ALEKSANDR IVANOVİÇ KUPRIN (7 Eylül 1870- 25 Ağustos 1938)
Eserlerinde otobiyografik öğelere bolca yer veren Kuprin, bir yazar olarak ismini ilk kez Moлox (Moloch) novellasıyla duyurdu. En meşhur esеri Поединок (Düello) romanıdır. Hayranları arasında Çehov, Tolstoy, Gorki, Bunin gibi Rus edebiyatının büyük isimleri bulunan Düello’da yazar kendisi için askerlik dışında bir hayat hayal edemeyen, bir yandan da içinde bulunduğu düzene ayak uydurmakta güçlük çeken bir subayın hikâyesi anlatır.
Rusya’daki kariyeri boyunca üretken bir yazar olan Kuprin, devrimin ardından yerleştiği Paris’te bu üretkenliğini devam ettiremedi. 1937’de Rusya’ya girişine izin verilen Kuprin 1938 yılında Leningrad’da hayatını kaybetti.
Yazarın İthaki Yayınları tarafından yayımlanan Düello isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
DÜELLO
Askerler uygun adım koğuşlarına dağıldılar. Talim alana boşaldı. Romaşov bir süre kararsızlıkla kalakaldı yolda Bir buçuk yıllık subaylık hayatında yabancı, hasmane veya kayıtsız kimselerin arasında yalnızlığının ve kaybolmuşluğun acısını ilk defa tadıyor değildi: Bu akşam nereye gideceğini bilmezliğin hazin hissi. Dairesi, subay gazinosu... bunlar iğrenç geliyordu. Kulüp şimdi boştur; olsa olsa ki sancaktar berbat, küçük bir bilardo masasında bilardo oymuyor, bira içiyor, sigara tüttürüyor ve her bir topta küfrü basıyorlardır; odalarda da kötü bir aşçının hazırladığı yemeğin bayat kokusu asılıdır. Boş ver!
“İstasyona gideyim,” dedi Romaşov kendi kendine. “Ne olacaksa...”
Küçük Yahudi kasabasında tek bir lokanta yoktu. Asker kulüpleri gibi sivil kulüpleri de sefil, bakım görmemiş vaziyetteydi, bu yüzden istasyon, kasabanın sakinlerinin gidip dolandıkları hatta iskambil oynadıkları tek yerdi. Hanımlar bile taşra hayatının derin sıkıntısı içinde küçük değişiklikler olarak hizmet eden yolcu trenlerini karşılamak için gider gelirlerdi oraya.
Romaşov akşamları, Prusya sınırından önce son olarak burada mola veren posta trenine, istasyona gitmeyi seviyordu. Tuhaf bir büyülenmişlik içinde, heyecanla hepi topu dört yeni, ışıl ışıl vagondan oluşan tren katarının demiryolu virajını hızla aşıp tam gaz, uçarcasına yaklaşmasını; ileri, rayların üzerine doğru aydınlık benekler fırlatan ateşten gözlerinin hızla büyümesini, yalazlar saçmasını; istasyonu o süratle aşacakmış gibi göründüğü hâlde ansızın, ıslık çalarak, homurdanarak duruvermesini takip ediyordu. “Koca kayaları kaldıran bir dev gibi,” diye düşünüyordu Romaşov. Neşeli, bayramı andıran ışıklarla parlayan vagonlardan güzel mi güzel, alımlı, bakımlı acayip şapkalar takmış, şık kıyafetler içinde hanımlar, muhteşem giyimli, kaygısız, kendinden emin, beylere has yüksek ses- le Fransızca ve Almanca konuşan, hareketleri rahat, gülüşleri tembel şehirli beyler iniyordu. İçlerinden hiçbiri göz ucuyla olsun aldırış etmiyordu Romaşov'a ama genç subay onların kalabalığında hayatın ebedi bir bayram ve şölen olduğu erişilmez, enfes, muhteşem bir dünya görü- yordu...
Sekiz dakika geçiyordu. Çan vuruyor, lokomotif ıslık çalıyor, ışıldayan tren istasyondan ayrılıyordu. Perondaki ve büfedeki ışıklar aceleyle sönüyordu. Kasvet çöküyordu ansızın. Ve Romaşov her defasında, gecenin karanlığına karışır ve zorlukla seçilen küçük bir kıvılcım hâlini alırken son vagonun arkasında süzülürcesine sallanan kızıl fenerleri dingin ve hülyalı bir kederle izliyordu.
