Bekir Yıldız: Kaçakçı Şahan

Bekir Yıldız’ın Kaçakçı Şahan isimli öykü kitabından aynı ismi taşıyan öyküden bir bölümü okuyucularımızla paylaşıyoruz

20 Şubat 2020 - 15:31

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.

BEKİR YILDIZ  (3 Mart 1933- 8 Ağustos 1998)

Edebiyatımızın usta kalemlerinden olan Bekir Yıldız, 1933 yılında Urfa’da doğdu. İstanbul Matbaacılık Okulu’nda Dizgi bölümünü okudu. Dizgi operatörlüğü, dizgi öğretmenliği yaptıktan sonra işçi olarak Almanya’ya gitti. Türkiye’ye döndüğünde Asya Matbaası’nı kurdu.

Bekir Yıldız’ın ilk kısa öyküsü, dönemin çocuk dergisi olan Tomurcuk’ta yayımlandı. İlk romanı ise Almanya’da yaşadığı yıllardaki gözlemlerinden yola çıkarak yazdığı “Türkler Almanya’da” 1966’da yayımlandı. Toplumcu gerçekçi bir yazar olan Yıldız, öykülerinde genellikle Anadolu insanının yoksulluğunu ve ezilişini anlattı.

Kara Vagon isimli eseri ile May Edebiyat ödülünü aldı. Kaçakçı Şahan kitabı ile de Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı Ödülünü kazandı. Bekir Yıldız’ın son baskısı Everest Yayınları tarafından yapılan Kaçakçı Şahan isimli öykü kitabından aynı ismi taşıyan öyküden bir bölümü okuyucularımızla paylaşıyoruz

KAÇAKÇI ŞAHAN

                    Çalışma fermanları hükümetten mühürlü kaçakçıların kulakları çınlasın.

Durdu. Durmasıyla dünya, sesten, canlılıktan yana kurudu sanki. Ayakları altındaki gürültüye yeniden kavuşmak istedi. Yürüdü. Sessizlikten korkuyordu. Çünkü o gece, bozkırda sessizlik, devden büyüktü.

Şahan, Halep’te kazandığı parayı altına çevirmişti. Şimdi onun iki altını vardı. İşler böyle denk düşerse, birkaç kez daha gidip gelecek, sonra bu işten elini ayağını çekecekti. Çünkü kaçakçılığa kabarık değildi hevesi.

Uzaktan it ulumaları duyuldu. Şahan adımlarını ufalttı. Çevresine bakındı. Sonra başını yukarı verdi. Ay’ın yarısı yoktu.

İyice durdu. Ay sanki koşuyordu. Şahan şaşırdı. Başını iki yana salladı. Hey mübarek dedi ve ağzından çıkan bu kelimeleri kulakları işitti. Böylece yanında biri varmış gibi geldi ona. Ürperdi. O hiç kimseyi hiç bir şeyi istemiyordu şimdi. Biricik amacı az ötedeki huduttan geçip köyüne girivermekti. Çömeldi. Bir cıgara sarıp ateşi avuçları arasında körleterek yaktı. Yoğun bir kaç nefes çekti. Aklı bir solukta ocağına sıçradı. Karısı çocukları uyuyordu şimdi. Nedense küçük oğluna gönlü aktı. Onu çok seviyordu. Kıvırcık saçlarını mı kara gözlerini mi yoksa çükünü sallıya sallıya koşuşunu mu ötekilerden ayırdığını pek bilmiyordu Şahan. Ama sevginin sıcağı bolu onundu işte. 

Şahan başını öne düşürdü. “Bu eniği kaçakçı etmiyecağam onu böylesi korkulara bulaştırmıyacağam” diye geçirdi içinden. Sonra cıgarasının gözünü toprağa gömüp ayağa kalktı. Hududa doğru yürümeğe başladı. Şimdi daha yakından duyulan it ulumaları gecenin karnına sıkılan mermi gibiydi. Şahan ulumaların batısına yöneldi. 

