Burhan Arpad: Bir Boğaz Sabahında

Edebiyat Hayatından Hatırlamalar dizimizde bu hafta Burhan Arpad'dan "Bir Boğaz Sabahında" adlı öyküyü yayınlıyoruz.

27 Eylül 2018 - 15:49

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak.  Keyifle okuduğunuz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

BURHAN ARPAD (1910-1994)

Mudanya’da doğup, 3 Aralık 1994’te İstanbul’da ölen Burhan Arpad, Ahmet Hisarlı ile Birisi imzalarını da kullandı. Babasının erken ölümü üzerine genç yaşta çalışmaya başlayan Arpad, sinema makinistliği, muhasebe memurluğu, mutemetlik gibi farklı işlerde çalıştı. “Memleket”, “Hürriyet” ve “Vatan” gazetelerinde muhabirlik yaptı, röportaj ve fıkra yazarı olarak çalıştı (1947-1962). Öykü ve romanlarında toplumcu gerçekçi açıdan olayları ve kişileri ele alan Arpad, Alman ve Avusturya edebiyatlarından yaptığı çevirilerle de edebiyat ve kültür dünyamıza önemli katkılar sağladı. Burhan Arpad’ın Turing Yayınları tarafından yayınlanan Taşı Toprağı Altın İstanbul kitabından “Bir Boğaz Sabahında” adlı hikâyesini yayımlıyoruz

BİR BOĞAZ SABAHINDA

Boyasız tahtaları yer yer katranlı, ıskarmozları iple bağlı küçük kayık, suların itişiyle sık sık yer değiştiriyordu. Arkada oturan ihtiyar adam, oltayı arada bir oynatarak bekliyor, kayık pek yerinde durmazsa kürekleri yokluyordu. Yaş çizgileri sayılamıyacak kadar çok, ağzında diş kalmamış bir ihtiyardı; omuzuna çöken yıllarla küçülmüş, büzülmüş, çocuk kurusu olmuştu. Kayık, Boğazın daraldığı bir koyda, kıyının yakınındaydı. Boğazın iki kıyısı yer yer silinmişti; sis vardı. Dere ağzından boğaza açılan ilk balıkçı kayıkları bir görünüp bir kayboluyordu…

Halil ağa güneş doğmadan çıkmıştı. Deredeki köprünün ayaklarına bağladığı kayığını çözerken günün ilk türküsünü dinlemişti bir süre; sayısını unuttuğu yıllardır yaptığı gibi. Kırların, derenin, mısır tarlalarının, sazlıkların, söğütlerin, bostanların uyanış türküsüne tutkundu. Çıtırtılar, şırıltılar, hışırtılar, fısıltılar karışımı bir türküydü; insan seslerinin karışmadığı bir türkü. İnsanlar uykudayken uyanıveren güvercinlerin, renk renk küçük kuşların, kumruların, kurbağaların, kertenkelelerin, kaplumbağaların, kirpilerin türküsüyle balığa çıkmak, günün bütün dertleriyle baş edecek gücü verirdi.

Sağ yamacın koyu yeşil karaltısı arkadan doğru morumsu bir kızılla renk değiştirmiş, sonra altın sarısı bir aydınlıkla bezenmişti. Boğazda sabah başlıyordu. Halil ağa cıgarasını yaktı. Boğazda çıkan ilk vapur, karşı kıyılarda ilk kırışıkları bırakarak, ağır ve uykulu, uzaklaştı. Bakıra vurulmuş gibi düdük sesinden, 64 numarayı tanıdı, Halil. Yalnız 64 numarayı değil, 66, 68, 63, 70 numaralı vapurları da, eski günlerin bütün Boğaz çocukları gibi düdük seslerinden tanıyıverirdi. Büyük çayırda çocuklara ilk katıldığı günlerde en başta oyunları, Boğaz vapurlarını düdük seslerinden tanımaktı.

Derenin balıkçı sesleri, içerlerdeki fabrikanın işbaşı düdüğü duyuluyordu. Kayık dere ağzına doğru sürükleniyordu. İhtiyarın kolları küreklere uzandı; kıyıdaki ağaçların gölgelediği saraya doğru yöneldi. Saraya yakın bir yerde her sabah bir süre kalırdı. Balık olsun olmasın, saraya yakın sularda dolaşırdı. Kimselerin olmadığı çayıra, sarayın demir parmaklıklarına, korunun ağaçlarına doya doya bakardı. Baktıkça gerilere uzanır, çocukluk günlerini yakalayıverirdi. Hiç unutmadığı çocukluk günlerini.

