Andrey Platonov: Can

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Andrey Platonov ile devam ediyor.

05 Temmuz 2024 - 13:53

ANDREY PLATONOV (28 Ağustos 1899- 5 Ocak 1951)

Andrey Platonoviç Platonov bir demiryolu işçisinin oğlu olarak 1899'da Voronej yakınlarında dünyaya geldi. İç savaş sırasında Kızıl Ordu'da savaştı, daha sonra elektrik mühendisi ve arazi ıslahı uzmanı oldu. 1918 yılından itibaren çeşitli gazete ve dergilerde makale, şiir ve denemeleri, 1926 yılından itibaren de kısa öyküleri yayımlanmaya başladı. Yeteneği Maksim Gorki tarafından keşfedilince ilk etapta parlak bir başlangıç yaptı, fakat daha sonra kimi eserleri Stalin dahil pek çok kişinin sert eleştirilerine hedef oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında savaş muhabiri olarak çalışan ve bir kere daha resmi olarak tanınmaya başlayan Platonov, savaş sonrasında yine çeşitli saldırılara maruz kaldı ve zorunlu çalışma kampından dönen oğlundan kaptığı tüberkülozun ilerlemesi sonucu 1951 yılında öldü. Platonov'un öyküleri 1950'lerin sonlarında Rusya'da yeniden yayımlanmaya başladıysa da başlıca eserleri 1980'lerin sonuna dek yasaklı kaldı. KGB'nin "edebiyat arşivi"nin kısmen halka açılmasıyla gün ışığına çıkan Mutlu Moskova Rusçada ilk kez 1991 yılında yayımlandı.

Andrey Platonov’un Metis Yayınları tarafından yayımlanan Can isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

CAN

Moskova İktisat Enstitüsü'nün avlusuna genç bir adam çıktı - Nazar Çagatayev. Rus olmayan bu genç adam geçip giden uzun zamanın etkisinden sıyrılarak şaşkınlıkla süzdü çevresini. Burada, bu avluda birkaç yıl boyunca dolaşmış, ilk gençliğini burada geçirmişti. Pek de yandığı yoktu aslında geçen günlere, zira yükseklere, aklının tepelerine tırmanmıştı artık, batmaya hazırlanan akşam güneşiyle ısınmış tekmil yaz âleminin daha iyi göründüğü tepelere.

(…)

Avlu boştu. Genç adam ambarın eşiğine oturdu ve düşüncelerine yoğunlaştı. Enstitünün idari işler bölümünden diploma tezini savunduğuna dair bir belge almıştı, diplomanın kendisiniyse daha sonra postayla göndereceklerdi ona. Buraya bir daha dönmeyecekti. Tüm buralı, ölü nesnelerle vedalaşıyordu içinden. Gün gelecek canlanacaktı onlar da - kendiliklerinden yahut insan eliyle.

Tüm gereksiz avlu eşyalarına yanaştı, eliyle dokundu onlara; nedense bütün nesneler kendisini akıllarında tutsun ve sevsin istiyordu. Aslında inanıyor değildi bunun olabileceğine. Çocukluk anılarından bilirdi ki, uzun bir ayrılığın ardından tanıdık bir yeri yeniden görmek tuhaf ve üzücü gelir; yüreğin bağlılığını korumuştur mekâna, oysa kıpırtısız nesneler seni unutmuştur, anımsamazlar, yokluğunda hareketli ve mutlu bir hayat yaşamış gibi yabancılarlar seni, duyguların karşılıksız kalır, acınası, meçhul bir varlık gibi dikilirsin karşılarında.

Ambarın ardında eski bir bahçe vardı. Masalar diziyor, geçici olarak ışıklandırıyorlardı bahçeyi şimdi, süslüyorlardı orasını burasını. Enstitü müdürü ikinci kuşak Sovyet iktisatçı ve mühendisleri için bir tören tertiplemişti akşama.

(…)

Müzik çalıyordu. Gençler çevrelerindeki dünyaya dağılıp mutluluklarını kurmaya hazır vaziyette oturuyordu masaların başı da. Müzisyenin kemanı uzaklarda tükenen bir ses gibi donup kalıyordu arada bir.