Beş on dakika sonra kurbağa seslerinin şenlendirdiği ince bir çaya ulaştı. Yemenilerini çıkarıp eline aldı. Suyu inciltmek istemiyormuş gibi yavaş yavaş yürüyüp karşı yamaca geçti. Çayın oyuğundan aşıp düzlüğe kavuşunca önce oturdu sonra yüzükoyun yattı. Birkaç minare boyu sürünerek yol aldı. Biraz daha sürüneceğini sanıyordu. Oysa aldandığını kavradı. Nişan koyduğu kolu kanadı kurumuş ağacın yanıbaşına gelmişti çünkü. 

Ağacı görürü görmez, birdenbire, benzin gibi parlayan nefesine ciğerleri dar geldi. Canı sıkıldı. Başını sakınmadan öne düşürdü. Dudakları toprağa değdi.

Korku, Şahan’ın canındaydı. Ne ettiyse onu, toprağa gömemedi. Başını kaldırdı. “Allah,” dedi duyulur bir sesle. “Ya korkuyu al, ya canımı…”

Aklına ikinci kez kıvırcık saçlı, kara gözlü oğlu geldi. Utandı ondan. “Olur mu ya?” dedi kendi kendine. “Olur mu korkmak? Kaçakçılık yiğit işidir… Ya Allah…”

Ve “Allah” der demez ayağa kalktı. Yavaş yavaş mayın döşeli tarlaya girdi. 

Şahan’ın hayatı şimdi yokla var arasındaydı. Toprağa basan ayağında hayat havada korkuyla titreyen öteki ayağında ise ölüme yok olmaya hazırlanış vardı. Üç beş saniyelik duraklamadan sonra havadaki ayağını da toprağın karanlık suratına koydu. Bekledi. Şimdi iki ayağının altında ölüm yoktu. Sevinir gibi oldu. Fakat bu sevinci, inceden esen yel, hemencecik ötelere taşıdı sanki.

Nedense Şahan, ölümün yer yer gizlendiği böyle bir tarladan geçerken, daha önceki geçişlerde duymadığı bir korkuya kapılıyordu bu kez.

Yaşamayı, hayatta kalmayı, kısa bir süre bile olsa garantilediği ayaklarını, yeniden ölümün tepesine bastırmaya cesaret edemiyordu. Fakat geriye, Suriye topraklarına dönmek kendisine hiçbir şey kazandırmayacaktı. O, bunu da çok iyi kavrıyordu. Önemli olan iki altını anayurduna geçirmekti. Bu altınlarda çoluk çocuğunun yaşama umudu asılıydı. Kanlı hileli ölüme bulaşmış bile olsalar…

Bedenini boydan boya hafifçe sağa kırıp sol ayağını kaldırdı. Sonra toprağı, usulca, sabırla, fakat korkuyla yokladı. Toprak, sevdiği adam tarafından hazla okşanan kadın gibi huysuzlanmadı. Şahan cesaretlenip bu sokuluşu daha öteye götürdü. Ayağını tümden basıp bedeninin ağırlığını öne doğru aktardı. Fakat sağ ayağım öne atmaya fırsat bulamadan havaya uçtu.

Yere sırtüstü düştüğünde ne kadar eksildiğini hissedemedi. Korku ve şaşırdık içinde bir süre kıpırdayamadan öylece kaldı. Ancak bu sıra kendisiyle beraber adeta yerden gökyüzüne fışkıran toz toprak yavaş yavaş suratına yağdı. Gözlerini kapamayı akıl ettiğinde birisinin eksik olduğunu anladı. Çünkü kırptığı gözlerinden biri kapanmak için hareket alamamıştı. Sağ elini güçlükle yüzüne götürdüğünde yumuşak sıcak yuvarlağı bozulmuş bir şey ellerine bulaştı. “Gözümün biri akmış” dedi içinden. Sonra karanlık bir korkunun boşluğuna yuvarlanır gibi oldu. Bedeni hafifledi. Sırtına değeri toprak sert değildi şimdi ölüme düğümlenmiş bir sesle : “Heyvağ gidiyem” dedi. “Ya Hûda birazcık nefes daha.”