Sarayın yanındaki çayırlığa kocaman çadırlar kurulmuştu. Poturlu, şalvarlı erkekler, elleri kınalı kadınlar, yalınayak sürü sürü çocuk vardı. Kazanlarda yemekler pişiyordu. Halil çocuk, kazanlardan yükselen mis gibi aş kokusunu hiç unutmamıştı; aş kokusunu da, saraydan çok uzaklarda bıraktıkları bir başka çayırlığı, çayırlığı ikiye bölerek çağıl çağıl akan bir başka dereyi de unutmadı. Şimdi yerini bile kestiremediği öteki çayırlıktan buralara göç edişleri nedendi, pek bilinmezdi; aklı erecek yaşa geldiğinde babası öleli çok olmuştu. Hep az konuşan anası: «Alınyazısı, kızanım» demekle yetinmişti. Sonra anası da öldü. Halil on yaşındaydı.

Küçük Halil önce isketeden köşklere çanta, paket taşıdı; kolları daha da güçlenince denkleri sırtladı.  Bıyıkları terleyince bostanlarda çalıştı. Sonra bir kayık edindi. Derenin kavuştuğu iç çayırlığa, yüzyıllık çınarların altındaki kır kahvesine gidenleri taşıdı. Baharın ilk erguvanları ve katırtırnaklarından en son süpürge çiçeklerine kadar, vapur iskelesiyle deredeki kır kahvesi arasında kürek çekti. Tek atlı arabalar dere boyundaki tozlu yoldan, Halil kayıkla, insanları eğlensin, dinlensin, ölümlü dünyanın tadını çıkarsın diye taşıdılar. Halil evlendiğinin haftası askere alındı. Dünya birbirine girmişti. Kayığı testicilerin önündeki tahta İsketenin yanına çekmiş, kürekleri eve bırakmıştı. Döndüğünde kucağına ilk çocuğunu tutuşturdular. Halil yılların çürütmeğe başladığı kayığını iyice katranladı, sonra açık yeşil bir boya çekti ve küreklere sarıldı. Karısı köşklere tahtaya, çamaşıra gitti. Çocukların sayısı iki, üç, dört, yedi oldu Sakal bırakıp limon kabuğu fesine abani sarık sardıktan sonra adının sonuna bir ağa sözü eklendi. Göçmen küçük Halil, köyün yerlilerinden Halil ağa olmuştu. Çocukları çayırda, bostanlar arasında, dere kıyısında büyüyü büyüyüverdiler. Halil’in yılları çabuk çabuk geçti. Köşklerde, yalılarda yaşıyanlardan daha çabuk geçiyordu, onun yılları. Üç oğlu, dört kızı vardı. Büyük oğlan, günün birinde başını alıp gitti; ne ölüsünden, ne dirisinden bir haber alınm adı. Köy ortasındaki karpuz sergisinde bıçaklanıp giden ortancasını dere mezarlığına bıraktı. En küçük oğlu Hayri’si erken evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Kızlarının ortancası Alibey köyünden arabacı Hasan’a kaçtı. Büyük kızı karşı kıyıda bir bakkala vardı, öteki kızların bir ara adı çık tı; deredeki halat fabrikasında çalışıyorlardı. Sonunda, küçüğünü Kavaklardan bir balıkçı aldı. Büyüğü evde kaldı. Anası ölünceye kadar fabrikada çalıştı, geçen yıl o da başını alıp şehre hizmetçi gitti.

