ANTONIO TABUCCHI (24 Eylül 1943- 25 Mart 2012)
20. yüzyıl İtalyan edebiyatının en güçlü kalemlerinden Antonio Tabucchi, Pisa yakınlarındaki Vecchiano kasabasında doğdu. Dayısının geniş kitaplığı sayesinde genç yaşta Avrupa edebiyatını ve ileride eserlerini çevireceği, üzerine uzmanlaşacağı Portekizli yazar Fernando Pessoa’yı keşfetti. 1969 yılında Portekiz'de Gerçeküstücülük üzerine bir tezle üniversiteden mezun olarak 1970'li yıllarda Pisa'daki Scuola Normale Superiore'de Portekiz dili edebiyatı üzerine çalışmalarını sürdürdü. 1973 yılında Bologna Üniversitesi’nin Portekiz Dili ve Edebiyatı kürsüsüne öğretim üyesi olarak atandı. 1975 yılında ilk romanı Piazza d'ltalia (Milano: Bompiani) yayımlandı.
Kitapları kırktan fazla dile çevrilen Antonio Tabucchi'nin bazı romanları Roberto Faenza, Alain Courneau, Alain Taner, Fernando Topes gibi ünlü yönetmenlerce beyaz perdeye, Giorgio Strehler ve Didier Bezace gibi tanınmış yönetmenlerce de sahneye uyarlandı. 1985-87 yılları arasında Lizbon’daki İtalyan Kültür Enstitüsü’nün direktörlüğünü yaptı.
Uluslararası Yazarlar Parlamentosu’nun kurucuları arasında yer aldı. 25 Mart 2012 yılında Lizbon, Portekiz'de hayatını kaybetti. Yazarın Everest Yayınları tarafından okurla buluşturulan Önemi Olmayan Yanlış Anlamalar isimli öykü kitabında yer alan “Adalar” öyküsünden bölümler paylaşıyoruz.
ADALAR
Şöyle diyebileceğini düşündü: Sevgili Maria Assunta, ben iyiyim ve senin de iyi olduğunu ümit ediyorum. Burada havalar ısındı bile, yaz geldi sayılır; tersine, sizin orada, güzel mevsim daha başlamamıştır belki, çünkü hep sisten bahsedildiğini işitiyoruz, ayrıca hava kirliliği de var, her şartta sizi bekliyorum, tatilde gelmek istersen, Giannandrea ile bile gelebilirsin, Tanrı sizi esirgesin. Davetin için teşekkür etmek isterim, Giannandrea'ya da, ama burada kalmaya karar verdim, çünkü biliyorsun, anayla ben, otuz beş sene oturduk burada, alışmak için o kadar zaman geçirdik: Köyden buraya geldiğimizde, kendimizi Kuzey'de başka bir dünyada sandık, çünkü aslında, bizim için burası Kuzey'di. Artık bu yere alıştım ve bir sürü hatıram var. Ayrıca, anan öldüğünden beri, tek başıma yaşamaya alıştım ve işimi özlesem bile, oyalanmak için yapacak ufak tefek bir yığın şey bulabilirim, mesela bitkilerle uğraşabilirim, bu işi hep sevmişimdir, bana eşlik eden karatavuklara bakabilirim; halbuki büyük şehirde ne yapabilirim ki; ben de bu dört odada kalmaya karar verdim, hiç değilse limanı görüyorum, günün birinde de, canım isterse, araba vapuruna binip bir briscola (iskambil oyunu) partisi çevirmek için eski iş arkadaşlarımı görmeye gidebilirim; ne de olsa, araba vapuruyla sadece birkaç saatlik bir yol, ben de gemide kendimi evimdeymişim gibi hissediyorum, çünkü bütün hayatını, bütün bir hayat boyu her haftasını geçirdiği yere duyduğu hasret insana sonradan ağır gelir.
