Anthony Burgess: Otomatik Portakal

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Anthony Burgess ile devam ediyor.

08 Ağustos 2024 - 15:32

Anthony Burgess (25 Şubat 1917- 22 Kasım 1993)

Asıl adı John Burgess Wilson olan yazar 1917'de İngiltere'de doğdu. Manchester Üniversitesi'nde İngiliz edebiyatı ve sesbilim öğrenimi gördü. Otuz yaşlarına kadar en büyük arzusu besteci olmaktı. Bir senfoni dahil, çok sayıda müzik eseri besteledi. 1940-46 arasında İngiliz ordusunda yer aldı, 1946-50 yılları arasında Birmingham Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yaptı. 1954'ten 1959'a kadar Malaya ve Borneo'da Eğitim Bakanlığı görevlisi olarak çalıştı.  1959 yılında Burgess’a ameliyat edilemez bir beyin tümörü tanısı kondu ve bir yıldan az ömür biçildi. İlk karısı Lynne’in geçimini sağlamaya kararlı olan Burgess öfkeyle masaya oturup 12 ay içinde beş buçuk roman yazdıktan sonra teşhisin yanlış olduğunu öğrendi. Ne var ki artık tanınan bir yazar olmuştu. 50’den fazla roman ve kitap yazdı. Yazdığı romanlardan Otomatik Portakal 1971 yılında  Stanley Kubrick tarafından sinemaya aktarıldı.  Bir distopya romanı olan kitap Burgess’in en çok okunan kitaplarındandır. 

Romancılığının yanı sıra gazetecilik, eleştirmenlik ve dilbilim çalışmaları da olan Burgess, çağdaş İngiliz edebiyatının en verimli yazarlarından biridir.

Anthony Burgess’in İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan Otomatik Portakal  romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.

OTOMATİK PORTAKAL

Sütbarın kapısını açıp soğuk geceye daldık. Umutsuzluk Caddesi'nden geçerek Tükeniş Sokağı'na saptık. Ve aradığımızı bulduk. Küçük bir oyunla gecenin başlamasını kutlayacaktık. Öğretmeni andıran, gözlüklü, ebleh suratlı, ağzı açık, gözlerinde yıldızlar yanıp sönen yaşlıca bir adam Ulusal Kütüphane'nin önünde duruyordu. Koltuğunun altına sıkıştırdığı kitaplara bakılırsa okuma meraklısıydı. Bu günlerde kimse kolay kolay Ulusal Kütüphane'ye gitmiyor. Kitap okuyup da ne yapacağız? Aslında bu yaşlı, burjuva tipleri kolay kolay göremezsin gecenin bu saatinde. Polis elini eteğini çeker karanlık çökünce. Sokaklar bizlerin denetimindedir. Zaten koskocaman, inin cinle top oynadığı bu sokakta yaşlı hıyardan başka kimseler yoktu. Kıkır kıkır gülerek yanına yaklaştık. Saygıyı da elden bırakmıyoruz ha!

-Nasılsın kardeşim?

Kali cam gözlüklerin ardındaki gözlerini kocaman kocaman açarak kuşkuyla bizi süzdü.

-Ne var? N'oluyor?

Sınıfta öğrenci azarlıyordu sanki. Güldük. Kıkır kıkır değil kahkahalarla.

-Kolunun altındaki kitapları gördük kardeşim. Bugünlerde kitap taşıyan birini görmek gerçekten göz yaşartıcı... –

 Öyle mi? - diye sordu titrek bir sesle.

Gözlerini bir bana bir Aptalof'a çeviriyordu. Elleri belinde duran diğer iki arkadaşımızı da ürkek ürkek süzüyordu. Tatlı tatlı gülümseyen dört delikanlının çevresini sarması bayağı korkutmuştu moruğu.

- Öyle ya! Koltuğunun altında taşıdığın bu kitapları incelemek isterdim kardeşim. Bakalım neler götürüyorsun evine. Açık saçık kitap okumanın yasak olduğunu biliyorsun tabii?

-  Açık saçık mı?

Pete, uzanıp herifin elinden kitaplarını alıp bizlere verdi. Topu topu üç kitaptı. Aptalof hayatında hiç kitap görmediğinden adına uygun bakıyordu kara kaplı kâğıt yığınlarına. Benim elimdeki Temel Kristalografi diye ne olduğunu bile anlamadığım bir kitaptı.

Başparmağımı dilimle ıslatıp sayfaları çevirmeye koyuldum.

-Çok güzel... Aferin doğrusu kardeşim.

Sanki birden şaşırmış gibi sesimi yükselttim.

-Bu da ne? Böyle adi sözcükler hiç görmemiştim. Utanıyorum. Beni çok üzdün kardeşim...

-Ne? Ama... Şey...