Çagatayev'e ufkun ötesinde bir insan ağlıyormuş gibi geliyordu — belki de, bir zamanlar doğduğu, şimdiyse annesinin yaşadığı yahut öldüğü, kimselerin bilmediği o ülkede.

“Gülçatay!” dedi yüksek sesle.

“Nedir o?” diye sordu yanında oturan kız, bir teknik uzman.

“Bir anlamı yok,” diye açıkladı Çagatayev. “Gülçatay annemdir,dağ çiçeği. İnsanlara henüz küçüklerken, tüm iyi şeylere benzedikleri sıra verilir isimleri.”

Keman çalıyordu yine, sırf sızlanan değil davet de eden sesiyle—dönmemecesine gitmeye çağıran, çünkü kederli bile olsa daima zafer için çalar müzik. Az sonra danslar, oyunlar, gençliğin o bildik eğlencesi başladı. Çagatayev insanları ve gece tabiatını seyrediyordu; daha uzun süre, hatta belki ebediyen kalması gerekecekti burada, acıyla boğuşması, çalışıp mutlu olması.

(Syf 7-9)

Yaz devam ediyordu. Sıcaktan Moskova civarındaki torf bataklıkları tütüyor, akşamları yanık kokuyordu hava; uzak kolhoz ve tarlalardan gelen sıcak toprak kokusu karışıyordu bu kokuya, tabiatın dört bir köşesinde akşam yemeği pişiyordu sanki. Çagatayev Vera'yla son günlerini geçirmekteydi: Tayini çıkmıştı, memleketine, annesinin yaşadığı yahut çoktan öldüğü Asya çölünün ortalarına gitmeliydi. Çagatayev on beş yıl önce, küçük bir çocukken ayrılmıştı oradan. Yaşlı annesi, Türkmen Gülçatay, oğlunun başına bir papak geçirmiş, çantasına bayat çörek, biraz da dövülmüş hasırotu, crambe" ve yarma köklerinden pişirdiği pidelerden koymuş, eline de kamıştan bir değnek tutuşturmuştu, bu kamış yaşça büyük bir arkadaş misali çocuğun yanı sıra yürüsün, ona yol göstersin diye.

“Yürü, Nazar,” demişti Gülçatay; onu ölü görmek istemiyordu yanında. “Babanı görür de tanırsan yanına yaklaşayım deme sakın. Pazarlar görürsen, zenginlik görürsen, Köhne Ürgenç'te, Taşoğuz'da, Hive'de, gitme oralara, hepsinin önünden geç, uzağa, ellere git daha iyi. Baban yabancı bir adam olarak kalsın varsın.”

Küçük Nazar annesinden ayrılmak istemiyordu. Ölmeye alıştığını, az yiyeceği için artık hiç de korkmadığını söylemişti ona, Fakat annesi kovmuştu onu.

(Syf 15)

Yedi gün sonra Çagatayev en yakın yaya yolunu takip ederek Taşkent'e vardı. Uzun zamandır beklendiği Parti Merkez Komitesi'ne uğradı. Komite sekreteri Çagatayev'e Sarıkamış", Üst Yurt ve Amuderya deltası dolaylarında çeşitli uluslardan kimselerin oluşturduğu küçük bir halkın göçebelik ettiğini ve yoksulluk çektiğini söyledi.

“Biliyorum o halkı ben, orada doğmuştum,” dedi Çagatayev.

“Bu yüzden gönderiyorlar ya seni oraya,” diye açıkladı sekreter. “Ne denirdi o halka, hatırında mı?”

“Bir şey denmezdi,” diye yanıtladı Çagatayev. “Ama kendi kendisine kısa bir ad vermişti.”

“Nasıl bir ad?”

“Can. Ruh ya da tatlı hayat anlamında. O halkın, ruhundan ve kadınlann, anaların ona bağışladığı tatlı hayatından başka hiçbir şeysi yoktu — halkı doğuran analardır çünkü.”

Sekreter kaşlarını çattı ve kederlendi.

