Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Albert Camus ile devam ediyor. Camus’un Can Yayınları’ndan çıkan “Başkaldıran İnsan” kitabında yer alan aynı adlı yazısından bir bölümü okurlarımızla paylaşıyoruz.
ALBERT CAMUS (7 KASIM 1913- 4 OCAK 1960)
Cezayir doğumlu Fransız varoluşçu yazar Albert Camus, 7 Kasım 1913 tarihinde Cezayir’in Mondavi kentinde dünyaya geldi. Yoksul bir ailede büyüyen yazarın babası 1. Dünya Savaşı’nda ölünce İspanyol asıllı annesiyle bu yoksul hayatı sürdürmeye devam etti. 1923 yılında Lise öğrenimine başladı. Cezayir Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü’ne gitti.
1934 yılında Komünist Parti’ye katıldı ve faşizm karşıtı hareketlerde yer aldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı kurulan Fransız Direniş Birliği’ne katıldı.
1938’de Paris’e gitti, ilk yapıtları Tersi ve Yüzü ve Düğün bu dönemde yayımlandı. Edebiyat dünyasına asıl girişini, 1942’de yayımlanan Yabancı adlı romanı ve Sisifos Söyleni başlıklı felsefi denemesi belirledi. Birbirini tamamlayan bu iki yapıtta, varoluşçu izler taşıyan “saçma” felsefesini geliştirdi. Başkaldıran İnsan, Yaz, Sürgün ve Krallık isimli eserleriyle hem edebiyat hem de düşünce alanlarında yetkinliğini kanıtladı. Mutlu Ölüm ve İlk Adam adlı romanları ölümünden sonra yayımlandı. 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen ve bugün 20. yüzyıl edebiyat ve düşünce dünyasının en önemli adlarından biri kabul edilen Albert Camus, 1960 yılında bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.
BAŞKALDIRAN İNSAN
Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri. Ama yadsırsa da vazgeçmez; evet diyen bir insandır da, hem de daha ilk deviniminde. Tüm yaşamı boyunca buyruk almış bir köle, birdenbire, yeni bir buyruğu kabul edilmez bulur. Bu “hayır”ın içeriği nedir?
Örneğin, “fazla uzadı bu iş”, “buraya kadar evet, buradan ilerisine hayır”, “çok ileri gidiyorsunuz” ya da “geçemeyeceğiniz bir sınır vardır” anlamlarına gelir. Kısacası, bir sınırın varlığını kesinler bu hayır. Başkaldırmışın ötekinin “fazlaya kaçtığı”, hakkını bir başka hakkın kendisine karşı çıktığı, kendisini sınırladığı bir çizginin ötesine taşırdığı duygusunda da aynı sınır düşüncesini buluruz. Böylece, başkaldırı edimi hem katlanılmaz bulunan bir haksızlığın kesinlikle yadsınmasına, hem de bulanık bir hak inancına, daha doğrusu başkaldırmışın “... yapmaya hakkı olduğu” izlenimine dayanır. Herhangi bir biçimde, herhangi bir yerde bizim de haklı olduğumuz duygusu uyanmadıkça başkaldırı olmaz. İşte bunun için, başkaldıran köle aynı zamanda hem evet, hem de hayır der. Sınırla birlikte, bu sınırın berisinde var sandığı ve korumak istediği şeyleri de kesinler. Kendisinde de “... çabasına değen”, sakınılması gereken bir şey bulunduğunu kanıtlar inatla. Bir bakıma, kendisini ezen düzene karşı, kabul edebileceğinden fazla ezilmeme hakkını çıkarır.