Namussuzluk diye ben buna derim. Georgie elindeki kitabı bana gösterdi. "S" harfiyle başlayan yüzlerce sözcük var. Ayıp, ayıp...

(…)

-Sana bir ders vermemiz gerek kardeşim.

 

Elimdeki kitap kalın ciltliydi. Uzun yıllar dayanmasını sağlamak için iplik dikişle tutturulmuştu. Tüm gücümü harcayarak cildi yırtıp sayfaları kopardıktan sonra havaya fırlattım. Kar taneleri, kocaman iri kar taneleri gibi üstüne başına serpildi yaşlının. Diğer çocuklar da kopardıkları sayfaları havaya fırlatırken Aptalof öğretmenin çevresinde dönüyor, akla gelmedik soytarılıklar yapıyordu.

- Seni gidi kötülük ve ahlaksızlık yayıcılarının okuyucusu seni! -dedi Pete.

-Kitap okursun ha! - dedim.

Arkadaşlarla el ele tutuşup çevresinde hoplaya zıplaya dönmeye koyulduk. Pete kollarını tuttu adamın bir süre sonra. Georgie de dudaklarını yakalayıp ağzını açtı. Aptalof uzandı; takma dişlerini çıkardı ağzından öğretmenin. Havaya atıp birkaç kez tuttuktan sonra yere bıraktı. Çizmesinin topuğuyla ezmeye başladı yalancı dişleri. Yaşlı osuruk konuşamıyordu.

(…)

Yaşlı salak başladı inlemeye. Georgie bir daha vurdu. Bu kez kan boşandı ağzından kardeşlerim; sıcak, kırmızı, köpüklü güzel kan! Başladık paltosunu, ceketini, pantolonunu çıkarmaya. Soyduk adamı. Aptalof çok güldü. Poposuna bir şaplak indirdi öğretmenin. Pete de ensesine yumruğu yapıştırdı; adam yalpalayarak yürüdü birkaç adım. Durdu. Öğürdü. Ağlamaya başladı. Biz de güldük. Ceplerini karıştırdık. Mektuplar bulduk. Eskiydi bunlar, çok eski. Ta 1960'a gidiyordu. Bizim Aptalof herifin şemsiyesini kapıp deliler gibi zıplamaya, bir başına dans etmeye koyuldu. Mektuplardan birinin başlığında "canım sevgilim" gibi saçmalıklar gözüme ilişti. Bu arada Aptalof hoplamayı bırakıp yanıma gelerek elimden mektubu kaptı. Sokak lambalarından birinin altına gitti; heceleyerek yüksek sesle okudu.

- Canım sevgilim... Benden uzakta geçirdiğin bu günlerde kendine çok iyi bakmalısın. Sokağa çıkarken atkını, lastiklerini, eldivenlerini unutma...

Durdu birden. Gülmeye başladı. Çok hoşuna gitmişti bu zırvalar. Yere çömeldi, kıçını silermiş gibi yaptıktan sonra buruşturup attı kâğıt parçasını. Adam ağlıyor, bizse katıla katıla gülüyorduk kardeşlerim.

- Yeter artık benim güzel kardeşlerim! - diye bağırdım. Öğretmenin cebinden birkaç kuruş çıkmıştı. Fakir eşşoğlusu. Paraları pay ettik. Ceplerimizi dolduran kâğıt paraların yanında çerez gibi kaldı bu teneke parçaları. Şemsiyesini kırdık, giysilerini yırttık, esen rüzgâra bıraktık kumaş parçalarını. Ve öğretmenle işimizi bitirdik kardeşlerim. Biliyorum pek fazla bir şey yapmadık ama gece daha yeni başlıyor...

Sıra biraz para harcamaya geldi. Cebimizdeki mangırları eritelim ki sağı solu kırıp dökerek, adam döverek, dükkân soyarak yenilerini kazanalım. Hem orada burada para harcadığımız görülür duyulursa polis bizden kuşkulanmaz. Parası olan adam hırsızlık yapmaz deyip izimize düşmez.

(Syf 4-7)

O günlerin üzüntüsünü hala anımsıyorum. Kavga edecek, direnecek, karşı koyacak hiç ama hiçbir şey yoktu. Her şey kolay, özgürlük bol…

Gece de bir türlü yaşlanmak bilmiyor… Hala emekliyor: yelkovanla akrep de ilerlemiyor.

(Syf 12)

Yatağımdan sıçrayarak uyandım. Yüreğim küt küt atıyor. Ön kapının ziline biri dayanmış, zırrrr diye çalıyor. Evde kimse yokmuş gibi davranıp ses çıkarmamaya çalıştim. Ne var ki kapıdaki ayı oğlu ayı zile dayanmış bir kez, bırakmak bilmiyor. Birkaç dakika daha bekledim. Zil sesi kesildi. Ne var ki kapıdaki adam bağırmaya başladı.

