BILLIE HOLIDAY (7 Nisan 1915 - 17 Temmuz 1959)
En önemli Amerikan caz şarkıcı ve söz yazarlarından olan, enfes sesiyle insanları büyüleyen Billie Holiday 7 Nisan 1915’te doğdu. Gerçek adı Eleanora Fagan’dı. Çocukluğunun bir bölümü Baltimore bölgesinde geçti. Yoksulluk nedeniyle okuyamayıp çalışmak zorunda kaldı. 11 yaşındayken tecavüze uğradı ve zorla Katolik okulunda yatılı öğrenime verildi. Annesiyle birlikte New York'a gitti. Burada farklı işlerde çalıştıktan sonra bir kulüpte şarkı söylemeye başladı. Aynı süreçte Aretha Franklin, Leonard Cohen gibi isimleri ünlü yapan organizatör John Hammond tarafından keşfedildi. Blues türünü kendisine yaşam tarzı edinen ve mesleğinde kısa sürede başarı elde eden Holiday, caz tarihinin en önemli seslerinden biri oldu. Şarkı sözü yazarlığı ve bestecilik yaptı. Bir çok caz ve blues şarkıcısına ilham kaynağı oldu. Summertime gibi bazı yorumları klasikler arasına girdi. Uyuşturucu ve alkol nedeniyle sağlık sorunları yaşamaya başladı.
1959’un Mayıs ayında New York Phoenix Theater’da son kez sahneye çıktı. Ardından hastaneye yatırıldı. Hastaneye yatışının on ikinci gününde odasında eroin bulundu. Hastanedeyken bir kez daha tutuklandı. 44 yaşındayken siroz nedeniyle hayatını kaybetti.
Ölümünden sonra dört Grammy ödülüne layık görüldü ve ismi Grammy ve National Rhythm & Blues onur listesine konuldu.
Billie Holiday’in anlatımlarıyla William Dufty’un kaleme aldığı Encore Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Billie Holiday Otobiyografi” kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz
BILLIE HOLIDAY
Annemle babam evlendiklerinde daha çocuktular. Babam on sekiz, annem on altı yaşında, bense üç yaşındaydım.
Annem beyaz bir ailenin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu. Hamile olduğunu öğrenince onu kapıya koymuşlardı. Babamın ailesi de durumu öğrenince sinir krizi geçirmişti. Toplumsal adetlerine bağlı insanlardı ve Doğu Baltimore’de bu tür şeylerin yaşandığını hiç duymamışlardı.
Fakat çocukların ikisi de yoksuldu. Ve yoksulsan çabuk büyürsün.
Annemin beni terk edip yoksullar evine düşmemiş olması şaşılacak şeydi. Fakat Sadie Fagan yerleri silerken karnını tekmelediğim zamandan beri beni çok sevmişti. Hastaneye gidip oradaki başhemşireyle bir anlaşma yapmıştı. Onlara kendi doğum masrafları karşılığında yerleri sileceğini ve bebeklerini doğurmayı bekleyen diğer cadalozlara bakacağını söylemişti. Öyle de yaptı. Annem 1915 yılının 7 Nisan Çarşamba günü beni doğurduğunda on üç yaşındaydı.
Hastaneye olan borcunu çalışarak ödeyip beni ailesinin yanına götürdüğünde o kadar büyük ve akıllıydım ki çocuk arabasında oturabiliyordum.
Babam o aralar bütün çocukların yaptığı şeyi yapıyordu- sokaklarda gazete satmak, ayak işlerine koşmak ve okula gitmek. Bir gün bebek arabamın yanına geldi, beni kollarına alıp benimle oynamaya başladı. Annesi onu görünce bağırarak yanına gelip “Clarence şu bebekle oynamayı bırak. Herkes senin çocuğun sanacak,” dedi.
Babam annesine “Anne, o benim çocuğum zaten,” dedi. Babam böyle karşılık verince annesi sinir krizi geçirdi. Babam henüz on beş yaşındaydı ve şort giyiyordu. Müzisyen olmak istiyor ve trompet dersleri alıyordu. Ancak üç yıl sonra kendi düğününde pantolon giyecekti.