Her başkaldırıda, haksıza karşı bir tiksintiyle birlikte, insanın kendi benliğinin herhangi bir yanına tam ve birdenbire bir katılışı vardır. Böylece, kendiliğinden bir değer yargısı sokar araya, ne denli nedensiz olursa olsun, tehlikeler içinde sürdürür onu. Bu noktaya kadar, umutsuzluk içindeydi, koşulunu haksız da bulsa kabulleniyor, hiç değilse susuyordu. Susmak, hiçbir şeyi yargılamıyor, hiçbir şey istemiyor sanılmasına yol açmak, kimi durumlarda da gerçekten hiçbir şey istememektir. Umutsuzluksa, tıpkı saçmalık gibi, genel olarak her şeyi yargılar ve ister, özel olarak hiçbir şeyi. Sessizlik iyi belirtir bunu. Ama konuştuğu dakikadan sonra, hayır derken bile ister ve yargılar. Başkaldıran insan, sözcüğün kökensel anlamıyla, yüz geri döner. Efendinin kamçısı altında yürüyordu. İşte karşı koymaktadır. Yeğ tutulmayanın karşısına yeğ tutulanı çıkarmaktadır. Her değer başkaldırıyı getirmez, ama her başkaldırı yönelimi bir değeri çağırır sessizce. Gerçekten bir değer mi söz konusudur?
Ne denli bulanık bir biçimde olursa olsun, bir bilinçlenme doğar başkaldırı eyleminden; insanda insanın, kısa bir zaman için bile olsa, özdeşleşebileceği bir şey bulunduğu konusunda bir sezgi, birdenbire göz kamaştırıcı oluveren bir sezgi.
(…)
Başkaldırı, basit yadsımada olduğundan çok daha ötelere uzanır. Karşısındakine tanıdığı sınırı da aşar, kendisine bir eşit gibi davranılmasını ister şimdi. İlkin insanın indirgenmez direnci olan şey şimdi bütün insan olur, onunla özdeşleşir bütün insan, onunla özetlenir. Karşısındakine saydırtmak istediği bu yanını geri kalanın üstüne çıkarır, bunun her şeye, hatta yaşama bile yeğ tutulabileceğini bildirir. Kendisi için en büyük değer olur bu. Köle, daha önce bir uzlaşma içine yerleşmişken, birdenbire (“değil mi ki böyle...”) ya Hep ya Hiç’in içine atılır. Bilinç başkaldırıyla doğar.
Ama, aynı zamanda, daha oldukça karanlık bir “hep” ile insanın bu “hep”e kurban olabileceğini bildiren bir “hiç”in bilinci olduğu da görülüyor. Başkaldıran kişi her şey olmak, birdenbire bilincine vardığı ve kendi varlığında kabul edilmesini, saygı gösterilmesini istediği bu değerle tümden özdeşleşmek ister ya da hiç olmayı, yani benliğine egemen olan gücün kendisini kesinlikle yere sermesini. Örneğin “özgürlüğüm” diye adlandıracağı bu vazgeçilmez kutsamadan yoksun kalacaksa ölümden başka bir şey olmayan son düşüşe boyun eğer. Diz çökmüş durumda yaşamaktansa, ayakta ölmeyi yeğ tutar.
(…)
Başkaldırı eyleminin özünde tümden bencil bir eylem olmadığını belirtmek gerekir ilkin. Hiç kuşkusuz bencil kararlar da olabilir. Ama tıpkı baskıya başkaldırıldığı gibi yalana da başkaldırılır. Üstelik başkaldıran insan, bu kararlardan sonra ve en derin atılışı içinde, her şeyi tehlikeye attığına göre, hiçbir şeyi esirgemez. Kendisine saygı ister kuşkusuz ama doğal bir toplulukla özdeşleştiği ölçüde. Sonra başkaldırının ille ve yalnızca ezilmişte doğmadığını, başka birinin ezilişini görmekten de doğabileceğini belirtelim. Bu durumda, başka biriyle bir özdeşleşme var demektir. Bunun ruhbilimsel bir özdeşleşme, yani imgelemimizde alçaltmanın bize yöneldiğini duyuran kaçamak olmadığını da söylemeliyiz. Tam tersine, bizim başkaldırmadan katlandığımız alçaltmaların başkalarına yapıldığını görmeye dayanamadığımız olur. Kürek cezalarını çektikleri sırada, Rus yıldırıcılarının arkadaşlarının kamçılanması karşısında giriştikleri protesto intiharları bu büyük duyguyu gösterir. Çıkar birliği duygusu da söz konusu değildir. Düşman bildiğimiz insanlara yapılan haksızlığı da başkaldırtıcı bulabiliriz. Yazgıların özleştirilmesi ve karar verme vardır yalnız. Öyleyse birey, tek başına, savunmak istediği değerin kendisi değildir. Bu değeri oluşturmak için, en azından bütün insanlar gerekir. Başkaldırıda, insan başkasında kendi kendini aşar. Bu açıdan, insanların bağlılığı doğaötesi bir bağlılıktır.
