BURHAN CAHİT MORKAYA (1892- 20 Ocak 1949)
1892 yılında, İstanbul, Dersaadet’te doğan yazarın asıl adı Ali Burhanettin’dir. Cahit ismini sonradan aldı. İlköğrenimini özel hocalardan ders alarak tamamladı. Daha sonra Mercan İdadisini ve ardından 1912 yılında da Mülkiye Mektebi’ni bitirdi. Öğrencilik yıllarında Yeni Gazete’de başladığı gazeteciliği, Milli Ajans, Servet-i Fünun, Son Posta ve Vatan’da sürdürdü.
Mezuniyetinin ardından, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı Milli Ajansı’nda çalıştı. Yeni Gazete’nin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. 1918’de başyazarı olduğu Karagöz gazetesinin 1927-28 arasında yöneticiliğini de üstlendi.
Türkiye'nin ilk kadın otomobil yarışçısı ve şampiyonu, kemençe öğretmeni olan Sâmiye Cahid Morkaya ile evli olan Morkaya'nın ilk edebi eseri Bizans Akşamları'dır. Eserlerinde genel olarak halkçılık, vatan sevgisi, aile ve arkadaş ilişkileri, güçlü olma, çalışma, sağlıklı ve dürüst olma vb. konuları işledi. 1928’de çıkarmaya başladığı Köroğlu gazetesinin yayımını ölümüne kadar sürdürdü.
20 Ocak 1949’da hayata gözlerini yuman Burhan Cahit Morkaya’nın Dorlion Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Ayten” isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
AYTEN
Birinci Kısım
Kalamış Koyu: 92- Yazı
Gün karardı. Deniz duruldu. Kızgın güneş altında akşama kadar yaprakları ısınıp kıvrılan ıhlamurlardan baygın bir koku yayıldı.
Ablam bahçeyi altüst eden kızları çağırmak istedi:
“Bırak eğlensinler abla dedim, koşup eğlenmek onların hakkı. Ayten’le Yıldız yarın mekteplerine dönecekler, Sevgi yalnız olunca bahçeye bile inmiyor.”
Onlar, ortadaki meydanda voleybol oynuyorlar. Yanımızdaki köşkün, bizimkiler yaşında üç kızı var ki hepsi bir araya gelince uçan kuş ellerinden kurtulmuyor. On yedi, on sekiz yaşlarında, birbirinden afacan altı kız şiddetli bir kasım fırtınasından daha tehlikelidir. Üç aylık tatilde koca bahçede dalı kırılmamış ağaç, saksısı devrilmemiş çiçek bırakmadılar. Hele zavallı erik ağaçları, tırtıllardan önce onların hücumuna uğradı. Geçen gün eve taze balık getiren ihtiyar kayıkçı bile onlardan bahsederken:
“Bu yaz Kalamış Koyu’na balık gelmez oldu hanımefendi.” diyordu. “Sizin küçük hanımlar sabah, akşam denizi öyle tarıyorlar ki!”
Onların sabah akşam banyoları da bir âlemdi. Turuncu, al, deniz başlıklarıyla köşkün yanındaki arsadan açıldıkları zaman yaygaraları bütün sahili doldururdu. Fenerbahçe ile Moda İskelesi’nin arası onlar için hususi bir deniz parçası gibiydi. Komşu Atıf Bey’in kızları son zamanlarda köşkün eski büyük kapılarını birbirine çivilemek suretiyle kocaman bir de sal yapmışlardı. Sabahın saat onundan bire kadar narçiçeği renginde mayolarıyla bu salın üstünde, etrafında atlar, yüzer, sıçrar, dalar, çıkar ve durmadan, dinlenmeden haykırır, çağırır, güler ve eğlenirler. Bazen Fenerbahçe’den denize girip Moda İskelesi’ne çıkmak için yarış yaparlardı. Bu zaman elimizde dürbün, heyecanla onları takip ederdik. Bilmem neden, onların bol bol gevezelik ederek, kahkahalar içinde yaptıkları bu yarış bize tehlikeli görünürdü.
