Celil Oker: Son Ceset

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Celil Oker ile devam ediyor.

29 Ağustos 2024 - 10:39

CELİL OKER (1952- 5 Mayıs 2019)

1952 yılında Kayseri’de doğdu.  Ortaokulu Talas Amerikan Ortaokulu'nda tamamladı. Ardından Tarsus Amerikan Koleji'ni bitirdi.  Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olduktan sonra, ansiklopedi ve reklam metin yazarlığı, çevirmenlik, gazetecilik yaptı. 1998 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı.

1999 yılının Nisan ayında ilk romanı Çıplak Ceset yayımlandı. Aynı yılın ekim ayında da Kramponlu Ceset çıktı. Çıplak Ceset Polisiye Roman Yarışması'nda birinciliği kazandı. Her iki romanın kahramanı olan eski pilot, yeni dedektif Remzi Ünal'ın maceralarını anlattığı toplam 9 roman yazdı.  Oker ayrıca, 2004 yılında Murathan MunganPınar KürFaruk Ulay ve Elif Şafak ile birlikte Beşpeşe isimli bir roman projesine katıldı. Beşpeşe, her yazarın bir önceki yazarın bıraktığı yerden hikâyeyi devam ettirdiği, böylece imece usûlü yazılmış bir romandır

5 Mayıs 2019'da İstanbul'da hayatını kaybetti. Yazarın Altın Kitaplar tarafından yayımlanan “Son Ceset” isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz

SON CESET

Dünyada hemen herkesin, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşündüğü günler yaşıyorduk. MS Flight Simulator’a elimi sürmek de, belki aynı nedenlerle, epeydir içimden gelmiyordu. Hoş, ben hep Chicago’da dolaşırdım ya, New York da çok uzak değildi.

İçimdeki yalancı uçmak duygusunu bastırdım. Tahminimden kolay oldu.

Daha çok uyumak, antrenmanlara gitmek, hiçbir haber kanalın da dokuza sayana kadar durmamacasına zap yapmakla geçiyordu günlerim. Dünyanın haline üzülmem gerekiyorsa, Fox Sports’a takılıyordum. Gazetemi geç getirdi diye bakkalın çırağını azarlamaktan çoktan vazgeçmiştim.

Evden çıktığımda yürüyordum. Otomobille gidilecek kadar uzak yerlere gitmiyordum.

Eve döndüğümde telesekreterde not falan bırakmış birileri var mı yok mu diye bakmıyordum. Baksam da yoktu arayan zaten. Adım vermeden yardım isteyen kadın bile terk etmişti beni. Antrenman sonrası kahvaltıları da ben terk etmiştim. Reklamcı arkadaşımın yüzü asıktı. Bankacının ondan da asık. Tekstilcinin de. Sanki sözleşmiş gibi sertleşmiştik teknikleri uygularken. Bileğimiz sık sık gereğinden şiddetli biçimde kıvrılıyordu arkaya doğru. Yüzümüz buruşuyor, ama uyarmıyorduk uke’mizi “yavaş ol lan!” diye. Sıra bize geliyordu nasıl olsa. Sıra bize gelince dünyaya öfkemizi karşımızdakinden alıyorduk.

Bankaya her zamankinden daha sık uğramaya başlamıştım. Yatırmak için değil ama, çekmek için.

Başka derdimiz, yok gibi kış erken başlamıştı. Önce ufak ufak bir iki yağmurla ayakkabılarımızın tabanında delik olup olmadığını test etmiş, işi gücü olmayanlara evde oturmanın asaletini hatırlatmıştı. Doğrusu şikâyetim yoktu yağmurdan. Kanallar arasında dolaşmaktan sıkıldığımda, elimde kahve fincanım, pencerenin yanma oturuyor, bacağınım teki kaloriferin peteklerine yapışmış yanarken dışarıyı seyrediyordum. Yağmurda dışarısı güzel görünüyordu. Kar altında daha güzel görünecekti, emindim.

Otomobilimi bakıma götürmek gerekiyordu, boş vermiştim. Gündüz uykularımı bölen apartman içi gürültülere bile kızmıyordum. İntikamımı apartman aidatmı ödememekle alıyordum. Allah’tan yalnız değildim bu konuda apartmanın yarısı benim yaptığımı yapınca, yönetici asker emeklisi dostum akşamlan uğrayıp çöpü alan kapıcıyı işten çıkarmıştı ilk tasarruf tedbiri olarak. Doğalgaz faturası geldiğinde ne yapacağını bilmiyordum. On beş günde bir gelen temizlikçi kadın yevmiyesini artırmış, ben de kendisine kapıyı göstermiştim.

Çok sıkıldığımda sinemaya gidiyordum Akmerkez’e. İlk matinelerde yaşlı kadınlarla, öğleden sonraları okuldan kaçmış liselilerle film seyrediyordum.

Kapının zili banyoda, tıraş olsam mı, olmasam mı diye aynada yüzümü dördüncü kez incelerken çaldı.

Kapımın zilini çalanların sayısı, televizyondaki aklı başında programların sayısından azdır.