Portakalını soydu, kabuğunu suya düşürdü ve geminin suda açtığı köpük izinde yüzmesini seyretti; ve sayfanın bittiğini ve yeni bir sayfa aldığını kurdu, çünkü daha şimdiden özlem duyduğunu söylemek istiyordu, ne budalalık, görevde son günüydü ve daha şimdiden özlem duyuyordu; ayrıca bu neyin özlemiydi ki, bir geminin üzerinde, bir ileri bir geri yol yapmakla, öylesine geçmiş bir yaşamın özlemi mi?
(…)
Kelepçelerimi çıkarmanız için çağırttım sizi, dedi alçak sesle. Gömleğinin düğmeleri bağrına kadar açık, gözleri uyur gibi kapalıydı. Yüzü sararmış diye düşündü, ama kamaranın her yanına bu rengi veren, lombozun perdesiydi belki. Kaç yaşında olabilirdi, otuz, otuz beş? Belki de Maria Assunta'dan daha yaşlı değildi, ama insan hapiste çabuk yaşlanırdı. Ayrıca şu çelimsiz hali. Bunu sormak istedi ama, birden merak duydu. Şapkasını çıkarıp karşısındaki yatağa oturdu. Adam gözlerini açıp ona baktı. Gözleri maviydi, neden bilinmez, bu onda bir acı uyandırdı. Kaç yaşındasınız, diye sordu. Genelde, tutsaklara siz demezdi, ama sen demek elinden gelmedi, kötü niyetten değil, ama belki görevi sona ermiş gibi geliyordu ona. Belki de nedeni adamın siyasi olmasıydı, siyasiler farklı insanlardı. Adam oturdu, açık renk kocaman gözleriyle, sesini çıkarmadan uzun uzun yüzüne baktı. Sarı bıyıkları ve karmakarışık saçları vardı. Genç, diye düşündü, göründüğünden daha genç. Size kelepçelerimi çıkarmanızı söyledim, dedi yorgun bir sesle. Bir mektup yazmak istiyorum, ayrıca kollarım ağrıyor. Kuzey vurgusuyla konuşuyordu. Ama o Kuzey vurgularını ayırt etmekten acizdi. Piemonteliydi herhalde.
Kaçmamdan mı korkuyorsunuz? Şimdi sesinde alaycı bir şey vardı. Merak etmeyin, kaçmayacağım, size de saldırmayacağım, hiçbir şey yapmayacağım. Zaten istesem de gücüm yetmez. Elini midesine bastırdı ve kaçamak bir şekilde gülümsedi, yanaklarında derin çizgi belirip kayboldu. Ayrıca bu son yolculuk, dedi.
Kelepçesiz kalınca, bez çantasını karıştırmaya başladı. İçinden bir tarak, bir tükenmez kalem ve sarı bir defter çıkardı. Sizin için bir sakıncası yoksa, yazarken yalnız kalmak isterim, dedi, yanımda durmanızdan rahatsız oluyorum. Dışarıda beklerseniz, minnettar olurum. Bir şey yapmamdan çekiniyorsanız, kapının önünde bekleyebilirsiniz, canınızı sıkmayacağıma söz veriyorum.
