CAHİDE BİRGÜL ( 9 Nisan 1956- 1 Aralık 2009)
1956'da Ankara'da doğdu. Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi'nden mezun oldu. On beş yıl boyunca mimar olarak çalıştı. Mimarlık yaptığı süre boyunca da edebiyatla iç içe oldu. 1999 yılında emekliye ayrılıp ve TRT Ankara Radyosu'nda çalışmaya başladı. TRT Ankara Radyosu'nda Radyo Tiyatrosu ve Arkası Yarınlar adlı yazılar yazdı. Kadın Eserleri Kütüphanesi tarafından düzenlenen "Ana-Kız" temalı oyun yarışmasında Biblolar adındaki oyunuyla ödül aldı. Radikal gazetesi ve Pazartesi dergileri için yazılar yazdı. Emin Bey Pansiyonu adlı oyunu 199 Devlet Tiyatroları Tiyatro Oyunu Yarışması’nda üçüncülük kazandı.
Romanlarında gizem ve merak unsurunu koruyan yazar, karakterlerin iç dünyalarını yansıtırken psikolojik çözümlemelerden faydalandı. Gölgeler Çekildiğinde, Geceye Uyuyanlar, At Tutku Beni Öldürür müsün, Eflatun Koza isimli romanları olan yazar 1 Aralık 2009 tarihinde kanser nedeniyle yaşamını yitirdi.
Birgül’ün Kafka Kitap tarafından yeniden okurla buluşturulan Eflatun Koza isimli romanında kısa bölümler paylaşıyoruz.
EFLATUN KOZA
Hayat bazıları için zor, bazıları için kolay, bazıları için de hiçbiridir. Ben galiba zor ile hiçbiri arasında bir yerde duruyorum. Bunun başka bir karşılığı da olabilir; depresyona yatkın biri olmak gibi, vazgeçmiş biri olmak gibi, doğuştan ümitsiz biri olmak gibi. Bilmiyorum. Zaten konumuz da ne hayatın nasıl bir şey olduğu ne de “ben.” Anlatacağım, başkalarına ait bir hikâye. Nice hikâye gibi hayatıma benim isteğim dışında giren ve sonra da yakamı bırakmayan bir hikâye...
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdikten sonra iş bulmakta zorlanmadım. Babam memleketimizin büyük bir gazetesinin matbaasından emekli olmuştu. İşte ben de o gazetede “stajyer muhabir” olarak işe alındım.
Neredeyse bütün hayatım babamın hayranlıkla anlattığı, başkalarına ait “gazeteci serüvenleri” ni dinlemekle geçmişti. Belki de bu nedenle, kendim bile anlamadan onun kahraman gibi gördüğü gazetecilerinden birinin kimliğine bürünmüş olabilirim.
Bazen düşünüyorum: “Babam matbaacı değil de bir gazeteci olsaydı, yine böyle olur muydu?” Onun, yerin altında, suni ışıkla aydınlatılan büyük bir matbaada, önünden geçen haberleri, varlığını o haberleri yapanların yerine koyarak akıtması ve kendininkiyle kıyaslanmayacak heyecan dolu bir yaşam sürdüren gazetecilere kalbinde özel bir yer açması, gün boyu içinde olduğu gürültülü, kapalı, basık ortamın bir sanrısı mıydı acaba? Giderek bir beyin uyuşma hâli ya da?
Uzun yıllar evli kalmış çiftlerin birbirine benzediğini söylerler. Belki bir çocuk da aynı çatı altında yaşadığı bir babanın hayallerini zamanla üzerine geçiriyordur, kimbilir...
Böyle kolayca iş bulabilmek sanırım yerimde olan herkesi mutlu ederdi. Ama beni etmedi. Evdeki hayatımdan memnundum, bütün ömrümü o loş dört duvar arasında hiç şikâyet etmeden geçirebilirdim. Ama genç biriyseniz çalışmak nedense yapılması gerekenler listesinin birinci sırasında yer alıyor.
O güneşli yalancı şubat günü, büyük avlulu, çok katlı, adı kocaman yazılmış gazeteye girdim, asansörle dördüncü kata çıktım ve şöyle bir etrafıma bakındım. Gece yatarken ettiğim dualar yerini bulmamış olacak ki insan kaynayan, kocaman, duvarsız bir mekânın kıyısında duruyordum. Oysa ben, bunun mümkün olmadığını bilsem de kendime ait bir oda istemiştim!
