BERNARD MALAMUD (26 Nisan 1914 - 18 Mart 1986)
1914 yılında Brooklyn, New York’ta Rus Yahudi göçmeni bir ailede dünyaya gelen Bernard Malamud, ilk gençlik yıllarını Büyük Buhran koşullarında geçirdi. New York Şehir Üniversitesi’nde lisans, Columbia Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamladıktan sonra çeşitli pozisyonlarda memurluk ve edebiyat öğretmenliği; 1949 yılından itibaren de uzun yıllar boyunca çeşitli üniversitelerde okutmanlık yaptı ve yaratıcı yazarlık dersleri verdi. 1967’de ABD Bilim ve Sanat Akademisi’ne kabul edildi. Yahudi olarak yetiştirilmesine karşın, kendini agnostik hümanist olarak gören Malamud, yazdığı sekiz roman ve dört öykü kitabında Amerika’daki göçmenlerin yaşadıkları umutsuzluk ve zorlukların yanında, tüm yoksulluklarına rağmen hayallerine erişme çabalarını tasvir etti. Rus İmparatorluğu’nun son yıllarında hüküm süren Yahudi düşmanlığını konu alan Tamirci (Kafka Kitap, 2013) romanıyla Pulitzer ve Amerikan Ulusal Kitap Ödüllerini; Sihirli Fıçı (Kafka Kitap, 2019) öykü kitabıyla da yine Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’nü kazandı ve diğer eserleriyle PEN/Faulkner, O. Henry ile Ulusal Yahudi Kitap Ödüllerine layık görüldü.
1986 yılında Manhattan’da hayata veda eden Malamud’un Kafka Kitap tarafından yayımlanan Sihirli Fıçı isimli kitabından “İlk Yedi Yıl” isimli öyküyü paylaşıyoruz.
İLK YEDİ YIL
Ayakkabıcı Feld, daldığı düşünceler karşısında yardımcısı Sobel’in diğer tezgahtaki çılgınca darbelerine bir dakika bile ara vermeyecek kadar tepkisiz kalmasına sinir olmuştu. Ona bir bakış attı ama çalışırken kel kafası ayakkabı kalıbına eğilmiş olan Sobel bunu fark etmedi bile. Ayakkabıcı omuzlarını silkti, kısmen buz tutmuş camdan şubat karının görüş mesafesini kısaltan pusuna bakmaya devam etti. Ne dışarıdaki fırtınalı beyaz bulanıklık, ne de gençliğini harcadığı karlı Polonya köyünü aniden ta yürekten anması, düşüncelerini (Feld’in o sabahın erken saatlerinde onu kar yığınlarının arasından güçlükle okuluna doğru yürürken görmesinden beri zihnine sürekli misafir olan) üniversiteli Max’ten başka yere çekebiliyordu. Eğitimini ilerletebilmek için bunca yıldır (korkunç yaz sıcağı ya da kış demeden) yaptığı fedakârlıklardan ötürü Max’e büyük saygı duyuyordu. Eski bir arzu dönüp dolaşıp ayakkabıcının başına musallat oldu; kızı yerine bir oğlu olmasını dilerdi ama Feld her şeyden öte pratik bir adam olduğu için bu düşünce karla birlikte savrulup gitti. Yine de bir işportacının oğlu olan çocuğun sebatını Miriam’ın eğitime karşı kayıtsızlığıyla karşılaştırmadan edemiyordu. Elbette Miriam’ın elinden kitap eksik olmazdı ama üniversite okuma fırsatı yakaladığında “hayır” demiş, bir iş bulmayı tercih ettiğini dile getirmişti. Feld, kaç babanın çocuklarını üniversiteye gönderecek parayı kazanamadığını belirterek kızına ama Mirriam ekonomik bağımsızlığını kazanmak istediğini söylemişti. Hem eğitim dediği, büyük bir sebatla klasikleri okuyan Sobel’in, her zamanki gibi ona hakkında bilgiler vereceği kitaplardan başka neydi ki? Kızın bu cevabı babasını üzmüştü.