Sonuçta, yapacak bir şey bulurdu elbet. İnsan kendine bir uğraş bulursa, o kadar da yalnız kalmaz. Ama öylesine zaman alıcı bir uğraş olmalı ki, tatmin edici olmasının yanı sıra, biraz da para getirmeli. (…)
Küpeşteye yaslanıp yaka düğmesini açtı. Sıcak bastırmaya başlamıştı, oysa saat daha dokuzdu. Gerçek yaz sıcaklarının ilk günü olduğunu anladı. (…) Çabuk çabuk hesap yaptı. Cezaevi arabası rıhtımda bekleyecekti: Aktarma için on beş dakika kadar öngörmek gerekiyordu; öğleye doğru kışlada olurdu, yürüyerek çok yakındı. İşten ayrılma kâğıdının yerinde durduğundan emin olmak için, eliyle cebini yokladı. Kışlada kumandanı bulma talihi varsa, saat bire doğru işini bitirebilirdi. Saat bir buçukta da, limanın ucundaki trattoria'nın (küçük lokanta) çardağının altında oturmuş olurdu. Lokantayı uzun zamandır biliyordu, ama hiç yemek yememişti. Önünden geçerken, her seferinde durup metalik maviye boyanmış bir kılıçbalığının üstüne tutturulmuş çerçevenin içinde duran yemek listesini okurdu. Midesinde bir baygınlık hissetti, ama açlıktan olamazdı. Yine de yemekler üzerinde varsayımlarda bulundu, kılıçbalıklı afişte bildirilen kimi yemekleri anımsıyordu. Bugün balık çorbası ve barbunya balığı var, diye içinden geçirdi. Canı kızarmış kabak da çekiyordu. Tatlı niyetine de meyve salatası, hayır, daha da iyisi kiraz. Bir de kahve. Sonra bir kâğıt ve zarf isteyip bütün öğle sonrasını mektup yazarak geçirecekti; çünkü, anlarsın ya, Maria Assunta, insan kendine bir uğraş bulursa, o kadar da yalnız kalmaz, ama öylesine zaman alıcı bir uğraş olmalı ki, tatmin edici olmasının yanı sıra, biraz da para getirmeli. Ben de çinçilla yetiştirmeye karar verdim, sevimli hayvanlardır, elini fazla yaklaştırmamak yeter. Ayrıca dayanıklıdırlar ve kolay uyum sağlarlar, çok ışık olmayan yerlerde bile ürerler. Ama sizin evde, kesinlikle olmaz, anlıyorsun işte, Maria. (…)
Arkasından gelen bir sesle irkildi. Sayın başçavuşum, tutuklu sizi görmek istiyor.
Ona eşlik eden muhafız, upuzun kollarında gömleğinin yenleri kısacık kalan, yüzü sivilceli, fasulye sırığı gibi bir adamdı. Üniforması üzerinde çok kötü duruyordu ve adam birlik eğitiminde öğretildiği gibi konuşuyordu. Nedenini belirtmedi, diye ekledi.
Adama güvertede onun yerine kalabileceği yanıtını verdi ve kamaralara inen merdivene gitti. Toplantı salonunu geçerken, kaptanın bar tezgâhında yolculardan biriyle lafladığını gördü. Adamı yıllardan beri görüyordu. Kaptan da onu gördü, bir selamdan çok, gizli bir anlaşmayı gösteren bir işaret yaptı. Bu işaret akşama, dönüş yolculuğunda tekrar görüşecekleri anlamına geliyordu. Yavaşladı, çünkü o akşam görüşmeyeceklerini söylemek geçti içinden: Bugün hizmetimin son günü, bu akşam anakarada kalacağım, yapılacak işlerim var. Ama bu ona gülünç göründü. Kamaraların olduğu kata inen merdivene yöneldi, cilalanmış uzun koridoru geçti, cüzdanından anahtarı çıkardı. Tutuklu lombozun yanında ayakta durmuş, denizi seyrediyordu. Döndü ve açık renk çocuk gözleriyle ona baktı. Size bu mektubu emanet etmek istiyorum, dedi. Elinde bir zarf tutuyordu ve ürkek, aynı zamanda kesin bir hareketle ona uzattı. Alın, benim adıma postaya vermeniz gerek, diye bitirdi sözünü. Gömleğinin düğmelerini iliklemiş, saclarını taramıştı, yüzündeki yıkılmış ifade yok olmuştu. Benden ne istediğinizin farkında mısınız, dedi adama, bunu yapamayacağımı pekâla biliyorsunuz.
Tutuklu yatağa oturdu. Alaylı bir ifadeyle ona baktığı izlenimine kapıldı, yoksa bu çocuk gözleri yüzünden mi öyle görünüyordu. Elbette yapabilirsiniz, dedi, istemek yeter. Çantasını boşaltmış ve eşyalarını sayım döküm yapacakmış gibi, düzenle yatağın üzerine dizmişti. Neyim olduğunu biliyorum, dedi, cebinizdeki hastaneye yatırma kâğıdına bakın, iyice bakın, ne demek olduğunu biliyorsunuz, ben bu hastaneden çıkmayacağım demek, son yolculuğumu yapıyorum demek, anlıyorsunuz, değil mi? Son sözcüğünü, bir şakaymış gibi, tuhaf bir şekilde vurgulamıştı. Soluklanmak için bir süre sustu. Yumruklarını yeniden midesine bastırdı, garip bir tikti ya da bir ağrı. Bu mektubu sevdiğim birine yazdım, size açıklamamın gereksiz olduğu nedenlerden ötürü, sansürden geçmesini istemiyorum, anlamaya çalışın, zaten çok iyi anladınız. Geminin düdüğü öttü. Limana yaklaşırken hep böyle öterdi, şen bir ses, neredeyse bir neşe çığlığı.