Mevsim henüz bitmedi. Fakat onların tatili son buldu. Sevgi’den başka hepsi yarın mekteplerine dönecekler ve şüphe yok ki bizim de bu ıssızlaşan sahilin büyük bahçeli köşkünde işimiz kalmayacak. Çünkü onların kendi aralarında eğlenebilmeleri için yazı Kalamış’ta geçirdik. Eniştemin İzmir’de oluşu, Yeniköy’deki köşkün kiraya verilişi, ablamla bizi Anadolu Sahili’nin belki en güzel bir köşesi diyebileceğim Kalamış’a getirdi. Buraya gelişimiz herhâlde çok iyi oldu. Kızlar denizden, bahçeden çok istifade ettiler. Burada gerçi daha başka eğlenceler yok. Fakat ailece eğlenmek için çok müsait. Yaz içinde bir iki defa Belvü’de müsamereler verildi. Gittik, fakat bilmem neden ne biz, ne kızlar memnun kalmadık. Böyle eğlencelerden en çok zevk alan Sevgi’nin nişanlısı Ferit Kâmi Bey. O, böyle kalabalık eğlentileri hiç kaçırmıyor. Hatta geçen hafta içinde Moda’da bir gazinoda verilen kır balosuna bile yapayalnız gitti. Sevgi’nin canını sıkan bu hâlleri, ben onun meslek alışkanlığına veriyorum. Ferit Kâmi genç, girişken bir gazeteci. Her şeyden bahseder, herkesi tanır, her yerde görünür, biraz geveze, az ciddi, lakin terbiyeli ve samimi bir genç. Bütün hisleri henüz açılmamış. Fikirlerinde kesinlik yok. Ben, başkaları için belki de kusur görünecek bu hâllerini de mesleğine uygun görüyorum. Bir gazetecinin her gün aynı fikri taşıması kadar manasız şey olur mu?
Fakat Sevgi nişanlısının bu cevaplarından memnun değil, o daha çok içli ve sakin bir hayat ister gibi görünüyor. Ortalık karardı, bahçenin küme küme ağaçları gölge hâline geldi. Ablam kızları merak ediyordu:
“Sesler kesildi, nereye gittiler acaba?”
“Atıf Bey’in kızlarını geçirmeye gitmişlerdir.” dedim. “Şimdi gelirler. Yarın onlar da İstanbul’a, mektebe inecekler galiba.”
(…)
Nihayet üst baş toz toprak içinde gelebildiler.
Yıldız’ın gömleği, çorapları parça parça, Ayten’in beyaz etekliği çamur içindeydi.
Gelir gelmez boynuma atıldı:
“Bu öyle fena kız ki anne!” diye haykırıyordu. “Havuzun başında iken suya taş attı, sırılsıklam oldum.”
Öteki daha baskın görünmek istiyordu:
“Vallahi teyze bak bir kere üstüme başıma, yepyeni gömleğimi ne hâle koydu, kız değil atmaca!”
İkisini birden haşladım.
“Haydi, odalarınıza çıkın, temizlenin, yemek yiyeceğiz.”
Sevgi eski haşarılığına rağmen gittikçe sakin ve uysal bir genç kız oluyor. Belki de yeni nişanlı olması ona biraz ağırbaşlı görünmek arzularını veriyor. Herhâlde ötekilerin yanında o bir melek.
Yemek onların gürültülü alayları, birbirlerine yaptıkları yaramazlıklarla geçti. Hele Ayten’le çetin bir iddiaya tutuşan Sevgi’nin komposto tabağına Yıldız’ın bir avuç tuz atışı sofrayı altüst etti. Ondan sonra masanın üstünde bizi sofradan kaçırtan şiddetli bir çer çöp savaşı başladı. Kavun kabukları, üzüm çöpleri karşıdan karşıya kurşun gibi gidip geliyordu. Atacak bir şey bulamayınca bardaklardaki sulara sıra geldi. Nihayet yüz göz, üst baş, sırılsıklam yukarı kaçtılar.
Bilmem neden, onların bazen pek ileri giden bu çılgınlıkları bize ağır gelmiyor. Çünkü şeytanlıkla, yaramazlıkla birdenbire kopan bu fırtınalardan sonra onları yine birbirleriyle içli dışlı gördükçe bizim sinirlenip üzülmemizin manası kalmıyor.