Kıvırcık saçlı kara gözlü oğlu geçti gene ufalanan aklının bir kıyıcığından.

Geriye kalan, toz toprak yağmış gözünü güçlükle açtı. Bozkırın pak karanlığından üzerine doğru bir tutam ışık boşaldı. Işık parlak değildi. Kırık kırıktı. Fersizdi. Aklım silkeledi. Işık kayboldu bu sıra. “Göğe çekiliyem” diye geçirdi içinden. Dudak büktü bu yücelişine. “Kaçakçı kısmına iki cihan da kapalı” diye düşündü. Fakat kırık fersiz ışıklar tekrara gözüne ulaştı. Başını hafifçe sağa sola çevirdi. Az ötedeki jandarma karakolundan yola çıkmış jeepti bu. Üzerine doğru geliyordu. Patlayan mayın jandarmaları harekete geçirmişti.

Şahan’ın aklına hemencecik şalvarının bir cebinde kesesine düğümlediği iki altın geldi. Yerinden doğrulmayı sınadı. Beceremedi. Az önce gördüğü fersiz ışıklar her soluk başı biraz daha kuvvetlenip jeepin farlarına bağlanıyordu. Son bir çaba gösterdi. “Ya Allah” dedi. “Çoluk çocuğumun yüzü suyu hürmetine.” Oturdu. Fakat yekinip kalkamadı. Sağ ayağında dayanılmaz bir sızı duydu bu sıra. Elinin birini uzattı. Bacağını aradı. Bulamadı. Ancak eline sıcak bir yapışkanlık bulaştı. Bacağının yarısı yoktu. Ve durmadan akan kan canını her an biraz daha azaltıyor başına balyoz yemiş domuzun debelenmesi yerine bacağından sızan kan onu ölüme ölümü ufalta ufalta yaklaştırıyordu.

Bu ara az ötede duran jeepten bir tutam ışık geldi. Çevresi yer yer aydınlandı. Ve bu aydınlığın bir bölümünde kopan bacağını gördü Şahan. Farkında olmadan ellerini uzattı. Yerde yatan bacağını alıp bedenine yerleştirmek istedi sanki iyice şaşırmıştı. Başını güçlükle geriye çevirdi. Jeep pek uzakta değildi. Jandarmalar vardı çevresinde. Elinde olmadan bedeni toprağa düştü.

Jandarmalardan biri Şahan’ı gördü:

“Na orda” dedi arkadaşına dürterek. Sonra bağırdı: “Kimdir o?”

 Şahan’dan ses gitmedi.

Öte jandarma öfkeli öfkeli:

“Kaçakçı itidir” dedi.

“Ses vermedi!...”

“Gebermiştir belki…”

“Uykumuzu böldü pezevenk.”

 Yürü, gidek…”

“Ya gebermemişse?”

“Sabaha kadar geberir nasıl olsa. Gündüz gözüyle gelip alırız.”

 “Sağlam kazığa bağlıyalım. Geçen seferki gibi.”

Şahan konuşulanları bölük pörçük duyuyordu. Onun jandarmalarla alıp vereceği kalmamıştı zaten. Canı tükendi, tükenecekti. Son bir umutla, sağ elini şalvarının cebine soktu. Ölüm bu kertiğe geldiğinde, geriye dua etmek ve altınlarını yutmak kalıyordu. Hileli ellerden kurtarmalıydı onları. Güçlükle para kesesini aldı. Canı şimdi parmaklarında titriyordu. Keseyi dişleriyle çözdü. Ağzına boşalttı iki altını. Yutmaya çalıştı.

Bu sıra jandarmalardan biri mavzerini, jeepin farları altında kıpırdanan insan lekesine doğru rastgele boşalttı. Neyse ki çenesi düşmedi ve az sonra, dişlerinin gerisinde altınlar, çelik bir kasadaymış gibi kalakaldı.

Etiketler; Bekir Yıldız

ARŞİV