Kuru bir sesle, sert, belki de aşırı sert bir havayla karşılık verdi, ama konuşmayı kısa kesmenin tek yolu buydu. Eşyalarınızı toplayıp çantanıza yerleştirin, dedi çabuk çabuk, adamın gözlerine bakmaktan kaçınarak, yarım saat sonra varıyoruz, karaya çıkarken kelepçeleri takmaya geleceğim. Aynen bu fiili kullandı: Takmak.
Bir anda, gemideki birkaç yolcu dağıldı ve rıhtım ıssız kaldı. Kocaman sarı bir maçuna gökyüzünün mavisinde hareket ediyor ve pencereleri kör iki inşaata yöneliyordu. Şantiye düdüğü paydosu bildirdi, hemen hemen aynı zamanda, köy kilisesinin çanı karşılık verdi. Saat on ikiydi. Geminin yanaşmak için yaptığı manevralar neden bu kadar uzun sürmüştü kim bilir. Limanı kıyısındaki evlerin alnaçları kırmızı ve sarıydı, şimdiye dek hiç dikkat etmediğini düşündü ve baktı, bir kayığın bağlı olduğu demirden bir sınırtaşının üzerine oturdu. Şapkasını çıkardı. Hava gerçekten çok sıcaktı. Ayağa kalktı ve üstgeçide kadar rıhtımı bir baştan bir başa katetti. Tütüncü dükkânının kapısında, her zamanki ihtiyar köpek, somağı ön ayaklarının arasında uzanmıştı, o yanından geçerken zahmetle kuyruğunu salladı. (…)
Limanın ucundaki trattoria hâlâ kapalıydı. Beyaz önlük giymiş lokanta sahibi, kapının önünde koşuşturuyordu. Elindeki süngerle, kışın panjurlar üzerinde bıraktığı tuz ve kumu temizliyordu. Patron baktı ve tanıdı. Bütün bir yaşam boyu gördüğümüz ve içimizde en ufak bir duygu uyandırmayan insanlara yaptığımız gibi gülümsedi ona. O da gülümseyip yoluna devam etti. Artık kullanılmayan eski raylar boyunca giden sokağa saptı ve mal deposunun olduğu yere kadar ilerledi. Sundurmanın altında bir posta kutusu vardı. Pas kırmızı boyayı kısmen kemirmişti. Üzerindeki kartondan, bir sonraki toplama saatini okudu: On yedi. Mektubun nereye gittiğini öğrenmek istemiyordu, ama alacak olan kişinin adını merak ediyordu. Sadece adım. Bir eliyle özenle adresi ve soyadı örttü ve ilk ada baktı. Lisa. Kadının adı Lisa'ydı. Güzel bir ad olduğunu düşündü. İşte o zaman tuhaf olduğu geçti aklından: Bu mektubu alacak kişinin adını biliyordu, ama onu tanımıyordu ve mektubu yazan kişiyi tanıyordu, ama adını bilmiyordu. Anımsamıyordu, çünkü insan aktarmakla görevli olduğu bir tutuklunun adını tutmaz aklında. Mektubu kutuya attı ve denize bakmak için arkasına döndü. Güneş kuvvetliydi ve ufuktaki parıltı, adaların oluşturduğu noktacıkları biliyordu. Terlediğini duyumsadı ve alnını silmek için şapkasını kaldırdı. Benim adım Nicola, dedi yüksek sesle. Yakınında kimse yoktu.