ANDREA CAMILLERI (6 Eylül 1925- 17 Temmuz 2019)
Sicilya’nın Porto Empedocle kentinde doğan Andrea Camilleri, aynı zamanda senarist, televizyon yönetmeni ve tiyatro hocasıydı. Felsefe eğitimi alan Camilleri, daha sonra Roma’daki Ulusal Tiyatro Akademisi’nde sahne sanatları üzerine çalıştı. Uzun yıllar boyunca İtalyan devlet televizyonu RAI için yapımcılık ve yönetmenlik yaptı.
Camilleri, dünya çapında tanınmasını sağlayan Komiser Salvo Montalbano karakterini 1994 yılında yayımladığı La forma dell’acqua (Suyun Biçimi) romanıyla yarattı. Montalbano Serisi, Sicilya’daki hayali Vigàta kasabasında geçer ve adalet duygusu güçlü, insan odaklı bir polis olan Salvo Montalbano’nun hikâyelerini konu alır.
Camilleri’nin romanları, standart İtalyanca ile Sicilya lehçesinin bir karışımını içerir. Bu yönüyle eserleri yalnızca polisiye değil, aynı zamanda dilsel ve kültürel bir belge niteliği taşır. Romanlarında Sicilya’nın toplumsal yapısını, mafya düzenini, yolsuzlukları, ahlaki çelişkileri ve gündelik hayatın ironisini ustalıkla işler.
Montalbano Serisi, İtalyan televizyonu RAI tarafından diziye uyarlandı. Sadece İtalya’da değil Avrupa genelinde büyük ilgi gördü, BBC ve Netflix gibi platformlarda da geniş bir izleyici kitlesine ulaştı.
Camilleri’nin eserleri 30’dan fazla dile çevrilmiş, dünya genelinde 30 milyondan fazla satmıştır. Edebiyat çevrelerinde, yerel dili evrensel bir anlatıya dönüştürmesi ve Sicilya’nın kültürel kimliğini uluslararası edebiyata taşımasıyla övgü topladı.
Yazarın Mylos Kitap tarafından yayımlanan ve Montalbano Serisi’nin onuncu kitabı olan “Ağustos Sıcağı” isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
AĞUSTOS SICAĞI
Öyle derin uyuyordu ki top patlasa bile duymazdı. Daha doğrusu, top patlarsa değil ama telefon çalarsa uyanırdı.
Günümüzde medeni bir ülkede (ha!) yaşayan bir insan, uykusunda top patlaması duyarsa elbette bunları gök gürültüsü, Santo Patrono¹ kutlamalarında ateşlenen silahların sesi veya üst komşularının mobilyaları sürüklemesinden gelen seslerle karıştıracak ve mışıl mışıl uyumaya devam edecektir. Ama ev telefonunun çalması, cep telefonunun melodisi, kapı zili, hayır, bunlar medeni insanın (ha!), uykusunun derinliklerinden kalkıp yanıt vermekten başka seçeneğinin olmadığı çağrı sesleridir.
Ve sonuç olarak Montalbano yatağından kalktı, önce saate, sonra pencereye baktı ve çok sıcak bir gün olacağını anladı. Ardından telefonun çılgınca çaldığı yemek odasına gitti.
“Salvo! Neredeydin? Yarım saattir seni arıyorum!”
“Özür dilerim, Livia. Duştaydım, telefonun çaldığını duymadım.”
Günün ilk yalanı.
Bunu neden söylemişti ki? Ona hâlâ uyuduğunu söylemeye utandığı için mi yoksa onu uyandırdığını söyleyip Livia'yı kötü hissettirmemek için mi? Kim bilir...
“Villaya bakmaya gittin mi?”
“Livia! Saat daha sekiz bile değil!”
“Özür dilerim. Sadece her şeyin yolunda olup olmadığını öğrenmek için o kadar sabırsızım ki...”
Her şey on beş gün önce, Mimi Augello'nun kayınpederi ve kayınvalidesiyle yaşadığı sorunlar nedeniyle tatilini öne çekmek ve Livia'ya, anlaştıklarının aksine, ağustos ayının ilk yarısında Vigàta'dan ayrılamayacağını söylemek zorunda kaldığında başlamıştı. Ancak bu durum, beklediği yıkıcı etkiyi yaratmamıştı. Livia, Mimi'nin karısı Beba'yı çok seviyordu. Mimi'yi de öyle. Elbette biraz şikâyet etmişti ve Montalbano konunun burada kapandığına emindi. Ama yanılıyordu, hem de fazlasıyla. Ertesi akşamki telefon görüşmelerinde Livia'nın beklenmedik bir isteği vardı.