-    Aç kapıyı. Yatakta olduğunu biliyorum...

Sesini tanıdım hemen. P.R. Deltoid'di bu. Suçluyu Top Juma Yeniden Kazandırma Uzmanı. Günde otuz saat çalışır binlerce sayfa kitabın içinde boğulurdu zavallı. "Yeter, yeter, yeter!" diye ciyak ciyak bağırdım bir yerim acımışcasına, Yatağımdan kalkıp üstüme sabahlığımı geçirdim. Sabahlık ki ne güzel sabahlık. Üzerinde büyük kentlerin rengarenk resimleri. Kürklü terliklerimi giyip aynanın karşısında lepiska saçlarımı taradım. P.R. Deltoid'le karşılaşmaya hazırdım.

Kapıyı açınca iki yana sallana sallana içeri girdi. Üstü başı perişandı zavallı memurun. Kafasında iki numara küçük, kurdelesi yağlı bir şapka, sırtında üçüncü sınıf lokantanın yağlı yemek listesi gibi bir yağmurluk...

(…)

-    Acaba kötü bir söz mü işittiniz hakkımda?

-    Neden hemen aklına kötü söz geliyor? Yoksa yapmaman gereken bir şeyler mi karıştırdın?

-    Hayır efendimiz. Sordum sadece.

-    Alex, kendine dikkat etsen iyi olur. Bundan böyle Çocuk Islahevi'ne yollamazlar seni. Demir parmaklıkların ardına tıkılırsın. Tüm çabalarım boşa çıkmış olur. Eğer çıkacaksa canını düşünmüyorsan seni kurtarmak için anası ağlayan beni düşün. Sicilime senin yüzünden kötü bir yazı eklenmesini hiç istemem.

-    Yapmamam gereken hiçbir şey yapmadım efendim. Polise sorabilirsiniz kardeşim... Efendim yani!

-    Polis molis palavralarına benim karnım tok. Son günlerde polis seni tutuklamadı diye kendini temize çıkaramazsın. Dün gece kavga etmişsiniz, değil mi? Zincirler, bıçaklar konuşmuş. Koca Göbek'in arkadaşını cankurtaranla hastaneye kaldırmışlar. Parçalanmış şurası burası oğlanın. Senden söz etti. Bazı arkadaşlarının da adı geldi bana şu ya da bu ispiyoncu kanalıyla. Hem dün gece bayağı coşmuşsunuz. Başka marifetleriniz de var. Tabii ne tanık var elimizde, ne de anlatım. Alex, bu hasta, ölmek üzere olan toplumda tek arkadaşın, gerçek dostun benim. Seni senden kurtarmak için çaba harcıyorum.

-    Çok teşekkür ederim efendim.

-    Teşekkür edersin tabii, - dedi tükürürcesine. - Dikkatli ol Alex... Acı çekiyormuş gibi yüzünü buruşturdu. - Nedir sizi böyle yapan? Sorunlarınızı inceliyoruz, geçmişinizi elden geçiriyoruz... İncelemeler, deneyler, kitap okumaktan, not tutmaktan bozulan gözler. Gene de sıfıra sıfır elde var sıfır. Güzel bir evin, seni seven anan baban. Kafan da çalışıyor; aptal değilsin. Yüreğinde çöreklenip oturan yılanın adı ne?

-    Ben suçsuzum efendim. Kimse bir şey tanıtlayamaz, Polislerle alışverişim yok benim.

-    Beni de rahatsız eden bu ya... - Gene içini çekti. - Çok uzun zamandır polis senin izine düşmedi. Yakında başına öyle bir bela sarılacak ki... Alex, aklını başına topla. Anlıyor musun?

 

Kapıyı ardından çarpıp gidince ocaktan çaydanlığı indirip kendime dem doldurdum. Üzerine hiç su katmadan buruk çayı mideme indirdim. P.R. Deltoid ve arkadaşlarını üzen bu sorunu düşündükçe neşem artıyor, ağzım yayılmaya başlıyor. Yaptıklarımın kötü olduğunu ben de biliyorum. Adam dövmek, kitap yakmak, karıya kıza saldırmak eninde sonunda başımı belaya sokacak. Yakalanırsam tabii. Küçük kardeşlerim, herkesin başına buyruk olduğu, karanlıkta ölümün, namussuzluğun kol gezdiği bir ülkeyi yönetmek, gerçekten zor iştir. Yakalanırsam üç ay atarlar beni içeri. 

(…)

Neden ”iyiliğin kökeni”ni incelemezler, araştırmazlar? Herkesin derdi ”kötülük” ya da ”iblisliğin kökeni”. Eğer serseriler kötülük yapıyorsa bu onların tercih hakkı. Yani adamlar kötülüğü benimsemişler. İyiler de iyiliği…

(Syf 33-37)


 


ARŞİV