“Demek varı yoğu göğsündeki yüreğiymiş, o da çarptığı sürece.” ` “Sırf yüreği,” dedi Çagatayev onaylayarak, “bir tek yüreği; vücudunun dışında kalan hiçbir şeye sahip değildi. Zaten hayat da onun sayılmazdı, yaşadığını sanırdı sadece.”

“Annen Can halkının kim olduğunu söylemiş miydi sana?”

“Söylemişti. Kaçaklar, yetimler ve dermanı kesilince kapı dışarı edilen yaşlı kölelermiş. Sonra kocalannı aldatan kadınlar vardı, korkudan düşmüşlerdi oraya; aniden ölüp giden birilerini seven, başka da koca istemeyen kızlar geliyordu temelli kalmaya. Bir de tanrı bilmez insanlar yaşardı orada, dünyayla dalga geçenler, suçlular... Gerçi hepsini anımsayamıyorum, küçüktüm daha.”

“Oraya git işte şimdi. Bu kayıp halkı bul — Sarıkamış çukurluğu bomboş.”

(Syf 27-28)

Köhne Derya Nehri'nin kuru yatağına varan Nazar Çagatayev lığın içine ön ayaklarına dayanarak insan gibi oturmuş bir deve gördü. Deve zayıftı, hörgüçleri çökmüştü, kara gözleriyle akıllı, üzgün bir insan gibi ürkek ürkek bakıyordu. Çagatayev yanına geldiğinde deve ona en ufak bir ilgi bile göstermedi; rüzgârın sürüklediği ölü otların hareketini takip etmekteydi.

(…)

Çagatayev devenin ötesini berisini inceledi: Açlık belasından zayıf düştüğü çok olmuştu, neredeyse tümden dökülen tüylerinden geriye birkaç tutam kalmıştı ve halini yadırgamaktan, bir de soğuktan titreyip duruyordu. Herhalde buralardan geçen bir kervan, güçsüz düşünce yükünü çözüp bırakmıştı onu yahut da sahibi ölmüş, hayvansa yaşam kaynakları tükenene değin beklemeye koyulmuştu onu. (…)

Akşam indi. Çagatayev civardan ot bulup getirerek, nihayet başını toprağa dayayıncaya, yeni hayatının itaatkâr uykusuna dalıncaya kadar besledi deveyi. Hava gecenin maharetiyle soğumaya başladı. Çagatayev torbasındaki pidelerden yedi, sonra ısınmak için devenin gövdesine sokuldu ve içi geçti. Gülümsüyordu; kısa, alaycı bir oyun için yaratılmışa benzer bu dünyada her şey tuhafına gitmekteydi. Üstelik bu yapmacık oyun uzamış, ebedi bir hal almıştı ve artık kimse gülmek istemiyordu, kalmamıştı gülecek hal. Issız çöl toprağı, deve, hatta acınası avare otlar – tüm bunların ciddi, yüce ve muzaffer olması gerekmez miydi? Sefil varlıkların içinde kutlu, gerekli ve zorunlu bir göreve adanmışlık hissi yaşar, yoksa ne diye böyle güçlüklere katlanıp bir şeyler beklesinler? Çagatayev devenin karnına sokulup kıvrıldı ve sıradışı gerçekliğe şaşırarak uyuyakaldı.

Köhne Derya yolculuğunun altıncı gününde Çagatayev Sarıkamış'ı gördü. Bütün bu süre boyunca artık dirilmiş, kendi gücüyle yürüyebilen deveyi sürüklemişti peşi sıra. (…)

Bir zamanlar annesinin elinden tutup çıkardığı, onu bir başına yaşamaya gönderdiği, şimdiyse geri döndüğü yerdi burası. Deveyle birlikte memleketinin içlerine doğru ilerledi Çagatayev. Ufak tefek ihtiyarlara benzer yabani çalılıklar vardı burada: Çagatayev'in çocukluğundan beri büyümemişlerdi ve galiba yerli varlıklar içinde onu unutmayan da bir tek onlardı; öylesine alımsızlardı ki uysal denebilirdi onlar için, kayıtsız ve belleksiz olduklarına inanmaksa olanaksızdı. Bu çirkin garibanlar anılarla yahut yabancıların hayatlarına tutunarak yaşıyor olmalıydı, başka bir şey yoktu ellerinde.

