Aldous Huxley: Cesur Yeni Dünya

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Aldous Huxley ile devam ediyor.

02 Ağustos 2024 - 12:19

ALDOUS LEONARD HUXLEY (26 TEMMUZ 1894- 22 KASIM 1963)

Aldous Huxley 1894’te İngiltere’de doğdu. Eton'da eğitim gördü ve bu sırada geçirdiği keratit nedeniyle kısmen kör oldu. Güçlükle okuyabilecek kadar görme yetisini korudu ve 1916'da Oxford'daki Balliol College'dan mezun oldu.

Yirmili yaşlarının başında şiir ve öyküler yazmaya başlamasına karşın, edebiyat dünyasında ilk tanınışı Krom Sarısı (1921) adlı romanıyla oldu. Bunu izleyen romanları Antic Hay (1923), Those Barren Leaves (1925) ve Ses Sese Karşı (1925), Huxley’nin çağdaş toplumun kusurlarını zekice olduğu kadar, acımasızca yargıladığı birer taşlamadır. En bilinen eseri olan Cesur Yeni Dünya’nın (1932) da aralarında bulunduğu birçok romanında yazarın, İkinci Dünya Savaşı öncesinde tehlikeli bir şekilde kontrolden çıkmakta olduğunu hissettiği toplumun karmaşasına gösterdiği düşünsel tepkiler kolaylıkla hissedilebilir. Romanları dışında Kadim Felsefe gibi düşünsel eserleriyle de tanınan Huxley 1963’te Amerika’da öldü. Yazarın İthaki Yayınları tarafından yayımlanan Cesur Yeni Dünya kitabından kısa bölümler aktarıyoruz.

CESUR YENİ DÜNYA

Sadece otuz dört katlı yerden bitme gri bir bina. Ana girişin üzerinde şu sözcükler, LONDRA MERKEZ KULUÇKA VE ŞARTLANDIRMA MERKEZİ ve üzeri kaplanmış olan Dünya Devleti’nin sloganı, CEMAAT, ÖZDEŞLİK, İSTİKRAR.

Zemin kattaki devasa oda kuzeye bakıyordu. Odanın kendisinin bütün tropik ısısına karşın pervazların ötesinde tüm yaz boyunca soğuk kalan ince sert bir ışık; pencerelerden süzülüp aç gözlerle, üzerine kumaş örtülü bir figür, soğuktan titreyen soluk siluetli bir akademisyen arıyor, ancak yalnızca bir laboratuvarın cam, nikel ve solukça parıldayan porselenini buluyordu. Kış donukluğuna yine kış donukluğu karşılık veriyordu. Ellerine soluk ceset rengi lastik eldivenler giymiş işçilerin tulumları beyazdı. Işık bir hayaletti, donuk ve ölü. Sadece mikroskopların sarı gövdelerinden belli bir parlak ve canlı töz ödünç alıyordu, çalışma masaları boyunca cilalı tüplerin arasında uzun bir silsile halinde birbirini izleyen enfes çizgiler tereyağı gibi duruyordu.

“Burası da,” dedi Müdür kapıyı açarak, “Dölleme Odası.”

Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi Müdürü odaya girdiğinde, güçlükle nefes alan sessizlikte, derin konsantrasyondan kaynaklanan dalgın kendi kendine konuşmaların ıslık ya da uğultusunun ortasında üçyüz Döllendirici, aletlerinin üzerine eğilmiş çalışıyordu. Yeni gelmiş çok genç, pembe ve tüyü bitmemiş bir bölük öğrenci, ürkek ve acınacak bir şekilde Müdür’ün ardı sıra yürüyorlardı. Her biri elinde bir defter, yüce adam ne zaman bir söz edecek olsa umutsuzca bir şeyler yazıyordu. Asıl kaynağın kendisinden. Nadir rastlanır bir ayrıcalıktı. Londra Merkez KŞM Müdürü yeni öğrencilerine değişik bölümleri bizzat gezdirmeye bilhassa önem verirdi.

“Sadece size genel bir fikir vermek için,” diye açıkladı öğrencilere. Çünkü zaten işlerini zekice yapacaklarsa genel bir fikirleri olmak zorundaydı -ancak toplumun iyi ve mutlu üyeleri olacaklarsa ne kadar az bilirlerse o kadar iyi olurdu. Çünkü herkesin bildiği gibi, tikeller, erdem ve mutluluğu getirir; genellikler ise entelektüel açıdan kaçınılmaz belalardır. Toplumun omurgasını düşünürler değil, oymacılar ve pul koleksiyoncuları oluştururlar.

