Alfred Döblin: Acımak Yok

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Alfred Döblin ile devam ediyor.

14 Mart 2025 - 16:22

ALFRED DÖBLİN (10 Ağustos 1878- 26 Ağustos 1957)

1878'de, bugün Polonya sınırlarında kalan Szczecin'de bir Yahudi ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. On yaşındayken babası evi terk etti. Ve ailecek zor koşullarda yaşamak zorunda kaldılar. Berlin ve Friburg'da nöroloji ve psikoloji okudu. Daha öğrencilik yıllarında Hıristiyan öğrencilerle Yahudiler arasındaki mesafeyi anlattığı eleştirel yazılar yazmaya başladı. Yayımlanan ilk romanı, 1915'te basılan “Die Drei Sprünge des Wang-lung”du (Wang-Lung'un Üç Sıçrayışı) oldu. Bunu Wallenstein (1920) ve Berge Meere und Giganten (1924; Dağlar, Denizler ve Devler) gibi romanları izledi. Alman edebiyatında modernizmin en önemli temsilcilerinden sayılan Döblin, tarihi romanlardan bilimkurguya, denemelerden oyunlara, toplam otuzdan fazla çalışmaya imza atmış olmasına rağmen en çok Berlin-Aleksander Meydanı (1929) adlı başyapıtıyla tanınır. Roman 1920'lerin Berlin'indeki değişimi ve yeraltı dünyasını gözler önüne serer.

1939'da savaş başlayınca Nazi rejimine karşı bildiriler yazdı, 1940'ta Almanya'nın Fransa'yı işgal etmesiyle tekrar kaçmak zorunda kaldı. 1957'de Batı Almanya'da öldü.

Yazarın Everest Yayınları tarafından basılan Acımak Yok isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

ACIMAK YOK

Üstü açık küçük peronda kara giysileri içinde öylece durmuş bekliyorlardı. Yakıcı sıcakta anne, başlarındaki renkli başörtülerini alınlarına kadar çekmiş, elleriyle bacaklarına konan sinekleri kovan iki köylü kadının arasında duruyordu. İkide bir gözlerini kısıp trenin beklendiği yöne bakıyorlardı. Fakat o bir türlü görünmüyordu. Sızlanmalara ve hüzünlü vedalaşmalara bir an önce son vermek için köyden çok erken yola çıkılmıştı.

Annenin yüzünü matem tülü örtüyordu. Sol elinde çiçeklerle bir mendil vardı. Sağ eline de içine parasını ve bazı önemli evrakları koyduğu küçük çantasını almıştı. Küçük kızının başında küçük bir şapka, üzerinde pazarlık giysiler vardı, annesinin eteğine tutunmuş, başparmağını ağzına götürmüştü; erkek kardeşlerinin üzerlerinde ise yeni ucuz ceketler, kaba kumaştan uzun pantolonlar, yuvarlak kafalarında matem tüllü tuhaf hasır şapkalar vardı.

(…)

Babayı köy mezarlığına bırakmışlardı. Şimdi orada uzanmış, huzur içinde yatıyordu. Her zaman ailesinin pek beğenmediği, dostlarının ise hoşuna giden bir yaşam sürmüştü. Onları bırakıp bu dünyadan göçmüş, ardında ödenmesi gereken borçlar bırakmış olan adam, maceracı yaşamıyla çoğu kez ailesini zora düşürmüş, başkalarına ise kendini sevdirmişti. İri yarı, açık mavi gözlü, neşesi hep yerinde adam, yerine göre kavalye davranışlı, yerine göre de içi huzursuzluk dolu birisiydi. Büyüklük taslamasını, düşlerle dolu yaşamı severdi.

