Bilge Karasu: Yağmurlu Kentin Güneşçisi

Bilge Karasu'nun Metis Yayınları tarafından yayımlanan Göçmüş Kediler Bahçesi isimli kitabından “Yağmurlu Kentin Güneşçisi” isimli öyküyü okurlarımızla paylaşıyoruz

04 Nisan 2020 - 03:07

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.

BİLGE KARASU (9 OCAK 1930- 13 TEMMUZ 1995)

Bilge Karasu, Şişli Terakki Lisesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde okudu. Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü'nde, Ankara Radyosu Dış Yayınlar Bölümü'nde çalıştı. 1963-64'te Rockefeller Bursu'yla Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde bulundu. 1974'te Hacettepe Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı.

İlk yazısı 1950'de, ilk öyküsü de 1952'de Seçilmiş Hikâyeler Dergisi'nde yayımlanan Bilge Karasu, 1963 yılında D. H. Lawrence'ın The Man Who Died (Ölen Adam) kitabının çevirisiyle Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü'nü, 1971'de Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı kitabıyla Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, 1991'de Gece kitabı ile Pegasus Ödülü'nü ve 1994'te Ne Kitapsız Ne Kedisiz'le Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü'nü aldı.

Ölümünden önce yayınlanan kitabı Narla İncire Gazel (1995), ölümünden sonra 1996'da yayınlanan son kitabı ise Altı Ay Bir Güz'dür.

Bilge Karasu'nun Metis Yayınları tarafından yayımlanan Göçmüş Kediler Bahçesi isimli kitabından “Yağmurlu Kentin Güneşçisi” isimli öyküyü paylaşıyoruz.

YAĞMURLU KENTİN GÜNEŞÇİSİ

Ufarak teferek, sıskaca, kuruca bir adam duruyordu pencerenin ardında. Pencere kapalıydı; camı, su çizikleri içinde. Dışarıdan bakan, adamın yüzünü dalgalı dalgalı görürdü. Adam gözlerini kaldırmış, gökyüzüne bakıyordu. Oysa gökyüzünde görülecek hiçbir şey yoktu.

Düpedüz yoktu. Bu ülkeye her gece, her sabah, her akşam yağmur yağardı çünkü. Durgu durak bilmeksizin, hızlanmadan, yavaşlanmadan hele hele hiç dinlenmeden, tel tel, iplik iplik yağmur yağardı. Kurşun rengi şuncacık değişmeyen bir gökyüzünde bakacak ne olsun, görecek ne olsun?

Yağmur yağdığı için caddelerin asfaltları, sokakların taşları hep pırıl pırıl ışıldar, duvarlar hep tertemiz ama karanlık yüzlü olur, pencere pervazları, köşelerinden aşağı hep çizgi çizgi is bıyıkları salar, kiremitler damlar hep cilalanmış gibi dururdu. Bahçeler yemyeşil olurdu ya kendi halinde kalsa, nasıl kaslındı ki yağmur bacalardan çıkan dumanları hep bu yeşilliğin üzerine örterdi.

Bu kentte oturanlar, doğdukları günden öldükleri güne değin, gökyüzüyle denizi bir tek renkte bilirler, gökyüzünün mavi -açık olsun, koyu olsun, gene de mavi- olabileceğini, denizin de ona uyarak koyu maviden açık yeşile dek akla gelebilecek her türlü renge girip çıktığını, kırmızı, mor, sarı, bile görünebileceğini, ancak, dünyayı gezmiş görmüş kişilerden öğrenirlerdi. Hele bunların anlattığına göre başka gökyüzlerinde parıl parıl ışıyan sarı- sarımsı, akımsı, kırmızımsı- bir güneş olurmuş gündüzleri. Geceleri ay, sürü sürü, türlü türlü yıldızlar görülürmüş bu göklerde. Bu kentten çıkmayanlar ise bu güneşi de hiç görmemişlerdi, ayla yıldızları da… Gerçi, öğrenirlerdi okullarda, güneşin gün aydınlığı verdiğini. Onların günü ise gökyüzleri gibi, denizleri gibi, kurşun rengi, daha doğrusu kurşunumsu bozumsu bir renkti.

İnsanlar bu kentte rengi yalnız deniz teknelerinde görürlerdi. Sandallar, mavnalar, gemiler, sarı, kırmızı, yeşil, mavi, mor akla geldik, düşünüldük her türlü renge boyanırdı yol yol, öyle salıverilirdi denize. 

Yağmur durmadan yağdığı için kediler köpekler, hele hele tavuklar, hiç dışarıda dolaşmazdı. Çıkıp tüyün teleğin sırılsıklam ıslansın diye gezilir miydi hiç? Akılsız kediler, köpekler, tavuklar da vardı elbet. Onlar yıkar, ıslanır, sonra da hastalanır, yataklara düşerlerdi. Bir kazlar vardı, bu yağmurun altında gezmekten hoşlanan. Onar yirmişer, kanatları, kuyrukları birbirine değe değe dolaşırlar, yerin biraz üstünde salınan ayaklı bir buluta benzerlerdi. Bu bulutun üzerinde de uzun boyunları kavaklar gibi ırganır, gagaları, neredeyse bu boyunlara bağlı değilmiş gibi açılır kapanırdı. Ama kaz sürüleri tek tük görülürdü; saçak altlarında, duvar diplerinde küskün küskün oturan köpekler, kediler ise pek çok.