“İstasyona gideyim” diye düşündü Romaşov. Ama ayağındaki pabuçlarına bakınca yakıcı bir utançla kıpkırmızı oldu. Bu ağır, lastik pabuçlar bol geliyordu, ta tepesine kadar hamur gibi kalın bir çamura batmıştı. Alaydaki subayların hepsi bu pabuçlardan giyiyordu. Sonra yine çamur yüzünden dizlerinde ağırlaşmış, alt tarafı püsküllü, kir pas içinde, düğmeleri çözük kaputuna baktı ve içini çekti. Geçen hafta, peronda bu posta treninin yanından geçerken birinci sınıf vagonunun kapısında bekleyen, siyah bir elbise giymiş, uzun boylu, endamlı, çok güzel bir kadın görmüştü. Şapkası yoktu kadının; Romaşov onun düzgün burnunu, büyüleyici küçük ve kalın dudaklarını, başının ortasında ayrıldığı yerden yanaklarına düşen, şakaklarını, kaşlarının ucunu ve kulaklarını örten, parlayan kara dalgalı saçlarını alıcı gözle çabucak incelemişti. Arkasında, ışıklar arasında, küstah suratlı, bıyıklarının ucu İmparator Wilhelm gibi yukarı kalkık, hatta Wilhelm'e biraz benzeyen boylu poslu genç bir adam duruyordu. Kadın, Romaşov'a bakmıştı; hatta Romaşov'a, gözlerini ayırmadan, dikkatle bakmış gibi gelmişti; kadının yanından geçerken sancaktar alışkın olduğu üzere, “Güzeller güzeli meçhul kadının gözleri, genç subayın düzgün yapılı, zayıf sureti üzerinde zevkle durdu,” diye düşünmüştü. Ama on adım yürüyüp de güzel kadının bakışıyla tekrar karşılaşmak için aniden geri döndüğünde, onunla yanındaki gencin arkasından bakarak keyifle güldüklerini görmüştü. O zaman Romaşov şaşılacak kadar berrak bir kafayla, sanki dışarıdan biri gibi bakarak kendine, pabuçlarına, kaputuna, solgun yüzüne, miyop gözlerine, her zamanki dalgınlığına ve sakarlığına, az önce kendi kendine düşündüğü o belagatlı cümleyi hatırladı ve âdeta canı yanmışçasına dayanılmaz bir utançla, acıyla kıpkırmızı oldu. Şu anda bile, bahar akşamının yarı karanlığında yürürken, o geçmiş utancın utancıyla bir kez daha kıpkırmızı oldu.
“Hayır, istasyonda ne işim var,” diye mırıldandı acı bir ümitsizlikle. “Biraz dolaşayım, sonra eve...”
Nisan başıydı. Akşam karanlığı belli etmeden kesifleşiyordu. Yolun iki yanındaki kavaklar, çatıları kiremit döşeli beyaz ve alçak evler, tek tük geçenlerin siluetleri... her şey kararıyor, rengini ve perspektif derinliğini yitiriyordu; bütün şeyler dümdüz kara siluetlere dönüşüyordu ama dış hatları karanlık havada büyüleyici bir netlikle seçiliyordu. Şehrin ötesinde, batıda yanıyordu günbatımı. Ağır, lacivert bulutlar kızgın, alev alev, altın fışkırtan bir volkanın ağzına düşüyordu sanki ve kan kırmızısı, kehribar rengi, eflatun ateşlerle yanıyordu. Volkanın üzerinde ise turkuazın ve mavinin yeşile döndüğü bahar akşamının narin gökyüzü kubbe gibi yükseliyordu.
Romaşov kocaman pabuçlarının içindeki ayaklarını zorlukla sürüyerek ağır ağır yürürken yolda gözlerini ayırmamacasına bu büyüleyici yangına bakıyordu. Çocukluktan beri hep olduğu gibi parlak günbatımının arkasında esrarengiz, parlak bir hayat varmış gibi geliyordu ona. Orada, uzakta mı uzakta, bulutların arkasında, ufkun ötesinde, buradan görünmeyen güneşin altından mucizevi, göz kamaştırıcı, muhteşem, içleri ateşle dolu bulutların gözlerden uzak tuttuğu bir şehir yalazlanıyordu.
(…)
Ansızın talim alanında yaşadıklarını, alay komutanının kaba naralarını, uğradığı hakareti, askerler karşısında ki keskin ve aynı zamanda çocuksu sakarlık, beceriksizlik duygusunu anımsadı Romaşov. Ona en acı gelen de, kimi zaman kendisinin de bugünkü rezaletin sessiz görgü tanıklarına, ona bağırıldığı gibi bağırılmış olmasıydı; bunu bilmekte her ikisi arasındaki farkı ortadan kaldıran bir şeyler, bir subay olarak ve dahası (öyle sanıyordu ki) insan olarak haysiyetini aşağılayan bir şeyler vardı.