(…)
Gördüğümüz kadarıyla, başkaldırı ediminde, yürek yoksulluğundan, kısır bir hak istemeden ileri gelen, soyut bir ülkü belirmiyor. İnsanda düşünceye indirgenemeyen şeyin, varlıktan başka hiçbir şeye yaramayacak olan şu sıcak yanın göz önüne alınması isteniyor. Hiçbir başkaldırı hınçla yüklü olamaz demek mi bu? Hayır, kinler yüzyılındayız, yeterince biliyoruz bunu. Ama, bozulmasını istemiyorsak, en geniş anlamıyla ele almalıyız bu kavramı. O zaman, başkaldırı her bakımdan hıncı aşar. Rüzgârlı Tepe’de Heathcliff, aşkını Tanrı’ya yeğ tuttuğu, sevgilisine kavuşmak için Cehennem’i istediği zaman, yalnız alçaltılmış gençliği değildir konuşan, bütün bir yaşamın yakıcı deneyidir. Aynı atılış, Maître Eckhart’a, şaşırtıcı bir sapkınlık nöbeti içinde, İsa’lı Cehennem’i onsuz Cennet’e yeğ tuttuğunu söylettirir. Aşk atılımının ta kendisidir bu. Öyleyse, Scheler’e karşı, başkaldırı edimi içinde yer alan ve onu hınçtan ayıran tutkulu kesinleme üzerinde fazla durmak yersiz. Hiçbir şey yaratmadığına, görünüşte olumsuz olsa bile, insanın her zaman savunulması gereken yanını ortaya koyduğuna göre, alabildiğine olumlu bir şeydir başkaldırı.
(…)
Başkaldırı, haklarının bilincine varmış, bilinçli kişinin işidir. Ama yalnız birey haklarının söz konusu olduğunu söylemek için hiçbir dayanağımız yok. Tam tersine, daha önce belirttiğimiz bağlılık sonucu, insan türünün geçirdiği serüvenler boyunca kendiliğinden edindiği ve gittikçe geliştirdiği bir bilinç söz konusuymuş gibi görünüyor. Gerçekten, İnka ya da parya başkaldırı sorununu ele almaz, çünkü bu sorun, kendileri için önceden, daha kendileri ele almadan, bir gelenek içinde çözülmüştür, çünkü yanıt “kutsal”dır. Kutsal evrende başkaldırı sorununa rastlanmıyorsa tüm yanıtlar bir kez için, kesinlikle verilmiş olduğundan, burada hiçbir gerçek sorun bulunmadığı içindir. Doğaötesinin yerini söylen almıştır. Soru yoktur artık, yalnızca yanıtlar, bir de sonu gelmez açıklamalar vardır. Ama insanın kutsala girmesinden önce ya da girebilmesi için, kutsaldan çıkmasıyla ya da çıkabilmesi için, soru ve başkaldırı vardır. Başkaldıran insan kutsalın öncesinde ya da sonrasında yer alan, bütün yanıtların insansal, yani usa uygun olarak belirlenmiş olduğu bir düzen isteyen insandır. Bu andan sonra, her soru, her söz başkaldırıdır, oysa kutsalın evreninde her şey “Tanrısal bağışlama” (mağfiret) eylemidir. Böylece, insan kafası için ancak iki evren, yani kutsalın (ya da, Hıristiyan diliyle, yarlıgamanın) evreni ile başkaldırının evreni bulunabileceği gösterilebilir. Birinin belirişi, ötekinin silinişi demektir, bu beliriş şaşırtıcı biçimler altında da