(…)

Üçüncüsüne izin vermeden diyafonun düğmesine bastım. Kapıyı açmaya yarayan düğmeye değil, sesimi aşağıya yollayana.

“Kim o?” dedim pazarlamacılarla, anketçilerle, denemem için kapıya şampuan bırakan promosyoncularla hiç ama hiç ilgilenmediğimi belli etmeye çalıştığım bir sesle.

“Remzi Ünal’ın evi mi ?” dedi diyafon hoparlörünün tenekeleştirdiği bir kadın sesi.

Pazarlamacılar, anketçiler, promosyoncular adımı bilmezdi.

“Evet?” dedim. Cevabımın sonundaki soru işaretini iyice belirginleştirdim.

 “Yukarı gelebilir miyim ?” dedi kadın.

 “Niye?” dedim.

Bir an sessizlik oldu.

 “Bir iş için sizinle görüşmek istiyorum” dedi kadın.

Yüzümde gezdirdiğim elime iki günlük sakallarım battı.

 “Adresimi veren, telefonumu vermedi mi?” dedim.

Kadın hazırlıklıydı.

“Önemli işleri yüz yüze görüşmekte fayda var.”

Kafamı çevirip salonun kapı aralığından görülebilen manzarasına baktım.

 Dört katı çıkması için gerekli süreyi kafamdan geçirdim. Merdivenleri koşarak çıkmayacaksa mesele yoktu. Cevap yerine aşağıdaki kapıyı açan düğmeye bastım. İçimden ağır ağır sayarak işe koyuldum.

(…)

Kapımın gözetleme deliğine yüz vermeden açtım sonuna kadar.

Hayır, kadını tanımıyordum.

İlk bakışta, düşmanınız olması yerine, sizin tarafınızda olmasını tercih edeceğiniz bir kadına benziyordu.

Gençliğini epeyce önce geride bırakmanın artırdığı bir çirkinliği vardı. Hangi gelişmiş şampuanı kullanırsa kullansın hacimden yoksun saçları omuzlarına varmıyordu. Gereğinden büyük burnu yüzüne egemendi. Dudakları hayatta pek az beğeneecek şey olduğunu belirtmek ister gibi büzülmüştü. Gözlerinde kararlı, ama bir o kadar da hain pırıltılar gördüm. Üst katımda oturmasını tercih etmezdim doğrusu. Apartman yöneticisi olmasını hiç.

Ben onu incelerken, o da beni inceledi.

(…)

“Remzi Bey ?” dedi bana konuşma fırsatı vermeden. “Adım Muazzez. Muazzez Güler. Rahatsız etmiyorum ya?”

Yorum yapmadım.

 “Girsenize” dedim kapıdan çekilip.

(Syf 11-15)

Kadıköy Meydanı'nda, Haldun Taner Sahnesi'nin önünde indim taksiden.

Cadde vızır vızırdı. Otobüsler, otomobiller, taksiler bağırıyordu. Arka tarafta balıkçılar bağırıyordu. İleride minibüsçüler bağırıyordu. Simit, ayran, lahmacun ve otobüs bileti satanlar bağırıyordu.

Kendime bir trafik ışığı aradım karşıya geçmek için. Bulunca o yana yürüdüm.

Postanenin önünde bağırışlar daha da arttı. Herkes bir şey satıyordu. Yerlerde korsan kitaplar yığılıydı. Korsan kitap satıcıları sessizdi. Fiyatlar konuşuyordu onların yerine. Gümüş takı, geçici dövme ve dinlemekten bıkılmış CD satanlar müşteri beklemekten çok daha başka şeylerle meşgulmüş gibi duruyorlardı. Eski okul kitabı satanlar daha hevesliydi satış yapmaya.

Kalabalığın arasından sağa sola bakarak ilerledim. Akmar Pasajı'na gelince içeri girdim. Sağa sola bakarak yürüdüm. Ben pasajın içinde ilerledikçe benimle birlikte tedirgin bir sessizlik peşim sıra geliyordu. Allah'tan tenhaydı ortalık. Gözünün kenarına piercing yaptırmış bir delikanlıya gülümsedim. Asık suratı daha da asıldı oğlanın.

Pasajın öbür yanından bir alt sokağa çıktım. Burası daha sakindi. Muazzez Güler'in evimden çıkmadan önce çıkmadan önce yazdığı kâğıttaki adres bu sokağın ortalarında bir yerde olmalıydı. İkinci katta.

Çift numaraların olduğu tarafa bakarak yürüdüm. Beş kapı ilerde tespit ettim aradığım binayı. Omuzlarımı dikleştirdim.

Oğlunun SinanComp’tan aldığı bilgisayardaki ekran kartının çalışmadığı biriydim belki. Uzun süren vızıltılarına dayanamayıp işi yerinde çözmeye geliyordum sabah sabah. Belki başka bir alacaklının avukatıydım. Belki Sinan Bozacıoğlu’nun evlenme vaadiyle kandırdığı bir kızın babası.