İki gün iki gece içinde bu yaşamı son buldu. Küçük bir çiftliği çalıştırırken varlıklı, içine kapanık bir kadınla evlenmiş, ondan üç çocuk sahibi olmuş, ardından çok büyük bir çiftlik işine girişmiş ve her şeyi yeniden düzenlemek üzereyken aniden ölüvermişti. Yeni çiftlik işine girişirken “yoksa kendime başka yol seçerim” tehdidiyle karısının parasına konmuş, fakat sonra davranışları değişmiş, yeni topraklarla pek ilgilenmemiş, kendini eğlenceye vermişti.

Karısının parasıyla hiç düşünmeden kötü durumdaki bir çiftliği satın almış, yakın dostlarıyla ucu bucağı görünmeyen topraklarda at koşturmuş, ahırları yıkıp yerine daha büyüklerini kondurmuş, ardından da lokantayla köy meyhanesini baştan aşağı tamir etmeye başlamıştı. Elindeki para yetmeyince sürekli borç almıştı. Ve yürekli bu girişimciyi bir gecenin sabahında patates tarlasının ortasında yüzükoyun yatar bulmuş, evine taşımışlardı. Yanına geldiklerinde böbreklerinden rahatsız adamın bir ayağı, üzerinden düştüğü atın üzengisine takılıydı, hayvan başını eğmiş yerde yatan binicisine bakıyordu. Ertesi gün kendine gelir gelmez yatağın yanında duranlara badanacıların nasıl çalıştığını sormuştu. İkinci gününün sonunda da sanki yanındakiler neşeli şeylerden söz ediyorlarmış gibi keyfi yine yerine gelmişti. Olup bitenden haberi olmayan birisi o anda odaya girse, adamın komiklikler yaptığını sanırdı. Üçüncü gün hâlâ yatağındaydı, fakat yüzü kireç gibiydi, tek bir noktaya diktiği gözlerinin bakışları donuktu. Aynı gün nefes almaya son vermişti. Ona yakın insanlar, az önce keyfi yerinde olan bu adamı tabuta koyduklarına inanamadılar. Hiç yakalanamayan bir kuş gibi ölmüştü.

Kadın, sallana sallana giden trenin vagonunda öylece oturuyordu. Sararmaya başlamış buğday tarlaları arasında derin derin nefes alarak ilerleyen tren, onu doğduğu ve bütün yaşamını geçirdiği topraklardan uzaklara götürüyordu. Yanına sadece üç çocuğunu, yaralı yüreğini ve fakirliğini almıştı. Yaşamının ilk oyununu yitirmişti. Acaba bir ikincisi gelecek miydi, bilemiyordu. O adamı sevmişti. Evliliğin ilk yıllarını bambaşka bir dünyada geçirmişti. Fakat gerçek kişiliği kısa süre sonra kendini belli etmişti. Lokantanın işleri artık kadının omuzlarına yüklenmişti. O da kocasına zorluk çıkarmamak, onunla mutlu olmak için sessizce kabullenmişti. Fakat bütün iyi niyeti bir işe yaramamış, kumar oyunları ve eğlence yaşamı arasında zaman buldukça önüne attığı ekmek kırıntılarıyla yaşamak zorunda kalmıştı. Sonra gün gelmiş korkusundan, ailesinden kalan mirası, bütün parasını adamın eline tutuşturmuştu.

Yaşamı, tabii ona yaşam denirse, mutlu ayların ardından yavaş yavaş ondan uzaklaşmaya başlamıştı. Sonra yakın kente bazı ziyaretler yapmışlar, yeni çiftlikler aramışlar, hesaplar yapıp durmuşlar ve küçük çiftliği elden çıkarmışlardı. İşte o şimdi şurada yatıyordu. Yazgıları bir anda, tepeden inme gelivermişti. Yaşam anlamadan gelip geçmişti. (…)

Kısa süre sonra ziyaretçiler uğradı, eskiden nazik davranan bu insanlar kısaca başsağlığı diledikten sonra maskelerini çıkarıp ceplerindeki kâğıtları uzattılar. Borçlar, borçlar ve borçlar... Kapının her zili çalışında kadın dışarda bir alacaklının durduğunu gördü. Geceleri büyük odasında gözleri açık öyle yattı, kötü yazgısına üzüldü, parmaklarını ısırdı, utandı, kimseye söyleyemezdi, her şeyin böyle sonuçlanmasında onun da suçu vardı, şimdi bunun cezasını çekiyordu.

