Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.
AZRA ERHAT (4 Haziran 1915; Şişli, İstanbul - 6 Eylül 1982)
Türk deneme ve inceleme yazarı, Eski Yunan ve Roma dilleri uzmanı, filolog, arkeolog, çevirmen ve düşün kadını Azra Erhat 4 Haziran 1915'te İstanbul-Şişli'de doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Belçika'da yapan Erhat 1939'da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'ni bitirerek Klasik Filoloji Bölümünde asistan olarak göreve başladı. 1948'de aynı fakültedeki öğretim üyeleri Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes'le birlikte üniversiteden uzaklaştırıldı. Yeni İstanbul ve Vatan gazetelerinde çalışan Erhat’ın ilk çevirileri Tercüme dergisinde çıktı. Yeni Ufuklar dergisinin yazarlarından biri olan Erhat, dergi çevresinde gelişen hümanist anlayışın öncüleri arasında yer aldı. Pek çok çeviri ve denemeleri olan Azra Erhat’ın bir başka özelliği Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte bir arada “Mavi Yolculuk” terimini Türk ve dünya literatürüne kazandırmış olmasıdır.
Azra Erhat’ın Can Yayınları tarafından yayınlanan “Sevgi Yönetimi“ kitabından “İnsan Ne Zaman Mutlu, Ne Zaman Özgür?” başlıklı yazısını yayınlıyoruz.
İNSAN NE ZAMAN MUTLU, NE ZAMAN ÖZGÜR?
Döndüm dolaştım, okudum düşündüm, şu sonuca vardım ki, insancılık bir mutluluk sorunudur. Yani insan ancak mutlu olduğu zaman insan olur. Üstelik hümanizma ya da insancılık eğilimi gösteren kuram ve öğretilerin asıl amacı ve son ereği insanın mutluluğunu sağlamaktır.
Mutluluk güzel bir laf, gün boyunca ağzımızdan düşmez, her fırsatta kullanırız, düşüncelerimizin, özlemlerimizin başlıca konusudur bu söz, yaşamımızın kan kırmızısı çiçeğidir sanki. Oysa ondan soyut, ondan kaypak bir kavram var mı insan dilinde? 1789 Devrimi’nde dile ve kaleme alınan çeşitli sözler arasında Saint-Just’ün bir sözü kafama takılmış kalmıştır: “Mutluluk Avrupa’da yeni bir kavramdır!” der Saint-just. Ne demek ister? Milyonlarca yıllı insan tarihinde insan mutlu olmayı aklından geçirmedi de, ancak çağımızın şu birkaç yüzyıllık döneminde mi buldu bu gerçeği? Olacak şey mi? Saçmanın saçması değil mi bu söz? Değildir oysa. Doğrudur Saint-Just’ün düşüncesi. Ama neden doğru? Çünkü mutluluğu insanlık oldum olası özlediği halde, yüz binlerce yıl boyunca onu bu dünyada aramadı, bu yaşamın ötesinde, havalarda göklerde, cennet ya da tanrı dediği bir hayal aleminde aradı durdu. Mutluluğu yeryüzünde arayan bir tek dönem vardır bizim haberini aldığımız çağlar arasında, o da Yunan ve Latin ilkçağı denilen dönemdir. Tanrıları insanlara benzetmiş bu dönem, insanlara kıyas fazla bir kafa üstünlüğü de tanımamış onlara, olsa olsa insanlardan daha güçlüdürler demiş. Öyle bir dönem ki, madde olarak gördüğü tüm evrenin içinde madde olarak bildiği insana da hakkını vermeye çalışmış. Bedenle ruh ayrılığı gütmemiş o dönem, onun için de insana bir çeşit gelişme sağlamış. İlkçağ insanı mutluluğunu işte bu uyumlu, tutarlı gelişmeye borçludur. Ama diyeceksiniz, hangi insana sağlamış gelişmeyi, mutluluğu? Mutlu bir azınlığa. Ya köleler, ya esirler, giderek yurttaş olmayanlar? Onlara tanınmış bir özgürlük var mı? Evet, evet, anladık, yok ama ben özgürlükten dem vurmuyordum ki, mutluluğu geveliyordum.