Bir yandan yürürken bir yandan hızla kestim binayı. Dar, ince uzun, Kadıköy’ün Kadıköy olduğu zamanlardan kalmışa benzer bir yapıydı. Dışarıdan anladığıma göre dört katlıydı. Girişin bir yanında çok sonradan eklenmiş, müze vitrinlerine benzeyen bir vitrin vardı. Bir sürü bilgisayar oyununun posteri, bilgisayar parçası kutuları, iki joy stick vardı vitrinde. Vitrinin tabanında serili iki parça bilgisayar çıktısı, bir araya gelip SinanComp’un ikinci katta olduğunu müjdeliyordu. Girişin öbür yanında daha sahibinin gelip açmadığı bir sahaf dükkânı vardı.

Binanın tam karşısındaki nispeten yeni yapının alt katındaki rakip sahaf dükkânı açılmıştı oysa. Küçük vitrinin ön tarafını üstü kesilmiş, içi tıklım tıkış eski kitaplarla dolu koliler kaplamıştı. Bir üst kattaki turizm acentesi tabelasında THY yetkili satıcısı olduğunu ilan ediyordu gururla.

(Syf 87-88)

Dönüş vapurunda kapalıda oturdum.

İskeleye yakın gazete bayilerinden birinden aldığım dergiyi okudum yol boyunca. Kafamı kaldırıp çevreme bakmadım. Sigara da içmedim. Paketimi SinanComp'ta unutmuştum. İyi de olmuştu. Sigara içmek aklıma geldikçe derin derin nefesler aldım. Cebimdeki mobil diski yokladım arada sırada. Ucundaki anahtarın nereye ait olduğunu hiç merak etmedim. Çok sağlam bir kilidin anahtarı değildi. İçindekiler çok gerekliyse biraz zorlardınız kenarından, açılıverirdi.

Bir ara Yıldız Turanlı'yı düşündüm.

Bir arkadaşı vardı. Çok iyi bir arkadaşı. Öldürmüşlerdi. Çok ağlamamıştı arkasından. Ya da ben görmemiştim ağlarken. Göstermemişti. Yalnız ağlamış olmalı.

Yıldız Turanlı'nın arkadaşını öldüren Nimet Çankaya'nın ağlayabileceğini düşünmek için insan dizi film senaristi olmalıydı ancak. Çuval dolusu paranın yanından geçip gitmesine katlanamayan ihtiraslı bir kadındı. Gözlerinde bir iki damla yaş belirmişse kaçmak isterken yediği tokadın acısından belirmiştir. Şimdi afla çıkmış olmalı.

Dilek Aytar, Ortadoğu ve Balkanlar'ın en güzel kadınıydı. Diğer kadınları Ortadoğu ve Balkanlar'ın en güzel giyinen kadınları yapmak işinde çalışırdı. Öldürülmesine katkıda bulunduğu rüzgârın oğlu solaçığın arkasından ağladığını hiç sanmıyorum. Maçı seyrettiğimiz uyduruk şeref tribününden kaçarak, nasıl oldu da yakayı ele verdim diye kendisi için ağlamıştır ağlamışsa. Şimdi afla çıkmış olmalı.

Bir de manken Zuhal vardı. Hiçbir televizyon kamerasının gösteremeyeceği beden parçasına ateş etmişti hayatını karartan adamı öldürürken. Ağlamak yerine kusmuştu alafranga yemeklerin şarap eşliğinde yenildiği masanın ortasına. Şimdi afla çıkmış olmalı.

Bak Rıza Sofuoğlu ağlamıştır. Bir kere ben bile görmüştüm ağladığını. Çekip giden gençliğine ağladığını düşünmüştüm. Oysa vicdanı ağlıyormuş. Her şeyin ortaya döküldüğü o tuhaf doğum günü partisinin verildiği kafeden çıktıktan on adım sonra yeniden ağlamaya başladığından adım gibi eminim. İçeride ölmediyse şimdi afla çıkmış olmalı.

Kadir Güler ağlamış mıdır acaba karısının arkasından ben görmeden?

Hatice abla ağlamıştır, yüzde yüz eminim. Ya Koray Şimşek ağlamış mıdır? Cenk Bozer ağlamış mıdır? Herhalde ağlamıştır. Sinan Bozacıoğlu ağlamış mıdır? Selma Akar ağlamış mıdır? Dedeman Oteli’nin havuzunda giyinik oturan Kudret ağlamış mıdır? Kardeşi ağlamış mıdır ? Karamsar Bar’daki montlu oğlan ile atkuyruklu oğlan ağlamış mıdır? Beni kapıdan içeri almak istemeyen salak ağlamış mıdır? Hüseyin ağlamış mıdır? Ağababa ağlamış mıdır? Emre Bey ağlamış mıdır? Yılan ağlamış mıdır? Mr. T ağlamış mıdır? Kruvaze lacivert takım elbise giyen adam ağlamış mıdır? Uykulu bakışlı barmaid ağlamış mıdır? Tekirdağ’da birileri ağlamış mıdır? Dergiyi oturduğum sıraya bıraktım vapurdan Beşiktaş’ta inerken. Çay satın almadığım çaycı okurdu belki vapurun yeniden kalkmasını beklerken.

(Syf 238-240)

 

Etiketler; Celil Oker

ARŞİV