O anda içinde bir çocuktaki gibi (ve gerçekten de çocukluktan pek çok şey kalmıştı onda) intikamcı, fantastik, sarhoş edici hayaller kaynamaya başladı. “Aptallık! Önümde koca bir hayat var!” diye düşünüyordu Romaşov ve kendini düşüncelerine kaptırdıkça adımlarını daha dinç atıyor, daha derin soluyordu. “Hepsine inat yarın kitapların başına oturacağım, hazırlanacağım, akademiye gireceğim. Emek! Emekle ne istersen yapmak mümkün. Tek yapman gereken işe girişmek. Deli gibi didineceğim... Ve kimse beklemezken en yüksek notla vereceğim sınavı. O zaman herkes, 'Bunda şaşılacak ne var ki? Zaten emindik böyle olacağından. Böyle yetenekli, hoş, becerikli bir delikanlı!' diyecek.”
Ve Ramaşov şaşılacak kadar berrak bir şekilde, büyük ümitler vaat eden genç bir genelkurmayı olarak gördü kendini… Adı akademide altın plakaya yazılı. Profesörler parlak bir gelecek görüyorlar onda, akademi- de kalmasını öneriyorlar ama hayır, alaya dönecek. Bölük komutanlığı için gereken süreyi tamamlamak gerek. Ve mutlaka kendi alayında, mutlaka. Ve buraya dönüyor: Zarif, küçümsercesine sıradan, doğrucu, küstahça kibar, geçen yıl yapılan büyük tatbikatlarda gördüğü genelkurmay subayları gibi. Subay kulübünden uzak duruyor. Kaba ordu alışkanlıkları, senli benlilik, kumar, içki âlemleri yok, bunlar onun için değil; burada sadece ileriki kariyerinin ve şöhretinin geçtiği bir yol olduğunu biliyor.
(…)
Artık yürümeyi bırakmış, kollarını sallayarak koşan Romaşov ansızın durdu, güçlükle kendine geldi. Sırtında, kollarında ve bacaklarında, kıyafetinin altında, çıplak teninde birinin soğuk parmakları dolaşıyordu sanki, başın- da saçları kıpırdıyordu, gözleri coşkun yaşlarla yanıyordu. Eve nasıl geldiğinin farkında değildi; şimdi sel gibi yaşları silip kendine gelince, iyi tanıdığı kapıya, kapının arkasındaki meyve bahçesine ve bahçenin derinlerindeki beyaz, küçük müştemilata şaşkınlıkla baktı.
“Bunca saçmalık nasıl üşüştü başıma!" diye mırıldandı şaşkın bir hâlde. Kaldırdığı omuzlarının arasına utangaç bir tavırla büzüldü başı.
(Syf 22-30)
“Şu dünyada her şey geçer, acınız ve nefretiniz de geçer gider. Unutursunuz bunları. Ama öldürdüğünüz birini asla unutamazsınız. Yatakta, sofrada, yalnızlığınızda, kalabalıkta sizinle birlikte olur. Boş beyinliler, süzme salaklar, beton kafalılar, rengarenk papağanlar, düelloda öldürmenin cinayet olmadığına temin ederler sizi. Ne saçmalık! Ama lafa geldi mi pek hassastırlar, kurbanlarının beyinlerinin ve kanlarının haydutların düşlerine girdiğine inanırlar. Hayır, cinayet cinayettir her zaman. Ve burada önemli olan acı değildir, ölüm değildir, şiddet değildir, kan ve ceset tiksintisi değildir; hayır, en korkuncu, bir insandan yaşama mutluluğunu koparıp almanızdır. Yaşamanın yüce mutluluğu!” diye tekrar etti ansızın Nazanskiy yüksek sesle, sesine gözyaşları karışıktı. “Hiç kimse, ne siz ne ben, ah, şu koca dünyada hiç kimse inanmıyor öte dünyaya. Bu yüzdendir ölümden dehşete kapılmaları ama korkak salaklar ışıl ışıl cennet bahçeleri ve hadım oğlanların tatlı şarkılarıyla kandırırlar kendilerini, güçlü olanlar ise seslerini çıkarmadan aşarlar zaruret sınırını. Biz güçlülerden değiliz. Öldükten sonra ne olacağını düşündüğümüzde boş, soğuk, karanlık mezar canlanır gözlerimizde. Hayır dostum, hepsi saçmalık bunların; mezar keşke mutluluk verici bir yalan, rahatlatıcı bir teselli olsaydı. Ama düşünsenize şu düşüncenin dehşetini: Hiçbir şey olmayacak, hiçbir şey, ne karanlık, ne boşluk ne soğuk… Düşünce bile olmayacak, korku bile kalmayacak! Korku bile!
(Syf 290-291)