olsa böyledir bu. Burada da ya hep ya hiç çıkıyor karşımıza. Başkaldırı sorununun güncelliği bugün toplumların kutsala göre durumlarını yeni baştan incelemek istemelerinden ileri geliyor. Kutsallıktan sıyrılmış bir tarih içinde yaşıyoruz. İnsan yalnız ayaklanma değil elbette. Ama bugünün tarihi, uzlaşmazlıkları ile, insanın temel boyutlarından birinin de başkaldırı olduğunu söylemeye zorluyor bizi. Başkaldırı bizim tarihsel gerçeğimiz. Gerçekten kaçmadığımız sürece, değerlerimizi onda bulmak zorundayız. Kutsalın ve salt değerlerin ötesinde, bir davranış kuralı bulunabilir mi? Başkaldırının getirdiği soru budur.
Başkaldırının yer aldığı sınırda doğan bulanık değeri gösterdik. Şimdi bu değerin başkaldırı düşünce ve eylemlerinin çağdaş biçimlerinde de bulunup bulunmadığını araştırmamız, bulunuyorsa, özünü belirtmemiz gerekiyor. Ama, hemen söyleyelim, bu değerin temeli başkaldırının ta kendisidir. İnsanların birbirlerine bağlılığı başkaldırı edimine dayanır, bu edim de ancak bu uzlaşmada haklılık kazanır. Öyleyse bu bağlılığı yadsımaya ya da yıkmaya kalkan bir başkaldırının aynı anda başkaldırı adını yitirdiğini, gerçekte öldürücü bir boyun eğişle birleştiğini söylemek hakkımız. Bunun gibi, bu bağlılık da, kutsalın dışındaysa, ancak başkaldırı düzeyinde yaşarlık kazanabilir. Başkaldırmış düşüncenin gerçek dramı işte o zaman ortaya çıkar. İnsan var olmak için başkaldırmak zorundadır, ama başkaldırının kendi kendinde bulunduğu, insanların üzerinde birleştikçe var olmaya başladıkları sınıra saygı göstermesi gerekir. Öyleyse başkaldırmış düşünce belleksiz edemez; sürekli bir gerilimdir. İlk soyluluğuna bağlı kalıyor mu, yoksa, tam tersine, bıkkınlık ya da çılgınlık yüzünden bir zorbalık ya da kölelik sarhoşluğu içinde unutuyor mu onu, yapıtları ve eylemleri içinde onu incelerken, bunu her seferinde söylememiz gerekecek.
Şimdilik, başkaldırı anlayışının dünyanın uyumsuzluğunu, görünüşteki kısırlığını kavramış düşünceye sağladığı ilk ilerlemeyi göstermiş bulunuyoruz. Uyumsuz deneyimde, acı çekme bireyseldir. Başkaldırı deviniminden sonra, ortak olduğunun bilincine varır, herkesin serüvenidir artık. Aykırılığı ele alan bir düşüncenin ilk ilerlemesi bu aykırılığı tüm insanlarla paylaştığını ve insan gerçeğinin, tüm olarak, kendi kendisine ve evrene uzaklığı dolayısıyla acı çektiğini anlamaktır. Bir tek insanın çektiği dert ortak salgın olur. Gündelik acımızda başkaldırı, düşünce düzeyinde, cogito’nun gördüğü işi görür; ilk kesinliktir. Ama bu kesinlik bireyi yalnızlığından çekip alır. İlk değeri bütün insanlar üzerine kuran bir ortak noktadır. Başkaldırıyorum, öyleyse varız.