Ağustosun son günleri… Ay, Kayışdağı tepelerinde… Ablam, salondaki lambanın altında Yıldız’ın mektep önlüklerini tamir ediyor. Yaramazlar sabahtan beri denizde, bahçede gezip koşmaktan yorgun, birer yastık gibi yataklarına serildiler. Onların cibinliklerini sıkıştırıp balkona çıktım. Ihlamurların kokusu havayı ılık ve baygın bir nefes gibi yumuşatmış. Taze bir zeytin yaprağı rengi alan gökte büyük ay, çil bir gümüş parçası hâlinde yükselip yayılıyor. İnce örtüme sarılıp hasır koltuğa gömüldüm.
Ayten yarın mektebine dönüyor. Onu görmek için artık perşembe günlerini beklemek lazım. Üç ay yanımda kalışına o kadar alıştıktan sonra, yeniden hafta sonlarını beklemek bana zor gelecek. Fakat onu istediğim ve ümit ettiğim gibi yetiştirmek için böyle mahrumiyetlere tahammül ediyorum. Zaten mektepte bir senesi kaldı. Onun düşünceleri ve hayatı için daha doğduğu gün verdiğim kararı on altı yıl şaşmadan, tereddüt etmeden, inanarak takip ettim. Benim mahrum kaldığım mutluluğu ona kazandırmak için değil, çünkü kadere ve tesadüfe inancım vardır, fakat benim hayali mutluluklar uğruna düştüğüm ızdırapları ona çektirmemek için hislerini ve düşüncelerini daha maddi, daha belirgin hedeflere topladım. Ben onun yaşında iken hayalimde yalnız aşk vardı. Fakat onun kalbi ve zihni o kadar dolu ki benim yıllarca arayıp bulamadığım aşk, çiçeklenmiş, maddi şekle bürünmüş mutluluklar hâlinde önünden geçse bile onu ele geçiremeyecek.
Bunda başarılı olmadan önce, doğduğu gün ona verdiğim Hicran ismini kendime aldım. Ben Ayten, tam üç uzun yıl mutlu eden o mutlak sevginin izinde koştum. Samimiyetten çok aymazlık diyeceğim özgüven ile daima kırılmaya, gücenmeye sonunda ızdıraba giden bu hayat, ömrüm oldukça ümit ve teselli bulmak için bana bu kızı verdi.
Onun hayatıma girmesiyle beraber mutlak sevgiyi arayan ve bekleyen kalbimin bu masum arzuları son buldu. O zaman başımı çevirip yaşadığım hayata baktım. Gözlerim karardı. Sevgileri maddi arzularının tükendiği yerde biten üç erkeğin hayatına karışmıştım. Bu hayat, benim dürüstlüğüme ve samimi arzularıma rağmen bir maceradan başka bir şey değildi. Hâlbuki ben başarılı olmak, pürüzsüz, temiz bir aile köşesi kurmak için uğraştım. Tesadüfler, olaylar, bunu ayrılık acısı ve kırgınlıklarla dolu bir macera haline getirdi. O karamsarlık, o acı ile kızımın adını Hicran koydum… Fakat ne hakkım var? O annesinin acılarından, aymazlıklarından toplanmış tecrübelerini bilerek hayata girecek, annesinin acı dolu hayatını kendi sevinçleri, mutluluklarıyla dolduracak. Hayata böyle kalbi ve zihni, gönül arzularından başka emeller ve düşüncelerle dolu giren bir genç kıza kendi kırgınlıklarımın adını vermeye ne hakkım var? Hicran benim yirmi yıllık ömrümdü. Kızım, bütün gençliğimde bulamadığım mutluluğu daha ciddi ve maddi silahlarla mücadele ederek bulmaya çalışacak. Annesinin ilk arzularını aldanmadan, zaaf göstermeden arayacak. (…) Hayatta benim rolümü alacak kızıma bunun için kendi adımı verdim. O, hayata kalbi, sinirleri, zihni annesinden kuvvetli olarak girecek ve ben onun yanında tecrübelerimin yardımıyla şefkatli bir anne ve samimi bir arkadaş olacağım.
(Syf: 5-11)