Büyük alanların insan boyundan kısa panolarla bölünmesiyle oluşturulan, özel bir telefon görüşmesi yapamayacağım, başkalarının duyunca ayıplayacağı insani bir ses çıkaramayacağım ve hatta işten sıkıldığım zannedilmesin diye esnemeyeceğim bir ortamda çalışacaktım. Birileri böyle planlanmış yerlerin “hepimiz bir aileyiz” duygusu vermeyi amaçladığını, bunun da çalışma şevkini artırdığını söylemişti. Soyut önermeleri de hiçbir zaman anlamamışımdır zaten. Nasıl uydururlar? Ama bu tür saçma sapan yakıştırmaların öyle köklü, temeli sağlam bir yapısı var gibidir ki, aksini savunamazsın. Arkasında binlerce bilgi, araştırma, istatistiki veri yığılıymış sanırsınız. Ezicidirler, bu yüzden senin ağzından çıkan her itiraz zayıf, yetersiz, cahilce kalır o önermenin karşısında. Neyse, ben şunu bilir şunu söylerim: Eğer aranızda kan bağı yoksa bunca yabancıyla akraba olduğunuzu kimse iddia edemez.
Sonuç olarak benim için dayanılması güç bir yer olacaktı çalışacağım ortam. Kötü bir başlangıçtı, hayal kırıcı hatta. Varlığımın az sonra içinde küçücük bir yer işgal edeceği dördüncü katın camekânla ayrılmış bir köşeciğinde onca insanın amiri olan kabak kafalı, orta yaşlı, esmer biri oturuyordu. “Helal olsun,” dedim içimden. Böyle kalabalık bir ailenin reisi olmak kolay iş değildi doğrusu...
Sokaktaki yürüyüş ritmimi içeride de korumaya çalıştım. Ellerinde dosyalarla oradan oraya giden insanların yolumu keserek güven telkin eden görünüşümü bozmasına aldırmadan ilerledim. Bir tek kişi bile bana dikkatle bakmadı. Herkesin işi, acelesi vardı. Göreve yeni başlayan çaylağı kim önemserdi ki? Bütün gayretime, dolaşmadık mağaza bırakmamama rağmen dikkat çekici bir manto almayı becerememiş olmanın ezici duygusunu üstümden atamadan amirimin, camında “Ahmet Keskin” yazan kapısına ulaştım.
Ahmet Bey’in önünde kalın bir soya vardı. Kalemini hafifçe dosyanın kenarına vurarak, şaşkınlık verici bir şey okuyormuş gibi kaşları kalkmış, önündeki satırlara dikmişti gözlerini. Onun kendince bir melodisi olduğunu sandığım kalem tıkırtılarını bozmamış olmayı umarak hafifçe kapısına vurdum, başını kaldırdı, gülümsemeden “gel” işareti yaptı bana. Ritmini bozmuş muydum? Galiba.
Kendimi tanıttım. Sesim gerçekte olduğundan daha ince ve titrek çıktı. Gösterdiği yere oturdum, oda telefon açıp bir çay söyledi, “Çay değil de kahve içebilir miyim?” demek isterdim ama olmadı. Ahmet Bey hemen babamdan bahis açtı. Babamı hatırlıyordu; iyi bir personeldi. Erken ölmüştü. Yokluğu hissediliyordu gazetede. Onun kızı olduğum için gurur duymalıydım. Babamı düşündüm, sonra da onunla gurur duymanın ne kadar zor olduğunu...
Amirim hızlı hızlı konuşuyordu. Babamı bırakmış, gazeteye dönmüştü. Böyle bir yerde çalışmanın onurlandırıcı yönlerinden söz ediyordu şimdi de. Yerimde başka biri olsa göğsü kabarırdı ama amirimin sık sık yaptığına emin olduğum, benim de bütün eğitim hayatım boyunca benzerini defalarca işittiğim bu “tekrar” konuşma pek tesir etmedi bana.
Toplamda şunları söyledi: İş çoktu, eleman azdı, dolayısıyla neredeyse insanüstü bir gayretle çalışmak gerekiyordu. Bir şeyin altı kalın çizildiğinde söylenenin tam aksi doğrudur diye düşünürüm. Bakalım, kimin haklı çıkacağını göreceğiz.
Ahmet Bey’in içi rahattı, benim gibi genç ve zeki birinin kolayca işlerin üstesinden geleceğinden hiç şüphesi yoktu. Zeki olduğumu nasıl anladı bilmiyorum, başımı sallamaktan başka bir şey yapmamış ve arada “evet efendim”, “bence de”, “haklısınız” benzeri sözler dışında herhangi bir şey söylememiştim. Amirimin dediğine göre arkadaşlarım, yani sürekli hareket halinde olan onca karınca, çok çok yetenekli, akıllı, çalışkan ve sevgi doluydular.
