Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.
Bekir Sıtkı KUNT (1905 - 1959)
1905’te Antakya’da doğdu. Öğrenimini Vakit gazetesinde çalışırken tamamladı. İstanbul Hukuk Fakültesini bitiren Kunt, çeşitli şehirlerde hâkimlik ve savcılık yaptıktan sonra Hatay milletvekili seçilerek Büyük Millet Meclisinde yer aldı. Milletvekilliğini bıraktıktan sonra savcılık görevini sürdürdü.
Beş öykü kitabı olan Bekir Sıtkı Kunt’un ve süreli yayınlarda toplam 64 öyküsü vardır. Bu öykülerin çoğu kısa olay öyküsü özelliği gösterir. Öykülerinde sade bir dil kullanan Bekir Sıtkı ekonomik sorunların bireyler ve toplumda oluşturduğu etkileri ve yozlaşmayı dile getirmiştir. Memleket Hikâyeleri, Talkınla Salkım, Herkes Kendi Hayatını Yaşar (1941), Yataklı Vagon Yolcusu, Ayrı Dünya Arzu ile Kanber öykü kitaplarının yazarı olan Bekir Sıtkı Kunt’un öykülerinin yeni baskısı ne yazık ki yok. Cevdet Kudret’in üç ciltlik edebiyat incelemesi olan Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman’ın üçüncü cildinde yer alan yazarın “Talkımla Salkım” öykü kitabının öykülerinden biri olan “Babamın İntikamı” adlı öyküsünü yayınlıyoruz.
BABAMIN İNTİKAMI
Çocukluğumda bize bir paşa dadanmıştı. Hemen her yıl güz vakti, kasabaya gelir, babasının konağı gibi, hiç sıkılmadan, üzülmeden, kış ortalarına kadar, bazen iki, bazen üç ay, bizde misafir kalırdı. Babam paşayı eskiden hiç tanımazmış. Bu misafirlik ilkin şöyle başlamış:
Paşa vaktiyle, babasının valiliği sırasında birer kolayını bulup üstüne tapulattığı köylerin, zeytinliklerin, bağ ve bahçelerin idaresine bakmak için kasabaya geldiği zamanlar, iyi bir otel, temiz bir lokanta bulamamaktan, İstanbul’a dönünce etrafındakilere şikâyet edermiş; paşanın dostlarından ve babamın eski memur arkadaşlarından biri paşaya bizim evi tavsiye etmiş. Paşa da o yıl eski arkadaşın bir selamını getirip bizim eve postu sermişti. O yıl bu yıl, bu hal böyle devam edip gidiyordu.
Babam belli ki paşayı sevmezdi. Paşa, Yıldız sarayına mensup kodaman bir vezirin damadı, mirimiran rütbeli, su katılmamış bir Abdülhamit bendesiydi. Babamsa, genç denebilecek bir yaşta tekaütlüğünü isteyerek hükümet işlerinden çekilip doğduğu kasabaya dönmüş, biraz kasaba itiyatlarına bağlı, babadan kalma çift çubuğu ile uğraşan, sakin, kendi halinde bir adamdı. Paşa ile aralarında hiçbir münasebet, duygu ve düşünce birliği olamazdı. Hoş zaten paşa da bize bunlar için değil, iyi yemek ve temiz yatak için geliyordu.
Babam paşayı sevmemekle beraber misafirperverliği bir aile namusu saydığı için, ona nasıl ikramda bulunacağını bilemezdi. Kasabalı olan ve çok güzel yemek pişirmesini bilen annem, ne dolmalar, ne hindi kızartmaları, neler neler, ne kaymaklı tatlılar yapar, her yemeği bir ziyafet sofrasına çevirirdi.
Bütün gün köylüleri huzuruna çağırtıp “anhalı minhalı” hesaplar gören, şuna buna çıkışıp kiracıları yeni ve ağır taahütlere bağlayan, sonra da çil çil, sarı sarı altınları kesesine dolduran paşa, yemek vakitleri oldu mu, başındaki bütün o kalabalığı savarak, iri göbeğini oynata oynata sofraya koşar, yer içer ve sonunda bir nevi yemek sarhoşu olarak bir müddet oturduğu yerde sızar kalırdı.