Bu kentte sokakta gezen herkes şemsiye kullandığı için, dışarıdayken de şemsiyeler hiç kapanmadığı için, ana caddelerde adam boyunda bir dalgalı örtü gerilmiş gibi olurdu yerle gök arasında. Bu örtü ancak otobüslerin, tramvayların, evlerin dükkanların, işyerlerinin kapısında, çekilir, gerilir, yutuluverirdi iki dudak, iki çene, iki silindir arasına sıkışmış gibi..

Gene de bu yüzden her evde, şemsiye, pabuç kurutma gözleri, bu gözlerde biriken suları akıtacak küçük oluklar olurdu.

Daha önemlisi, gene bu yüzden, sabahları uyuyan adamlar, başka kentlerde oturanlar gibi pencerelerde, kapalı kepenklere pancurlara koşup ''hava bugün nasıl acaba?'' diye heyecanla, ya da sıkıntıyla, gökyüzüne bakmaz, yahut, yattığı yerde, perdelerden sızan, pencereden duvara vuran ışığa bakıp, kimi zaman da arabaların tekerlek seslerine kulak verip yağmur mu yağıyor, kar mı, hava kuru mu, güneşli mi, diye kestirmeğe kalkmağı akıllarının köşesinden bile geçirmezlerdi. Bu kentte yaşayanlar, havanın nasıl olsa yağmurlu olacağını bildiklerinden, ne ışığa bakarlardı ne seslere kulak verirlerdi. Doğdukları günden bu yana, bunların hiçbiri değişmemişti ki…

Bu kentin insanları, hava konusunda ne umut bilirlerdi, ne umut kırıklığı; ne sinemadan, tiyatrodan kahveden konserden çıkıp şakır şakır yağmurla karşılaşır, şemsiyelerini yanlarına almadıkları için saçak altlarında bekler ya da koşa koşa giderlerdi gidecekleri yere; ne de, Pazar günü hava güzel olursa denize, maça kıra gideriz diye düşünürlerdi. Böyle bir şey beklemezlerdi ki…

Bu kentin insanları, yağmura tutulma korkusunu nedir bilmez, havanın açmasını beklemezlerdi ya, içlerinden yalnız bir tanesi onlara benzemezdi. Bu adam, pencereden gökyüzüne bakan bu adam.. Bu adamın kimi kimsesi yoktu. Kentin işi kesimindeki koca koca yapılardan birindeydi işyeri; oraya gider, gelir, evine kimseyi çağırmazdı. Gelmeyeceklerini bilirdi çünkü. Kendi de eşinin dostunun evine gitmezdi pek, üst üste çağırılmadıkça. Sessiz bir adamdı bu. Kimseye kötülüğü dokunmamıştı, kimseyi kırmamıştı şimdiye dek. Bir tek kusuru vardı. Eşi dostu da bu yüzden yalnız bu yüzden tedirgin olurdu.

Bu kentten çıkıp dünyayı gezmemişti gezmesine, başka gökyüzleri görmemişti ama güneş üzerine söylenenleri dinlemiş okumuştu. Susar susar, ''yarın sabah...'' diye söze başlayacak olurdu; yanındakiler de ''ya ya...'' deyip kaçarlar hemen yanından. Bilirlerdi çünkü aslında ne geleceğini. Hoş, bu yüzden, adam çoğu zaman sözünü bitirmezdi bile.

 ''Yarın sabah, gökyüzünde hani, güneşi görecek olursanız ne yaparsınız?'' Deyip diyeceği de bu kadardı yani. Deyecek zaman bıraksalar…

Tutturmuştu işte. Güneş çıkıverecek, kendini gösteriverecek olsa, diye.. Oysa hep bildikleri şeydi. Güneşin çıkması yağmurun durması, bulutların açılması demekti; doğdukları günden bu yana bildikleri gökyüzünün değişmesi, şemsiyelerin kapanması, kurutma odalarının kullanılmaması, daha kötüsü, umutla umut kırıklığının içlerinde baş göstermesi demekti. Olacak şey miydi bütün bunlar?

Bu tedirgin edici takınağı, saplantısı olmasa, adamın arkadaşları, ona daha bir yakınlık gösterirlerdi ya, şimdi söyleyecek o ''yarın sabah...'' sözlerini, birazdan söyleyecek, diye keyifleri kaçardı.

Adam evine gelir, yıkanır, dişini fırçalar, yatağına yatardı; kitap okurdu, cigara içerdi. Uyuyakalırdı sonra.

Ama o alışılagelmiş bozumsu kurşun rengi ya da kurşunumsu bozumsu renk, ışık olup, odasına dolup, sabahın eriştiğini kendisine haber verince…

Kendini tutamaz, çılgınlık olduğunu bile bile, yatağından kalkar pencereye gelir, yağmurda çizik çizik olmuş camın ardından gökyüzüne bakar.

Dışarıdan bakan birinin dalgalı dalgalı göreceği yüzünde, merak izi bile bulamayacağı, umut izi bile sezemeyeceği yüzünde, salt gözleri canlıdır sanki adamın. Gökyüzüne bakar. Bugün belki güneş açmıştır diye, çıkacaktır diye. Bugün olmazsa yarını var bunun daha öbür günü var. Ama pencerenin önüne geldiğinde, kesinlikler bildiği şu oluyor: güneş bugün de çıkmayacak, görünmeyecektir…

Oysa daha yatağındayken, ışığın değiştiğini farkına varmadıkça, pencereye gittiğinde güneşi görebileceğini nasıl aklına getirir bu adam? Daha önce de söyledik. Tuhaflıkları, gariplikleri var bu kişiceğizin.. Umudu yüzüne bile çaktırmadan, biraz da alıkça gönlünde besleyip duruyor...


 


ARŞİV