“Hemen deniz kenarında, iki yatak odası ve bir salonu olan bir ev bak, senin oralarda olsun.”
“Anlamadım. Neden Marinella'daki evimde kalmıyoruz?”
“İstediğinde çok aptal olabiliyorsun, Salvo! Laura, kocası ve küçük oğulları için bir evden bahsediyorum.”
Laura, Livia'nın en yakın arkadaşıydı; ona sevinç dolu sırlarını, hatta daha az sevinçli sırlarını da açıyordu.
“Buraya mı geliyorlar?”
“Evet. Bir sakıncası mı var?”
“Kesinlikle yok. Laura ve kocasını sevdiğimi çok iyi biliyorsun ama...”
“Ama ne?”
Tanrım, ne baş belası!
“Sonunda biraz yalnız zaman geçirebileceğimizi umuyordum, baş başa...”
“Ahahah!”
Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'deki cadınınkine benzeyen bir kahkahaydı bu.
“Neden gülüyorsun, pardon?”
“Çünkü çok iyi biliyorsun ki sen günlerini hatta gecelerini karakolda, sıradaki cinayetle ilgilenerek geçireceksin ve yalnız kalan ben olacağım.”
“Hayır ama Livia, burada ağustos ayında hava çok sıcak olduğundan katiller bile sonbaharı bekler.”
“Bu bir espri miydi? Gülmeli miyim?”
Ve böylece, Catarella'nın sonuç getirmeyen yardımıyla, uzun bir ev arayışı başladı.
(…)
Fotoğraflardan anlaşılacağı kadarıyla ev tam olarak Livia’nın istediği gibiydi.
Emlak ofisinin sahibi Sinyor Callara ile ertesi sabah saat dokuz civarında, Marinella'ya on kilometreden daha yakın olan Montereale Caddesi'ndeki villayı göstermek için onu almaya geleceği konusunda anlaşmışlardı.
(..)
Arabaya biner binmez Sinyor Callara konuşmaya başladı ve bir daha susmadı. (…)
Daha sonra Sinyor Callara geçmişin derinliklerine daldı. Yani villanın nasıl ve neden inşa edildiğini en küçük detayına kadar anlattı. Yaklaşık altı yıl önce, Angelo Speciale adıyla anılan, doğma büyüme Monterealeli olan ancak hayatını çalışmak için göçmen olarak gittiği Almanya'da geçiren, yetmiş yaşlarında yaşlı bir adam, Alman karısıyla birlikte memleketine temelli dönmek için bu villayı inşa etmeye karar vermişti.
Bahsi geçen Alman eşin adı Gudrun'du. Ralf adında yirmi yaşında bir oğlu olan dul bir kadındı. Buraya kadar her şey tamam mı? Tamam. Angelo Speciale, üvey oğlu Ralf ile birlikte Montereale'ye gelmiş, bir ay boyunca doğru yeri aramış ve bulmuştu. Arsayı satın aldığında Müteahhit Sinyor Spitaleri’ye gitti ve ona evin projesini hazırlattı.
Bir yıldan uzun bir süre boyunca evin inşaatının tamamlanmasını beklemişti. Ralf her zaman onun yanında kalmıştı.
Daha sonra mobilyaları ve diğer eşyalarını Montereale'ye taşımak için Almanya'ya döndüler. Ama tuhaf bir şey oldu. Angelo Speciale uçağa binmeyi sevmediğinden trene binmişlerdi. Ancak Köln istasyonuna vardıklarında Sinyor Speciale, kendisinin üstündeki ranzada seyahat eden üvey oğlunu bulamadı. Ralf'in bavulu hâlâ kompartımandaydı ama ondan hiçbir iz yoktu. Gece kondüktörü daha önceki duraklarda trenden inen birini görmediğini söyledi. Kısacası Ralf ortadan kaybolmuştu.
“Sonra onu buldular mı?”
“İnanır mısınız komiser, o andan itibaren kimse ondan bir daha haber alamadı.”
“Peki, Sinyor Speciale, Montereale'ye taşındı mı?”
“En iyi kısmı da bu! Hiç taşınmadı. Zavallı Sinyor Speciale, merdivenlerden düşerek kafasını vurup öldüğünde Köln'e döneli daha bir ay bile olmamıştı.”
“Peki ya, ikinci kez dul kalan Sinyora Gudrun? Buraya taşındı mı?”
“Kocası ya da oğlu olmadan burada ne yapacaktı ki zavallı şey? Üç yıl önce bizi aradı ve villayı kiraya vermemizi söyledi. O zamandan beri kiralıyoruz ama yalnızca yazları.”
“Yılın geri kalanında kiralamıyor musunuz?”