Haftalarca, aylarca bu minval üzere, köylüleri sık-boğaz ederek, yeni mukaveleler imzalayıp yeni iratlar temin eyledikten, cephelerini altınla doldurup gene yedikten, gene içtikten, gene sızdıktan sonra, bir gün, bavulunu kapatır, yol yemeklerini sepetine doldurur, arabasına kurulup İstanbul’a dönerdi. Ama, bizim orta halli, mütevazi aile bütçemizin dibine darı mı ekmiş, kileri tamtakır, babamı kabaran borçlarının ortasında bocalar mı bırakmış? Paşa böyle ufak-tefek, önemsiz, kendi menfaatiyle alakası olmayan şeyleri hiç düşünmezdi bile.
Söz buraya gelmişken, şunu da ilave edeyim ki, paşa bütün gelişlerinde hep eli boş bulunur; hani, “yarım elma, hatır alma” nevinden, küçük de olsa büyük görünen, yavan da olsa tatlı gelen bir hediyecik, bir armağancık bile getirmezdi.
Yalnız bir defa, tek bir defa, paşa bize bir hediye getirmiş, şeytanın ayağını kırmıştı.
O gelişinde, daha babamı görür görmez, hediye müjdesini vermiş, fakat ne olduğunu söylememişti. Bavul açıldığı zaman, tabi, hediyeyi çıkarıp babama teslim edecekti.
Bizi bir düşünce, bir merak, bir hayal sarmıştı ki, deme gitsin!..
Ben ve kardeşim birer bahriyeli elbisesine çoktan razı idik. Annem bir elmas küpe ümit ediyor; babamsa, paşadan bir şey beklememekle beraber, zannederim, hediyenin bir altın tabaka yahut değerli bir kehribar ağızlık olmasını istiyordu. Belki bunlardan hiçbiri olmazdı da, mesela bir acem şalı, yahut babamın kitap merakına göre, nefis hat, müzehhep bir divan da olabilirdi. Hasılı, herkesin yaşına başına göre, paşanın hediyesinden bir umduğu, bir beklediği vardı. Fakat paşanın hediyesi ne idi, ne idi acaba?...
Nihayet o beklenilen heyecanlı saat gelip çattı. Paşa, “Size hediyenizi getireyim” diyerek odasına, bavulunun başına gittiği dakikada yüreklerimizi çarptıran, o bir yarım baş dönmesi veren hissi, bilmem ki size nasıl anlatmalı?..
Az sonra paşa, hediyesini, elinde çeke çeke getirmişti. Fakat bu hiçbirimizin hatıtına, hayaline gelmeyen, hiç beklenilmeyen bir şeydi: bu bir tespihti, bir tahta tespih ki, eşleri muhakkak Beyazıt sergisinde, o zamanın parasıyla, yirmi paraya filan satılıyordu. Hepimizin başına birer kova su dökülmüş gibi olduk.
Meğer tespihin değeri, bizim bildiğimiz gibi, sadece ağacında, biçiminde, yontuluşunda, boyasında, yani maddesinde değilmiş!... Asıl manevi değeri varmış bu tespihin… Zira:
Evet, paşa böyle söyledi. Öyle ya, bu ağaç tespihe bundan büyük kıymet ve taşralı misafirpervere de bu tespihi elde etmekten yüce saadet mi olurdu?...
Babam teşekkür ederek paşanın elinden tespihi aldı, cebine koydu. Biz suspus olup etrafa dağıldık.
O vakitler dededen kalma taş yapılı bir eski zaman evinde otururduk. Bu evin her tarafı birer parça haraptı. Hele helâyı hiç sormayın, derim; kocaman bir çukuru vardı, çok defalar ayağımız kayar da içine düşeriz diye ödümüz kopardı.
Babam, paşanın hediyesini aldığı gecenin sabahı, anlaşılan bütün gece kurmuş, düşünmüş olacak ki, elinde huzura çıkarılan tespihle, işte bu helâya girdi, oradan eli boş çıktı.