“Yarın,” diye ekledi, hafif tehditkâr bir cana yakınlıkla, “ciddi çalışmaya koyulacaksınız. Genelliklere ayıracak zamanınız olmayacak. Bu arada…”

Bu arada, bu bir ayrıcalıktı. Dosdoğru kaynağından deftere. Çocuklar delice yazmayı sürdürdüler. Uzun boylu ve daha ziyade zayıf, ama dimdik Müdür odaya girdi. Uzun bir çenesi ve iri, belirgin dişleri vardı, konuşmazken dolgun, biçimli olan dudakları dişlerini zorlukla örtüyordu. Yaşlı, genç mi? Otuzlarında mı? Elli mi? Ellibeş mi? Söylemek zordu. Zaten bu istikrar yılında, F.S. 632’de bu soru sorulmazdı, sormak aklınıza gelmezdi.

“Başından başlayayım,” dedi KŞM Müdürü ve daha hevesli öğrenciler onun bu niyetini defterlerine not ettiler: Başından başla. Koluyla işaret ederek, “Bunlar kuluçka makineleri,” dedi. Yalıtılmış bir kapıyı açıp raflar dolusu deney tüpünü gösterdi. “Bu hafta kullanılacak yumurtalar. Kan sıcaklığında bekletiliyorlar; erkek gametlerse,” dedi ve başka bir kapıyı açtı, “otuz yedi yerine otuz beş derecede bekletilmek zorundalar. Tam kan sıcaklığı kısırlaştırır.” Termojene sarılı koçlar kuzu doğurtmaz.

Müdür kuluçka makinelerine yaslanmaya devam ederek modern dölleme işleminin kısa bir tanımını yaparken, kalemler aceleyle okunmaz biçimde sayfalarda kaydı. Tabii öncelikle cerrahi başlangıçtan söz etti; “Toplumun iyiliği için gönüllü olarak geçirilen bu ameliyat aynı zamanda altı maaşa varan ikramiyeyi de beraberinde getirir,” diyerek alınan yumurtalığın nasıl canlı ve aktif gelişim sürecinde tutulduğunu anlatmaya devam etti.

(…)

“Bokanovski İşlemi, toplumsal istikrarın en önemli araçlarından biridir!” dedi.  Toplumsal istikrarın en önemli araçlarından biri. Gruplarda standart erkek ve kadınlar. Küçük bir fabrikanın tüm çalışanları bokanovskileştirilmiş tek bir yumurtanın ürünleri olabilir.

(…)

 KŞM Müdürü ve öğrencileri en yakın asansöre binip beşinci kata çıktılar.

ÇOCUK YUVALARI. Bildiri panosunda YENİ-PAVLOVCU ŞARTLANDIRMA ODALARI yazıyordu.

(…)

Müdür girince hemşireler hazır ola geçtiler.

Kısaca, “Kitapları dizin,” dedi.

Hemşireler sessizce emri yerine getirdiler. Kitaplar gül vazolarının arasına düzgünce yerleştirildi: her birinde parlak renkli bir dört ayaklı hayvan, kuş ya da balık sayfası davetkâr bir şekilde açılmış bir sıra yuva kitapçığı.

“Şimdi de çocukları içeri alın.”

Aceleyle odadan çıkıp bir iki dakika içinde döndüler. Her 46 biri, dört tarafı telle çevrili dört raflı, tekerlekli servis masası benzeri şeyleri iterek içeri girdiler. Her rafta tıpatıp birbirine benzeyen (belli ki bir Bokanovski grubuydu), hepsi (Delta sınıfından oldukları için) haki renkte giydirilmiş sekiz aylık bebekler vardı.

“Yere indirin.”

Çocukları indirdiler.

 “Şimdi onları döndürün ki çiçekleri ve kitapları görebilsinler.”

 Döndürülen bebekler önce sessizleştiler, sonra da parlak renkli öbeklere, beyaz sayfalardaki şenlikli parlak şekillere doğru emeklemeye başladılar. Hedeflerine yaklaşırken güneş, geçici olarak gizlendiği bulutun ardından çıktı. Güller sanki içlerinden yükselen ani bir coşkuyla alevlendiler, kitapların parlak sayfalarını yeni ve derin bir önem kapladı. Emekleyen bebek saflarından minik heyecan tıkırtıları ve keyif cıvıltıları yükseldi.

Müdür ellerini ovuşturdu. “Mükemmel!” dedi. “Bilerek yapılmış bile olabilir.”

Hızlı emekleyenler hedeflerine ulaştılar. Minik eller kararsızca uzanıyor, dokunup kavrayarak taç yaprakları yoluyor, kitapların aydınlanmış sayfalarını buruşturuyordu. Müdür, bebeklerin tamamı eğlenceye katılana dek bekledi ve sonra, “Dikkatle izleyin,” dedi. Elini kaldırarak işareti verdi.

Odanın diğer ucunda dikilmekte olan Baş Hemşire küçük bir kolu indirdi.