(Syf 12-15)
(…)
O sabah hayatımı değiştirecek olan klasör geldi.
Masamda oturmuş, “sandalyemin ayarıyla ne kadar oynarsam diğer insanları görmem” diye uğraşırken hem de. Tatsız bir andı, ama zamanı geri almak mümkün değil.
“Bu kadar alçakta çalışmak zor değil mi?”
Ahmet Bey karşımda durmuş kabak kafasını kaşıyordu. Onu ilk gördüğümde anlamıştım, insanlarla gülmeden dalga geçen biriydi. Sinsi hatta. Hem sorusu ne kadar saçmaydı? Bir iş verilmiş miydi ki çalışayım? Hemen ayağa kalktım, o da boş ama sabahtan beri beşinci kez sildiğim pırıl pırıl masama koydu elinde klasörü.
Kısaca anlattı sonra: Kaybolan insanları konu alan yeni bir yazı dizisi hazırlığı vardı gazetede. Bana verdiği klasör, iki olayı kapsıyordu ve listedeki yaklaşık elli klasörden biriydi. Benim işim de iki dosyayı derinlemesine incelemek, orada adı geçenlerde konuşmak, olan biteni –tabii biraz da süsleyerek- hikâyelendirerek aktarmaktı. Dosyada atlanmış bir şey var mı bakacak, varsa yakalayacak, hayal gücümü işletecek, ama abartmayacak ve sonunda okuyana dudak ısırtan bir yazı kaleme alacaktım. İki ay zamanım vardı. İki ayın sonunda herkes çalışmasını bitirip teslim edecekti Ahmet Bey’e. Yazıların bazıları elenecekti, her kaybolanın büyük, çarpıcı ve esrar dolu bir hikâyesi olmayabilirdi, işte onlar, “herhangi” hayatlar, kaybolanların sıradan yaşanmışlıkları, kendi karanlığında yitip gidecek, bir daha hatırlanmamak üzere unutulacaktı. Ahmet Bey tam böyle dememişti ama ben, o konuşurken işimi çoktan benimsemiş, onun söylediklerini kafamda canlandırmaya başlamıştım bile.
Bir de siyasi kayıp hikâyeleri vardı ki, onlar daha baştan elenmiş, elli dosyanın içinde yer almamışlardı. Emniyet bu şartla dosyanın kopyalarının alınmasına izin vermişti zaten. Ağzının derinlerinde, çürük bir dişin varlığını göstererek sırttı Ahmet Bey, sonra bir an durdu, elini hafifçe önümdeki klasöre vurdu.
“Yalnız dosyanın bazı eksiklikleri var. Okuyunca göreceksin. Mesajlaşma kayıtları kaybolmuş. Biraz işin zorlaşacak ama artık çok da uçmadan bir şeyler bulursun konuya girince. Ha?
Bir şeyler… Ahmet Bey’e bakmadan başımı salladım. O anlatmaya devam ediyordu. Yaklaşık iki-üç aya yayılması düşünülen “Kaybolanlar” yazı dizisi çok ses getirecekti, bundan emindi. Belki sonra kitaplaşabilirdi bile yazılarımız.
Ahmet Bey’in sesindeki canlılık, böyle bir kitabın kapağında “Yayına Hazırlayan: Ahmet Şimşek” yazısını parlatırken, o hevesle anlatmaya devam ediyordu: Her hikâye üç ila dört gün sürecekti. Yazımı buna göre planlamam gerekiyordu. Eğer yardıma ihtiyacım olursa Aslı bana destek olacaktı. Dosya hakkında bilgi sahibiydi.
O sırada bilmiyordum, meğer masamdaki dosya önce Aslı’ya teklif edilmiş, ama o hikâyeyi beğenmeyip iade etmiş, yerine kaybolan avukatın dosyasını almıştı.
Ahmet Bey çıkmadan Aslı’ya kısaca gülümsedi. Bu kez çürük dişini göstermeden ama...
Aslı’nın gözü üzerimdeyken ben de işine hevesle sarılan muhabir havası yaratmaya çalışarak klasörün kapağına baktım. Kapağın sol üst köşesinde “İstanbul Asayiş Bölge Müdürlüğü Kayıp Şahıslar Büro Amirliği” yazıyordu.
Başlık ise şöyleydi: “Çağla Akışlı-Irmak Dereoğlu”
(Syf 21-23)