Karların arasından bir siluet belirdi ve kapı açıldı. Adam tezgâha yaklaşıp, ıslak bir kesekâğıdının içinden tamir edilecek eski püskü bir çift ayakkabı çıkardı. Ayakkabıcı bir an için karşısındakinin kim olduğunu anlayamadı, sonra daha yüzünü dikkatle inceleme fırsatı bile bulamadan, orada durmuş eski ayakkabılarına ne yapılmasını istediğini mahcup mahcup açıklayanın Max’in ta kendisi olduğunu fark etti ve yüreği sızladı.
(…)
Bu fikre ilk ne zaman kapıldığını tam olarak hatırlamıyordu çünkü çocuğa Miriam’la çıkmalarını önermelerini birçok defa düşündüğü açıktı. (…) Belki Max, Miriam’da üniversiteye gitme arzusu uyandırırdı, uyandırmazsa da -ayakkabıcının zihni sonunda gerçeği tüm çıplaklığıyla kavradı- Miriam eğitimli bir adamla evlenip daha iyi bir yaşam sürsündü.
(…)
Ayakkabıcı mahcubiyetini saklamak için aceleyle, “Ben bir iş adamıyım,” dedi, “bu yüzden, seninle konuşmamın sebebini hemen açıklayacağım. Bir kızım var, adı Miriam; on dokuz yaşında, çok hoş bir kız, üstelik öyle güzel ki sokakta yürüdü mü herkes dönüp ona bakıyor. Akıllıdır, elinden kitap düşmez ben de kendime düşündüm ve dedim ki, senin gibi, yani eğitimli bir delikanlı, belki bir ara böyle bir kızla tanışmak ister.”
(…)
Max gözlerini şahin gibi dikmiş, yere bakıyordu. Huzursuz edici bir saniye boyunca sessiz kaldı, sonra “On dokuz mu demiştin?” diye sordu.
“Evet”
“Bir resmi var mı diye sorsam ayıp olur mu?”
“Bir dakika” Ayakkabıcı dükkâna girdi, elinde bir şipşak fotoğrafla apar topar geri döndü. Max fotoğrafı ışığa tuttu.
“Fena değilmiş” dedi.
(…)
Ayakkabıcı, Max’ın eline bir kâğıt parçası tutuşturarak, “Telefon numaram,” dedi. “Onu arayıver. İşten eve saat altıda dönüyor.”
(…)
Daha sonra dükkâna girdiğinde şiddetli bir tangırtıyla irkildi ve başını kaldırınca Sobel’in çıplak ayakkabı kalıbını var gücüyle dövdüğünü gördü. Kalıp kırıldı, demir yere düşüp sekti ve bir kütlemeyle duvara çarptı ama hiddetlenen ayakkabıcı bağırmaya fırsat bulamadan, çırak şapkasıyla paltosunu askılığın çengelinden kaptığı gibi dışarıya, karın altına fırlamıştı bile.
Böylece kızıyla Max’ın arasında neler olabileceğini hayal etmeyi dört gözle bekleyen Feld, onun yerine aklında büyük bir endişeyle kalakaldı. Huysuz yardımcısı olmadan ne yapacağını bilemiyordu, özellikle de dükkânı tek başına işletmeyeli seneler olmuşken. Ayakkabıcı uzun süredir kendisini zorlamaya kalkışırsa onu yere sermekle tehdit eden bir kalp hastalığından mustaripti. Beş sene önce bir krizin ardından öyle hale gelmişti ki ya dükkânını mezatta satıp ondan üç kuruşla geçinmesi gerekecekti ya da sonunda muhtemelen iflasa sebep olacak ahlaksız bir yardımcının merhametine kalacaktı. Ancak en umutsuz hissettiği anda, Sobel isimli bu Polonyalı mülteci bir gece dükkâna girip iş için yalvarmıştı. (…) Hiç tanımadığı birindense tecrübesiz birinden korkmak için daha az sebebi olacağını düşünen Feld onu işe almıştı ve mülteci altı hafta içinde kendisinin yaptığı kadar güzel ayakkabılar yapmaya, onun üzerinden çok geçmeden de içi iyiden iyiye rahatlamış ayakkabıcının yerine işi ustalıkla idare etmeye başlamıştı.