Çiftlik ve lokanta başka ellere geçti, geriye ona yaşayacak kadar biraz para kaldı. Fakat savaşı sona ermemişti, o yaşamını artık buralarda sürdürmemeye kararlıydı, çevresindekilerin alaylarının ve kocasını küstahça suçlamalarının aldığı kararda rolü yoktu. Yıllarca birlikte yaşadığı insanlardan, doğadan uzaklaşmak, buraların havasını artık içine çekmemek istiyordu. Bindiği tren onu bağrına bastı, karalar içinde doğup büyüdüğü, sevgiyi ve mutluluğu aradığı toplumdan kaçtı. (Syf 11-17)

Sana çok görev düşecek oğlum. Yapacak bir şey yok. Yakında bana destek olmanız gerekecek. O kadar çok zamanımız yok. Cebimdeki paramı sayabilirsin. Olsa olsa altı ay daha geçindirir bizi. Birileri çoktan kokuyu aldı. Belki onlar altı ay da beklemeyecekler, elimizdekileri daha önce almaya kalkışacaklar. Tek kuruşumuz bile kalmasın isteyecekler. Sadece canları istediği zaman bize iyi davranacaklar. Onlar hiç acımayacak! Önemli olan kendi çıkarları.( Syf 20)

Karl bir an bu kentte insanların nasıl para kazandığını düşünmeye çalıştı, fakat dolu dolu vitrinlerin çekiciliğine kapıldı, şaşkın şaşkın biraz dolaştı ve sonunda dev insan seline yakalandı, dev alışveriş merkezlerinin birinin kapısından içeri girdi. İnsanlar alışveriş yapıyor, birbirlerine sesleniyor, bir yerlerden müzik sesi geliyordu. Binanın en üst katından en alt katına kadar her yer göz alabildiğine binlerce eşya ile doluydu.(Syf 26)

“Bir köpeği yakalayıp bağlamaya kalkışırsan o senin ne yapmak istediğini sezer, kendini korumak için seni ısırır. Bir insanı bağlamak istersen o bunu hemen fark etmez, hatta senin ellerini yalar. Syf 98)

Kadın birden neşeyle konuştu: “Çok acınacak bir dünyadayız." Sesi şarkı söyler gibi çıkmıştı. “İnsanlar kötü... Başlarını sokacak bir odası olan bizler ise iyilik yapmak ister gibi o insanları düzeltmek istiyoruz! Bunu bizden önce başkaları da denemişti!”(Syf 103)

Paul (yanında çimenlere uzanmış olan Karl şöyle bir gerindi, annesini ve küçük kardeşini bir an için aklından çıkarmış, doğanın ortasında, dostlarıyla bir arada olduğu için çok mutluydu) neşeyle kollarını havaya kaldırdı ve emirler yağdıran bir teğmen edasıyla yüksek sesle, “Tepemizdeki o heriflerle baş etmek öyle kolay değil!" dedi. "Benim papazlarla deneyimim var, aralarında pek fark yok! Sen her şeyi, tüm yaşamları dualarla, tespihlerle ve azizlerle geçen o adamlardan daha iyi bildiğini sanıyorsan yanılıyorsun! Bu dünyada herkes birbirini aldatıyor, kimileri yaşamları boyu patlayana kadar yiyor, kimileriyse açlıktan kurtulamıyor, vurguncular, dolandırıcılar, kaba kuvveti yeğleyenler villalarla saraylarda yaşarken, küçük insanlar ayakta kalabilmek için bütün gün dua edip duruyor dediğinde, bu söylediklerini dinleyen karşındaki kalın enseli, yağlı boyunlu sana hak verirmiş gibi başını sallayıp duruyor, suratını ekşitiyor.  (Syf 108)


ARŞİV