Şiddetli bir patlama oldu. Gittikçe tizleşen bir siren ötmeye başladı. Alarm zilleri delirtircesine çalıyordu.  Ürken çocuklar çığlıklar atmaya başladılar; yüzleri dehşetle şekilden şekile giriyordu.

 “Şimdi de,” diye bağırdı Müdür (çünkü gürültü sağır ediciydi), “şimdi de dersi hafif bir elektrik şokuyla pekiştirelim.”

 Elini yine salladı ve Baş Hemşire ikinci bir kolu indirdi. Bebeklerin çığlıklarının tonu aniden değişti. Şimdi çıkardıkları keskin, kasılmalı haykırışlarda delice bir çaresizlik vardı. Küçük bedenleri titreyip kasılıyor, kol ve bacakları, görünmez teller tarafından çekiliyormuşçasına sarsılıyordu.

 Müdür açıklarcasına, “Zeminin bu bölümünün tamamına elektrik verebiliriz,” diye bağırdı. “Ama bu kadarı yeter,” dedi ve hemşireye işaret verdi. Patlamalar ve ziller durdu, sirenlerin ötüşü bir tondan diğerine geçerek kesildi. Gergin şekilde sarsılan bedenler gevşedi ve çıldırmış bebek çığlıkları ve hıçkırık dolu ağlamalar, bir kez daha olağan dehşetten kaynaklanan normal inlemelere dönüştü.

“Çiçekleri ve kitapları tekrar yaklaştırın.”  Hemşireler emre uydular, ama bebekler; güller yaklaştırıldığında, cıvıl cıvıl renkli kedicik, öten horoz, meleyen kara koyun resimlerini görür görmez dehşetle uzaklaşmaya çalıştılar ve çığlıklarının şiddeti aniden yükseldi.

Müdür zafer edasıyla, “Dikkatle gözlemleyin,” dedi, “gözlemleyin.” Kitaplar ve şiddetli gürültüler, çiçekler ve elektrik şokları; az da olsa bu kavramlar bebeklerin zihinlerinde birbiriyle ilişkilendirilmişti; aynı ya da benzeri dersler iki yüz kere tekrarlandığında ayrılmaz bir biçimde birleştirilecekti. İnsanın birleştirdiğini ayırmaya doğanın gücü yetmezdi.

“Kitaplara ve çiçeklere, eskiden psikologların ‘içgüdüsel’ dediği bir nefret besleyerek büyüyecekler. Refleksleri değişmez bir biçimde şartlandırılır. Hayatları boyunca kitaplardan ve botanikten uzakta, güvende olacaklar.”

Müdür hemşirelere dönüp, “Götürün onları,” dedi.

Hâlâ çığlık atmakta olan haki bebekler tekerlekli servis masalarına yüklendi ve iterek uzaklaştırıldılar. Arkalarında ekşi süt kokusu ve hayli makbule geçen bir sessizlik bıraktılar.

Öğrencilerden biri elini kaldırdı; alt sınıf insanların Topluluk’un değerli zamanını kitaplarla harcamasına izin verilmemesinin nedenini anlayabiliyordu ve tabii ki reflekslerinden birinin şartlandırmasını bozabilecek bir şey olan okuma riski de her zaman vardı, ama yine de... işte, çiçekler konusunu anlayamamıştı. Niye Deltaların çiçekleri sevmesini psikolojik olarak imkânsızlaştırmakla uğraşılıyordu ki?

KŞM Müdürü sabırla açıkladı. Eğer çocuklara bir gül görünce çığlık attırılıyorsa, nedeni yüksek ekonomi politikasıydı. Kısa süre önceydi (bir yüzyıl ya var ya yoktu). Gamalar, Deltalar ve hatta Epsilonlar çiçekleri sevmeye şartlandırılmışlardı; özelde çiçeği, genelde ise vahşi doğayı. Amaç, her fırsatta kırlara koşma isteği yaratmak ve böylece ulaşım tüketimine zorlamaktı.

“Ulaşım tüketmediler mi peki?” diye sordu öğrenci. “Hem de çok,” diye yanıtladı Müdür. “Ama başka hiçbir şey tüketmediler.”

 Kır çiçekleri ve manzara seyretmenin önemli bir kusuru var, bedavalar, diye açıkladı. Doğa sevgisiyle fabrikalar çalışmaz. En azından alt sınıflarda doğa sevgisini kaldırmaya karar verildi, ancak ulaşım tüketimi eğilimi kalacaktı. Çünkü elbette nefret etseler de kırlara gitmeye devam etmeleri önemliydi. Sorun, ulaşım tüketimi için kır çiçekleri ve manzara seyretmekten ekonomik olarak daha sağlam bir neden bulmaktı. Gerektiği şekilde bulundu.


ARŞİV