Özgürlük dediniz ha? Doğru. Mutluluk nedir ki? Özgürlüğün ta kendisi değil midir? Düşünelim bakalım, insan ne zaman mutludur? Alalım en beylik görüşleri: Bir kız gelin olduğu zaman mutludur; mutlu evlilikten dem vurulur, aile saadetinden, sınavı başarmaktan, bizi bolluk içinde geçindirecek bir göreve atanmaktan, piyangoyu kazanmaktan, Toto’da 13 numarayı tutturmaktan; kutlarız o zaman birbirimizi, talihten, şanstan, başarıdan, mutluluktan söz ederiz. Ama nedir bu talihler, şanslar, mutluluklar? Aslında bizi bir yoksunluktan özgür kılan durumlar değil midir, bizi bir yabancılaşmadan kurtaran, öbür insanlara birlikte uyumlu, barışçı bir ortama sokan ve bize insan olmanın, insan gibi yaşamanın sevincini duyuran olaylar değil midir bunlar? Duyduğumuz sevinci özü de geçim ve yaşamın dertlerinden belalarından kurtulmuş olmanın verdiği özgürlük duygusunda aranmamalı mı? Mutluluk eşittir özgürlük derim ben. İlkçağ insanı da bir bakıma mutluydu, çünkü bedeninin ve ruhunun doğa yasalarına göre gelişmesinde bugünkü kadar çok engel dikilmişti önüne. Yabancı değildi çevresine, yabancılaşmamış, yabancılaştırılmamıştı daha o kadar, yeni yeni kurulan yasalar kendi doğal eğilimleriyle koyduğu yasalardı, insan onurunun ne olduğunu yeni yeni anlıyor, kavrıyor ve onun sevinci içinde doğayla savaşta galip gelip yaratıcı olmaya bakıyordu. İlkçağın mutlu bir dönem sayılması ve iki bin şu kadar yıldır insanın yeni atılışlarında, uyanışlarında hep ilkçağ ile bir ilişki kurup ilkçağa dayanması ondandır. Bugün de Homeros’u çeviriyor okuyorsak, insanda mutlu yaratıcılığın sırrını bu baba ozanın destanlarında arıyorsak, bundandır.
Evet ama ilkçağ insanı özgür değildi, esiri kölesi bir yana, hür yurttaşı bile özgür değildi, çünkü özgürlük, bizim anlamadığımız anlamda özgürlük bir engel gerektirir, bir baskı gerektirir, o engeli aşmayı, o baskıyı yenmeyi şart koşar. O gün bu gün insanın önüne dikilen engel ve baskıları saymakla bitiremeyiz, sayılar yetmez onları sayıp dökmeye. Ne var ki, insan mutluluğunun da ancak bu özgürlüğü kazanmakla elde edilebileceğini anladı insanlık. Özgürlüğe dayanmayan her türlü mutluluğun göklerde, ötelerde aranan mutluluğun ham hayal olduğunu anladı. Engelleri aşmak, baskıları yenmek anlamına gelen özgürlüğün de yalnız onun bunun, senin benim ve mutlu bir azınlığın özgürlüğü olamayacağını, tüm insanı ve insanlığı özgür kılmak gerektiğini, yoksa özgürlüğün de yaşam ötesi mutluluklar gibi uydurma bir kavram olmaktan ileri gidemeyeceğini. Bir de şunu anladı ki, özgürlüğü de mutluluğu da kurmak için bu dünyada koca bir devrim yapmaktan başka çare yoktu. Onun içindir ki, Saint-Just haklıdır, mutluluk fikri Avrupa’da Fransız Devrimi ile başlar. Devrimle başlar, devrimlerle gelişmektedir. Bunun başka yolu da yoktur ve hümanizma ya ada insancılık, ne derseniz deyin bir devrim meyvesidir. Onu devrimden ayrı düşünemeyiz.