Çagatayev birkaç günü çocukluğunun ülkesinde insanları arayarak geçirdi. Deve yalnız kalıp sıkılmaktan çekinerek peşi sıra yürüyordu kendiliğinden; kimi vakit gergin ve dikkatli bakışlarla uzun uzun bakıyordu insana, ağladı ağlayacak yahut gülümsedi gülümseyecek, bir de bunları beceremeyişinden dolayı azap çekerek.

(Syf 31-35)

Şafağın ışıkları otların üzerinde uyuyanları aydınlattı. Çagatayev, uykusunda yerin sertliğini ve rutubetini hissetmesin diye bir kolunu Aydım'ın başının altına koymuş, diğeriyle doğan günden gizlenmek için gözlerini örtmüştü. Uyuyanların yanı başında meçhul bir ihtiyar kadın oturuyor, şuursuzca onlara bakıyordu. Kadın neredeyse hiç değmeden Çagatayev'in saçlarına, ağzına, ellerine dokunuyor, giysilerini kokluyor, bir yandan da, birilerinin kendisine engel olmasından korkar gibi çevresini kolaçan ediyordu. (…) Sonra sakinleşti ve Nazar'ın ayakucuna uzandı, mutlu ve yorgun, sanki ömrünün sonuna gelmiş ve başkaca yapacak bir şeysi kalmamış, içleri terden çürüyen, çöl tozu ve bataklık çamuruyla vıcık vıcık olmuş bu pabuçların yanında son tesellisini bulmuş gibi. İhtiyar kadın azıcık dalmış yahut uyuyuvermişti ki, az sonra tekrar ayaklandı. Çagatayev ve Aydım uyuyorlardı hâlâ: Çocuklar çok uyur, güneş, kelebekler ve kuşlar uyandıramaz onları.

“Çabuk uyan!” dedi ihtiyar kadın Çagatayev'i kollarıyla sararak.

Nazar gözlerini açtı. İhtiyar yüzünü üzerine sürte sürte, boynunu, kıyafetinin üstünden göğsünü, elini öpüyor, tüm vücudunu santim santim inceliyor, yokluyordu: Sağlam mıydı her parçası, birbirlerinden ayrılarken bir yerleri sakatlanmış yahut eksilmiş miydi?

“Dur, yapma,” dedi Çagatayev ona,”annemsin sen.”

Ayağa kalktı, fakat annesi öylesine kamburdu ki o ayaktayken yüzünü göremiyordu; elleriyle aşağı, yanına çekti oğlunu. Çagatayev eğildi, oturdu onun önüne.

Çagatayev annesinin gözlerine baktı; solgun ve yabancıydılar, o eski parlak, kara güç ışıldamıyordu artık içlerinde; zayıf küçük yüzü ardı arkası kesilmez kederlerden, belki de yaşamak için neden ve yol kalmadığı halde sağ kalmaya çalışmanın geriliminden yabanileşmiş, hırçınlaşmıştı. Böylesi zamanlarda, çarpmasını istiyorsa yüreğini her daim hatırında tutmalı, çalışmaya zorlamalıdır insan; aksi takdirde her an ölebilir, yaşadığını, bir şeyler arzulamak, kendini gözden kaçırmamak gerektiğini unutur yahut farketmez olur.

Nazar annesine sarıldı. Şimdi küçük bir kız çocuğu gibi hafif ve uçucuydu Gülçatay; çocuk misali baştan başlamalıydı yaşamaya, çünkü olanca gücünü sonsuz ıstırapla mücadele edebilmek için gereken sabra harcamış, yüreğinden geriye tek bir acısız parçacık dahi kalmadığından varlığının hayrını hiç görememiş, kendisini anlamaya dahi fırsat bulamamış, ihtiyar bir kadın olduğunu, ölme vaktinin gelip çattığını idrak edememişti.


ARŞİV