Feld ona gözü kapalı güvenebilirdi, güveniyordu da; sık sık dükkânda bir- iki saat geçirdikten sonra eve gidiyor, bütün parayı da Sobel’in her kuruşu koruyacağını bildiğinden kasada bırakıyordu. Şaşırtıcı olan, Sobel’in az talepte bulunmasıydı. Pek az şey istiyordu, parayla ilgilenmiyordu, hatta görünüşe göre kitaplardan başka hiçbir şeyle alakası yoktu; kitapları pansiyondaki odasında geçirdiği yalnız akşamlarda acayip elyazısıyla kaleme aldığı uzun yorumlarıyla birlikte birer birer Miriam’a ödünç veriyor, kız da on dört yaşından beri ayakkabıcının bir göz atıp sonrasında omuz silktiği bu kalın yorum defterlerinin her bir kutsal sayfasını üzerlerinde Tanrı kelamı yazılıymışçasına okuyordu.
(…)
Kırılan ayakkabı vakasının ardından Sobel’in davranışına öfkelenen ayakkabıcı tehlikeli biçimden güçten düşmesine ve işlerinin kötüye gitmesine karşın, çırağın pansiyonda tek başına kalıp biraz endişeye kapılmasını sağlamak için onu bir hafta boyunca arayıp sormadı. Ne var ki hem karısı hem de kızı sert uyarılarla başının etini yiyince nihayet Sobel’e bakmaya gitti. (…) kapıyı açan irikıyım evsahibesi Sobel’in evde olmadığını söyledi; Feld bunun düpedüz yalan olduğunu biliyordu çünkü bir mülteci nereye gidebilirdi? Yine de tam çözemediği bir nedenden ötürü, belki de soğuk hava ve kendi bitkinliğinden dolayı, onu görmek için ısrar etmemeye karar verdi. Bunun yerine eve dönüp kendine bir yardımcı tuttu.
Meseleyi böylece çözmüş oldu ama bundan tam olarak memnun değildi çünkü eskisine göre çok daha fazla iş yapması gerekiyordu; mesela artık sabahları geç saatlere kadar yatamıyordu çünkü çalışırken rahatsız edici bir hırıltı çıkaran, suskun, esmer bir adam olan ve Feld’in, kapı anahtarını vermek konusunda Sobel’e güvendiği kadar güvenemediği yeni çırağına dükkanı açmak için kalkmak zorundaydı. Ayrıca bu adam doğru dürüst tamir yapabilse de deri çeşitleri ya da fiyatları hakkında hiçbir şey bilmiyordu, bu yüzden Feld satınalma işlerini kendisi halletmek zorunda kalıyordu, üstelik her akşam da kapanış saatinde kasadaki parayı sayıp dükkânı kilitlemsi gerekiyordu. Feld yine de memnuniyetsiz değildi çünkü kendini büyük ölçüde Max ve Miriam’la ilgili hayallere kaptırmıştı.
(…)
Max zili çalmış, Miriam da mantosunu alıp onunla çıkmıştı. Karısı pek gözlemci biri olmadığından Feld meseleyi daha fazla kurcalamadı. (…) “Sıkıcıydı,” dedi.
Feld elem dolu hüsranın ardından kendine gelip de nedenini sorunca, Miriam tereddüt etmeden cevap verdi: “Materyalistin teki de ondan.”
“Bu kelime de ne anlama geliyor?”
“Ruhu yok. Tek derdi mal mülk.”
Feld kızının açıklamasını uzun uzun düşündü ama sonra , “Onunla tekrar görüşecek misin?” diye sordu.
“Teklif etmedi.”
“Ya ederse?”
“Görüşmeyeceğim”
Feld karşı çıkmadı ama Miriam’ın fikrini değiştirmesini günbegün daha fazla umut etmeye başladı. Çocuğun telefon etmesini istiyordu çünkü onda Miriam’ın tecrübesiz gözlerinin gördüğünden daha fazlasının olduğundan emindi. Ancak Max aramadı. Hatta artık okula başka bir yoldan gidiyor, ayakkabıcının dükkanının önünden geçmiyordu. Feld derinden yaralanmıştı.
Derken bir öğleden sonra Max ayakkabılarını almak için dükkâna geldi.