(…)
Babam her zaman trompet çalmak istedi ama bir türlü fırsat bulamadı. Nihayet çalabileceği bir trompet alındığında ordu onu askere alıp denizaşırı bir ülkeye gönderdi. Talihsiz babam orada zehirli gaza maruz kaldı. Akciğerleri zarar gördü. Piyano çalıyor olsaydı elinden vurulurdu herhalde.
Zehirli gaza maruz kalmak trompet çalma hayalinin sonu fakat başarılı bir gitar kariyerinin başlangıcı oldu. Gitar çalmayı Paris’te öğrenmeye başlamıştı. (…) Fakat orkestrayla birlikte turneye çıkması ailemizin sonunun başlangıcı oldu. Baltimore babam için bir gece kalıp gittiği bir yere dönüştü.
Babam yabancı bir ülkede savaşırken annem askeri tulum ve üniforma üreten bir fabrikada çalışmıştı. Babam orkestrayla turnelere çıkmaya başladığında savaşın sağladığı işler sona erdiği için annem Kuzeye gidip temizlikçi olarak çalışmanın iyi olacağına karar verdi. Kuzenim Ida, Ida’nın küçük çocukları Henry ve Elsie ve büyük annemle birlikte küçük yoksul bir evde yaşayan anneanneme ve dedeme bırakmak zorunda kaldı beni.
Hepimiz o küçük evde balık istifi gibi yaşıyorduk. Ben, Henri ve Elsie ile aynı yatakta yatıyordum ve Henry her gece yatağını ıslatıyordu. Bu beni deli ediyordu ve bazen yataktan kalkıp sabaha kadar sandalyede oturuyordum. Sonra kuzenim Ida sabahleyin odaya gelip yatağı gördüğünde beni yatağı ıslatmakla suçlayıp dövmeye başlıyordu. Kızdığında feci döverdi beni. Kayışla ya da kıçıma bir şaplak atarak değil, yumruklarıyla ya da kırbaçla.
Beni anlamıyordu. Diğer çocuklar yanlış bir şey yaptıklarında yalan söyleyerek durumdan sıyrılırlardı. Ama ben yanlış bir şey yaptığımda bunu gizlemeye çalışmaz, suçumu itiraf ederdim. Ida sinir krizi geçirir, günahkâr olduğumu ve hiçbir baltaya sap olamayacağımı söylerdi.
(Syf 9-11)
Alice Dean oturduğumuz sokağın köşesinde bir genelev işletiyordu, onun ve kızlarının ayak işlerini görürdüm. O zamanlar para işlerinde çok iyiydim. Beş ya da on sentten aşağı kimse için bakkala bile gitmezdim. Fakat Alice ve kızlar için her yere gider, leğenleri boşaltır, lavaboya Lifebuoy sabunu ve havlu koyardım. Alice bana para ödemek istediğinde ön salonundaki gramofonda Louis Amstrong ve Bessie Smith dinlememe izin verirse ondan para almayacağımı söylerdim.
Gramofon o zamanlar çok önemli bir şeydi ve Alice’in salonundan başka gramofonu olan fazla salon yoktu. Pops ve Bessie’yi dinleyerek harikulade saatler geçirirdim orada. (…)
İlk iyi caz plağını genelevde dinleyen tek kişi ben değildim sanırım. Ama bundan bir anlam çıkarmaya çalışmadım. Louis ile Bessie’yi ilk kez izci toplantısında dinlemiş olsaydım da aynı derecede severdim. Fakat beyazların çoğu ilk caz plaklarını Alice Dean’ın salonunda dinledikleri için caza “genelevi müziği” yaftasını yapıştırdılar.
O günlerde durumun nasıl olduğunu unutuyorlar. Genelev beyazlarla siyahların doğal bir şekilde bir araya gelebildikleri tek yerdi.
(Syf 14-15)
Kirayı geciktirdiğimiz bir gün yasal olarak kapıya konacağımıza dair bir tebligat geldi. Kış ortasıydı ve annem yürüyemiyordu bile.
Kuzey’de böyle şeyler yaptıklarını bilmiyordum. Güney ne kadar kötü olursa olsun, orada insanı bu şekilde kapıya koymazlar. Ertesi sabah evi boşaltmamız gerekiyordu ve ben anneme, buna engel olmak için hırsızlık yapacağımı, cinayet işleyeceğimi ya da ne gerekiyorsa yapacağımı söyledim. Hava buz gibiydi ve gece vakti paltosuz dışarı çıktım.