Kayık sularla iyice kıyıya düşmüştü. Mısır kazanlarını ateşliyen Kâmil ustanın kalın kalın öksürdüğü duyuluyordu. Halil, oltasını isteksiz isteksiz çekti. Çapari iyi gitmiş, tenekesi dolmuştu; beş kilo kadar uskumrusu vardı. Küreklere uzandı. Yukarı Boğaza doğru kıy ı boyunca hafif hafif çekiyordu. Yalılarda ilk kıpırdanmalar başlamıştı. Büyük beyaz yalının beyi balkona çıkmıştı. K ırmızı panjurlu yalının beslemesi manolyanın altına kahvaltı sofrası kuruyordu. Boyaları dökülmüş kayık, sert bir dalgayla yükselip alçaldı ve iki yana sallandı. 63 numaralı vapur, sıyırırcasına yakından geçiyordu. Halil’in gözleri kaptan köşküne ta ­kıldı. Kafası sıfır numara traşlı, fırça bıyıkları kara kara bir kaptan, ceketini sırtına iliştirmiş, esniyordu. Halil, kürekleri bıraktı ve 63 numaranın gümbür gümbür uzaklaşmasına daldı; gözleri hep kaptan köprüsündeydi.

63 numaranın kaptan köşkünde Tahsin kaptan yoktu; arkaları basılmış terlikli, süt beyaz çember sakallı Tahsin kaptan’ın yerini başkaları almıştı. Kıyı kıyı geçerken çocuklara sık sık düdük çalan, Boğazın en yolsuz gemisiyle karadan yarışa çıkan çocukların «Tahsin kaptan pat pat pat» diye seslendiği Tahsin kaptan, öleli yıllar olmuştu.

Sadece Tahsin kaptan mı? Halil’in çadırlar arasında ilk görüşünde pek korktuğu Arap Abidin de, çanta taşımaktan kazandığı ilk meteliklerle koştuğu keten Helvacı Arnavut İbrahim de ölmüştü; Küçük Halil’in, delikanlı Halil efendinin, abani sarıklı Halil ağa’nın bütün yakınları, tanışları, sevenleri ve sevmiyenleri, kendinden gençleri ve ihtiyarları, birer ikişer ölmüştü. Derenin sağındaki bakımsız mezarlığın toprak kümbeltileri altındaydı hepsi.

Halil küreklere uzandı. Güneş ısıtmağa başlamıştı. Uskumruları bir an önce elden çıkarıp köye, cami önündeki kahveye varmak, sade kahvesini höpürdetip öğle nam azına kadar çınarın gölgesinde hasıra şöyle bir uzanmak istiyordu; yorgundu. Balıkları, ucuz bahalı demeyip sattı. Birkaç gün yetecek parası vardı. Yarın balığa çıkmazdı. Aşçı Mehmet’le bakkal Tatar Hüseyin’in borçlarını verdikten sonra da parası kalacaktı.

Kayığı suların aşağı akıntısına vermiş köye dönüyordu. Kürekleri arada bir kullanıyordu. Kolları ne yorgundu. Beli ağrıyor, göğsü daralıyordu. Dişsiz ağzının içinden, sigarayı bırakmalı, diye mırıldandı. Yaşlılık kötü şeydi. Yaşlılıkta yalnızlık daha da kötüydü. Babasının sık sık söylediği: «öldüğüne yanmaz da, ceviz ağacından tabut ister!» Rumeli ağzı bir özdeyişi hatırladı. Nerden de aklına gelmişti; gevrek gevrek güldü. Halil’in ölüsünü köy ortasında bırakmazlardı, elbette!

Vapur iskelesi uzaktan görünmüştü. Kırmızı yalının önündeki sular her zaman karışık olurdu; akıntının her yandan geleni kırmızı yalı önünde kaynaşırdı; yeşilli mavili köpük köpük sular çarpışıp tozlaşır ve yine denize katılırdılar. Tahtaları boyasız, yer yer katranlı kayık, her yandan saran çırpıntılarla olduğu yerde dönüyordu. Halil, küreklere asıldı, bütün gücüyle; İple bağlı ıskarmozlar gacırdadı ve kayık sulara şap şap vurarak güçlükle yol almağa başladı. Amma, akıntı dayatıyordu. Halil’in gücü yetmiyordu, sularla başa çıkmağa. Diri diri ve köpük köpük Boğaz suları, eski tekneye de, gücünü yitirmiş kollara da kafa tutuyordu.

Halil’in kafası ışımıştı. Bunca yılın kavgası yeterdi; kürekleri bıraktı…

64 numaralı vapur iskeleye yaklaşırken, bakıra vurulmuş gibi acı acı öttü yine.

Bir boğaz sabahında, bir balıkçı Halil ölüvermişti. 


ARŞİV