(…)
Çocuk dükkândan çıkıp gitti sonra. Miriam’dan bahsedilmemişti. Ayakkabıcı o akşam yeni çırağının baştan beri kasadan para çaldığını fark etti ve kalp krizi geçirdi.
Kriz çok hafif olmasına rağmen Feld üç hafta yatakta kaldı. Miriam gidip Sobel’i bulmaktan bahsetti ama Feld hasta haliyle bile bu fikir karşısında gazapla doğruldu yerinden. Gerçi başka bir yol olmadığını içten içe biliyordu, dükkânda yorucu geçen ilk günü de onu iyice ikna etti, böylece o akşam yemekten sonra kendini zorlayarak Sobel’in pansiyonuna gitti.
(…)
“Eee, işe ne zaman döneceksin?” diye sordu Feld.
Sobel, “Asla!” diye patlayarak onu şaşırttı.
Ayağa fırlayıp sefil caddeye bakan pencereye gitti. “Niye geri döneyim?” diye bağırdı.
“Haftalığına zam yaparım.”
“Kimin umurunda senin haftalığın!”
Ayakkabıcı, onun gerçekten aldırmadığını bildiği için söyleyecek bir şey bulmadı.
“Benden ne istiyorsun Sobel?”
“Hiçbir şeye
“Sana her zaman oğlummuşsun gibi davrandım”
Sobel bunu hararetle reddetti. “O zaman niye Miriam’la çıksınlar diye bakarsın sokaktaki yabancı delikanlılara? Niye ben gelmem aklına?”
Ayakkabıcının elleri ayakları buz kesti. Sesi öyle boğuklaştı ki konuşamaz oldu. Sonunda boğazını temizleyip boğuk bir sesle, “Yanımda çalışan otuzbeş yaşındaki bir ayakkabıcıyla kızımın ne ilgisi var?” diye sordu.
“Yanında niye bu kadar uzun çalıştım sanıyorsun?” diye haykırdı Sobel. “Üç kuruş haftalığa hayatımın beş senesini sen yiyecek içecek bul, uyuyacak yer bul diye mi harcadım?”
“O zaman niye?” diye bağırdı ayakkabıcı.
“Miriam için” deyiverdi Sobel. “Onun için”
(…)
Sobel, delisin sen, “ dedi acı bir sesle. “Miriam senin gibi yaşlı ve çirkin biriyle asla evlenmez.”
Sobel hiddetten mosmor kesildi. Ayakkabıcıya sövüp saydı ama sonra kendisini tutma çabasıyla titremesine rağmen, gözleri yaşlarla doldu ve hıçkırıklara boğuldu.
(…) Onun halini gören ayakkabıcının öfkesi yatıştı. Dişleri adama duyduğu merhametle kamaştı, gözleri yaşardı. Kel, çilelerle yaşlanmış, Hitler’in fırınlarından kıl payı kurtulmuş bir adamın, bir mültecinin Amerika’ya gelip yarı yaşından küçük bir kıza âşık olması ne tuhaf, ne hüzünlüydü. Beş yıl boyunca her gün kesip biçerek ve çekiç sallayarak tezgahında oturmuş, konuşup da yüreğini rahatlatamadan, itirazı değil, yalnızca çaresizliği bilerek kızın bir kadına dönüşmesini beklemişti.
“Çirkin demek istememiştim” dedi kendi kendine konuşurcasına.
Sonra çirkin dediği şeyin Sobel değil, onunla evlendiği takdirde Miriam’ın süreceği hayat olduğunu fark etti.
(…)
Feld perişan bir tavırla, “Daha on dokuz yaşında,” dedi. “Evlenmek için çok genç. İki sene daha bekle, yirmi bir yaşına gelsin, ondan sonra onunla konuşabilirsin.”
Sobel karşılık vermedi. Feld ayağa kalktı, odadan çıktı. Merdivenden ağır ağır indi ama dışarı çıktıktan sonra, buzlu bir gece olmasına rağmen ve yağan gevrek karın caddeyi beyaza boyamasına rağmen adımlarına bir güç verdi.
Ayakkabıcı ertesi sabah kederli kederli dükkânı açmaya geldiğinde, gelmese de olabileceğini gördü çünkü çırağı çoktan ayakkabı kalıbının başına oturmuş, aşkı uğruna deri dövüyordu.