“Çok izole bir yer, komiser. Bunu kendiniz de göreceksiniz.”
(Syf 5-9)
Yemek yedikten sonra Guido ve Laura kumsalda, ay ışığının altında yürüyüşe çıkmayı teklif ettiler. Livia ve Montalbano bu teklifi geri çevirdi. Neyse ki Bruno ailesiyle gitmeyi seçti.
Bir süre şezlonglarda oturup sessizliğin tadını çıkardılar. Sessizlik, komiserin karnının üzerinde keyif yapan Ruggero'nun mırıltısıyla bozuldu.
“Beni Bruno'yu bulduğun yere götürür müsün? Biliyor musun, döndüğümüzden beri Laura gidip düştüğü yere bakmama engel oluyor.”
“Elbette. Arabadaki el fenerini alıp geliyorum.”
“Guido'nun da bir yerlerde el feneri olmalı. Bulabilecek miyim diye bir bakayım.”
Kazılan pencerenin önünde buluştular, ikisinin de elinde el feneri vardı. Önce Montalbano pervazın üzerinden tırmandı, fare olmadığından emin oldu, sonra Livia'nın içeri girmesine yardım etti. Doğal olarak Ruggero da onların peşinden atladı.
“İnanılmaz!” dedi Livia, banyoya bakarak.
Komiserin Bruno'yu bulduğu odaya gittiler.
“Orası bir bataklık Livia, girmesen iyi olur.”
“Zavallı çocuk! Çok korkmuş olmalı!” dedi Livia, salona doğru giderken.
Fenerin ışığıyla plastikle sarılmış pencere çerçevelerini gördüler.
Montalbano oldukça büyük bir sandığın duvara yaslandığını fark etti. Merakına yenik düşerek, kilitli olmadığı için kapağını açtı.
O anda tıpkı Arsenik Kurbanları filmindeki Cary Grant'e benziyordu. Kapağı kapatıp üstüne oturdu. Livia'nın feneri Montalbano'nun yüzünü aydınlattığında otomatik olarak gülümsedi.
“Neye gülüyorsun?”
“Ben mi? Gülmüyorum ki.”
“Peki, neden o ifadeyi yapıyorsun?”
“Ne ifadesi?”
“Sandıkta ne var?” diye sormaya devam etti Livia. “Hiçbir şey yok, boş.”
İçinde bir ceset olduğunu ona nasıl söyleyebilirdi? (Syf 39-40)
Montalbano, Catarella'nın kendisi için yazdırdığı dosyaya baktı.
MORREALE, Caterina, “Rina” olarak bilinir.
Giuseppe Morreale ve Francesca Dibetta'nın kızı 7 Mart 1983'te Vigàta'da doğdu
İkamet adresi: Vigàta', via Roma 42
Kaybolma tarihi: 12 Ekim 1999 13 Ekim 1999'da babası tarafından kayıp olarak bildirildi. Boy: 1.75 cm Saç: Sarı Göz: Mavi Yapı: İnce
(…)
Kâğıdı itip yüzünü ellerinin arasına gömdü.
Onu bir koyun ya da herhangi bir hayvanmış gibi katletmişlerdi. (Syf 89)
O kadar öfkeliydi ki sarhoş olmasa bile en azından uyumasına yardımcı olacak kadar uyuşmak için viski şişesini bitirmeye karar verdi ve verandada kaldı.
Konuyu soğukkanlılıkla, kendini fazla kaptırmadan ve aceleci olmadan iyice düşündükten sonra Lozupone'nin haklı olduğunu fark etti. Kendisine çok önemli görünen bu kanıtla Spitaleri'yi mahvetmeyi asla başaramazdı.
Ayrıca Laurentano'nun harekete geçmek için cesaret bulduğunu ve gözü kara bir meslektaşının konuyu mahkemeye taşıdığını varsayalım; herhangi bir avukat, o delilleri kaşla göz arasında çürütmekte zorlanmazdı. Ama gerçekten de deliller önemsiz olduğu için mi Spitaleri'nin suçlu bulunmayacağı düşünülüyordu? Delil her türlü delildi.
Yoksa mesele, günümüz İtalya'sında suçluların haklarını giderek daha fazla koruyan yasalar nedeniyle suç işleyenleri hapse göndermeye dönük kesin bir kararlılık olmaması mıydı? Peki, neden komiser, tüm bu hınçla müteahhite zarar vermek istemişti ve hâlâ istemeye devam ediyordu? Bir imar yasasını ihlal ettiği için mi? Ama bu durumda Sicilyalıların yarısıyla alıp veremediği olmalıydı, zira adadaki kaçak yapıların sayısı, yasal olanları neredeyse geçiyordu. (Syf 185)