra iki kolunu birden bana doğru uzatıp o hâlde tuttu.
“Yeni adamlara sadece bir elini uzat, Bell,” dedi Baxter nazikçe. Kadın sol elini bıraktı ve sol kolu yan tarafına düştü, başka hiçbir yeri kıpırdamadı yahut umutlu parlak gülümsemesinde hiçbir değişiklik olmadı. Kimse bana böyle bakmamıştı. Ne yapacağımı şaşırdım çünkü benim için uzatılan el, normal bir el sıkışma için çok yüksekteydi. Şaşırıp öne doğru bir adım attım, parmaklarımın ucuna basarak yükseldim, Bell'in parmaklarını tutup öptüm. Kadın nefesini tuttu ve hemen ardından elini yavaşça geri çekti ve eline bakıp başparmağını diğer parmaklarına sürttü nazikçe, sanki dudaklarımın parmaklarında bıraktığı bir şeyi kontrol ediyormuş gibi. Kadın bir yandan da benim yüzüme şaşkın ama mutlu bakışlar atarken Baxter'sa bir okulun pazar pikniğinde iki çocuğu tanıştıran bir rahip gibi gururla gülümseyerek bize bakıyordu. “Bay McCandless'la tanış, Bell,” dedi.
(…)
Biz merdiveni çıkarken Baxter heyecanla, “Evet bizim Bella hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu.
“Kötü bir beyinsel hasar vakası, Baxter. Ancak bunaklar bebekler böyle konuşur; böylesine büyük bir mutluluk, yeni birisiyle tanışınca böylesine yürekten bir neşe ve yakınlık gösterirler. Bunları güzel bir kadında görmek korkunç bir şey. Kadın sadece bir kez düşünceli göründü, senin kâhya onu benden uzaklaştırırken-bizden, demek istedim yani.”
“Bunu fark ettin mi? Ama bu bir olgunlaşma belirtisi. Beyin hasarı konusunda yanılıyorsun. Onun zihinsel gücü muazzam bir hızla gelişiyor. Altı ay önce bir bebeğin beyni vardı onda.”
“Onu bu duruma düşüren şey neydi?”
“Onu bu duruma düşüren bir şey yok, o durumdan bu duruma yükseldi. Mükemmel derece sağlıklı küçük bir beyindi.”
Baxter'ın sesinde hipnotik bir nitelik olsa gerek, çünkü ne demek istediğini hemen anladım ve inandım. Olduğum yerde kalakaldım ve kendimi çok kötü hissederek tırabzana tutundum”