Yedinci Bulvar’da 139. Cadde’ye kadar yürüdüm ve bütün mekânlara girip iş istedim. O günlerde 133. Cadde gerçek swing çalınan yerdi, daha sonra 52. Cadde’nin olmaya çalışacağı türden bir yerdi. Kulüpler, barlar, restoranlar ve kafeler doluydu.
Sonunda Pod’s and Jerry’s’e girdiğimde her şeyi göze almıştım. İçeri girip patronu görmek istediğimi söyledim. Sanırım Jerry ile konuştum. Ona dansçı olduğumu ve şansımı denemek istediğimi söyledim. Topu topu iki figür biliyordum, time step ve crossover. “Seçimlere katılmak” kavramının varlığından bile haberdar değildim ama istediğim buydu.
Jeryy beni piyanistin yanına gönderip dans etmemi söyledi. Dans etmeye başladım, acınası haldeydim. Bildiğim iki figürü yaptım ve bana bağırıp zamanını boşa harcadığımı söyledi.
Beni kulağımdan tutup dışarı atacaklardı ama bir iş vermeleri için yalvarıp duruyordum. Sonunda piyanist bana acıdı. Sigarasını söndürdü ve bana bakıp, “Şarkı söyleyebiliyor musun ufaklık?” diye sordu.
“Elbette söyleyebiliyorum ama neye yarar ki?” dedim. Hayatım boyunca şarkı söylemiştim fakat şarkı söylemeyi o kadar seviyordum ki bundan para kazanabileceğim aklıma bile gelmemişti. Ayrıca Cotton Club’un meşhur olduğu, güzel kızların biraz kıvırtıp masalardan para toplamaktan başka bir şey yapmadığı günlerdi.
Para kazanmanın tek yolunun bu olduğunu düşünüyordum ve sabaha kadar kırk beş dolar bulamazsam annemle kendimizi sokakta bulacaktık. O zamanlar Paul Robeson ve Julia Bledsoe gibi birkaç ünlü şarkıcı dışında şarkıcıların adı bile geçmezdi.
Piyanistten “Trav’lin All Alone” çalmasını istedim. Duygularımı en iyi ifade eden parça oydu ve bunu bir şekilde dışa vurmuş olmalıydım. Bütün mekân sessizliğe büründü. Yere iğne atsan bomba gibi duyulurdu. Bitirdiğimde herkes gözyaşlarını bira bardaklarının içine akıtıyordu ve yerden otuz sekiz dolar topladım. O gece oradan ayrılırken topladığım parayı piyanistle paylaştığım halde bana elli yedi dolar kaldı.
Dışarı çıkıp bütün bir tavuk ve biraz fırında fasulye aldım- annem bayılırdı fırında fasulyeye. Yedinci Bulvar boyunca koşarak eve döndüm. Anneme ev kirasını gösterdim ve haftada on sekiz dolara şarkıcı olarak iş bulduğumu söyledim, inanamadı.
(Syf 36-37)
Annemle Harlem’de kendimize bir hayat kurmaya çalıştığımız 1930’ların ilk yıllarında yaşadığımız dünya hâlâ beyazlara aitti. Fakat onların neredeyse hiç görmediği bir dünyaya dönüşmüştü. Evet, bazıları sabaha kadar açık kulüplere takılıyor, Cotton Club’a geliyorlardı fakat müzik yapmıyor ya da dans etmiyorsa bir siyahinin o kulübün içini görmesi bile olanaksızdı. Bunlar beyazlar gelip para harcasın diye düzenlenen yan gösterilerdi sadece.
Bunlar gerçek değildi. Bizim yaşadığımız hayat gerçekti. Her şey sahne arkasında gerçekleşiyor, çok az sayıda beyaz buna tanık olabiliyordu. Tanık olduklarında da kendilerini başka bir gezegenden gelmiş gibi hissediyorlardı. O hayata dair her şey onlar için haber niteliği taşıyordu.
Çetin bir hayattı. Bazen nasıl hayatta kalabildiğimize şaşırıyorum.
(Syf 46)