Charles Bukowski: Ekmek Arası

Charles Bukowski’nin Metis Yayınları tarafından yayımlanan “Ekmek Arası” isimli romanından bir bölümü okuyucularımızla paylaşıyoruz

16 Nisan 2020 - 08:53

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak...

Keyifli okumalar diliyoruz.

CHARLES BUKOWSKİ (16 AĞUSTOS 1920 – 9 MART 1994)

Asıl adı Heinrich Karl Bukowski olan yazar ve şair 1920 yılında Almanya’da doğdu. İki yaşındayken ailesiyle birlikte ABD’ye, Los Angeles’a göç etti. İlk öyküsünü 24 yaşındayken yayımlayan Bukowski, 35 yaşında şiir yazmaya başladı. Bukowski'nin şiir ve öykülerini toplayan 45 kitap yayımlanmış, yapıtları çeşitli dillere çevrilmiş, öykü ve şiirleri dünyanın pek çok ülkesinde dergilerde yer almıştır. Ülkemizde ilk kez Sokak dergisinde çıkan öyküleriyle tanıştığımız Bukowski'nin yapıtları arasında en başta şunları sayabiliriz: Barfly filminin senaryosu (1987), The Roominghouse Madrigals: Early Selected Poems 1946-1966 (1988), Pansiyon Manzumeleri (Parantez, 2000); Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi (Parantez, 2000); Suda Yan Ateşte Boğul (Parantez, 1999); Ölüler Böyle Sever (Parantez, 1999); Kadınlar (Arion, 1994); Hollywood (roman, 1989; YKY, 1992); Post Office (1971, Postane, İmge, 1993). 

Bukowski’nin Metis Yayınları tarafından yayımlanan “Ekmek Arası” isimli romanından bir bölümü okuyucularımızla paylaşıyoruz.  Ekmek Arası, Bukowski’nin otobiyografik romanı olma özelliğini taşıyor.

EKMEK ARASI (Bölüm 44)

Önümde uzanan yolu görebiliyordum. Yoksuldum ve yoksul kalacaktım. Para değildi özellikle istediğim. Bilmiyordum ne istediğimi. Hayır, biliyordum. Saklanabileceğim, saklanıp hiçbir şey yapmak zorunda kalmayacağım bir yer istiyordum. Bir şey olma düşüncesi beni korkutmakla kalmıyor, hasta ediyordu. Avukat, danışman, mühendis veya benzer bir şey olmayı düşünmek bile olanaksızdı benim için. Evlenmek, çocuk sahibi olmak, aile kurumunun kafesine girmek. Her sabah aynı işe gidip akşam dönmek. Olanaksızdı. Aile pikniklerine katılmak, Noel, 4 Temmuz, İşçi Bayramı, anneler günü... Bu tür şeylere katlanmak için mi dünyaya geliyorduk? Bulaşıkçılık yapmayı, akşamları küçük odamda içki içip sızmayı yeğlerdim.

Babamın müthiş bir planı vardı. “Oğlum, insan yaşamında bir ev sahibi olmak için çalışmalı. Ölünce ev oğluna kalır. Oğlu da bir ev sahibi olup ölür ve evleri oğluna bırakır. Etti iki ev. Sonra onun oğlu bir ev sahibi olur, etti üç ev…” Aile yapısı. Aile yapısının düşkünlüğe karşı zaferi. İnanıyordu buna. Aileyi al, içine biraz Tanrı ve Vatan karıştır, günde on saat çalışacağın işi de kat, işte buydu gerekli olan. Babama, ellerine, yüzüne, kaşlarına bakınca benimle hiçbir ilgisi olmadığını görüyordum. Bir yabancıydı. Annemse yok gibiydi. Lanetliydim. Babama bakınca edepsiz bir sıkıcılıktan başka bir şey göremiyordum. En kötüsü başarısızlıktan herkesten daha çok korkmasıydı. Birkaç asırlık köylü kanı ve eğitimi. Chinaski’lerin kanı, küçük ve hayali kazançlar için gerçek yaşamlarını feda eden bir köylü-uşak zinciri ile bozulmuştu. Aralarında, “Ben bir ev istemiyorum, bütün evleri istiyorum, hemen” diyecek kadar cesur bir tek kişi çıkmamıştı. Ben zengin çocukların patinaj çekerek parlak renkli elbiseler giymiş kızları götürmelerini izlerken, o beni onların elit havası belki bana da bulaşır düşüncesiyle yollamıştı o liseye. Yoksulların genellikle yoksul kaldıklarını öğrenmiştim oysa. Zenginlerin yoksullardan gelen pis kokuyu aldıklarını, bunu biraz da eğlendirici bulmayı öğrendiklerini. Gülmek zorundaydılar, çok korkunç olurdu yoksa. Bu şekilde davranmayı öğrenmişlerdi. Asırların deneyimine sahiptiler. Kahkahalar atan çocukların parlak arabalarına bindikleri için asla affetmeyeceğim o kızları. Ellerinde değildi tabii ki, ama yine de belki diye düşünüyor insan... Ama hayır, belkiler filan yoktu. Varlıklı olmak zafer demekti ve zafer tek gerçekti. Hangi kadın bir bulaşıkçıyla yaşamayı seçer? Lise yaşantım boyunca ilerde ne olacağımı düşünmemeye çalıştım. Bu düşünceleri geciktirmek daha cazipti. Mezuniyet balosu gelip çatmıştı. Kızların jimnastik salonunda yapılıyordu, canlı müzik, gerçek bir orkestra. Neden yapmıştım bilmiyorum ama yürüdüm o gece oraya, evden beş kilometre. Karanlıkta, dışarda durup demir parmaklıklı pencereden içeri baktım ve şaştım kaldım. Kızlar büyümüşlerdi sanki, gösterişli ve hoştular, uzun tuvaletlerin içinde harikulade görünüyorlardı. Tanıyamamıştım onları neredeyse. Smokin giymiş çocuklar da iyi görünüyor, kollarının arasındaki kızlarla dimdik dans edip yüzlerini kızların saçlarına değdiriyorlardı. Çok güzel dans ediyorlardı. Müzik yüksek, net, güzel ve güçlüydü.

Onlara bakan görüntümün camdaki yansımasını yakaladım birden - yüzümde çıbanlar ve yaralar, üstümde buruşuk bir gömlek. Işığın cazibesine kapılıp içeri bakan vahşi bir hayvanı andırıyordum. Neden gelmiştim? Kendimi iyi hissetmiyordum. Ama sürdürdüm içeri bakmayı. Dans sona erdi. Bir boşluk olmuştu. Çiftler rahat tavırlarla konuşuyorlardı. Doğal ve medeniydiler. Bu şekilde konuşup dans etmeyi nerde öğrenmişlerdi? Ben yapamıyordum. Herkes benim bilmediğim bir şeyler biliyordu. Kızlar o kadar güzel, erkekler o kadar yakışıklı görünüyorlardı ki. O kızlardan birinin yüzüne bakmak bile beni korkuturdu, yanak yanağa olmayı hayal bile edemezdim. O kızlardan biriyle gözlerine bakarak dans etmek beni aşardı. 

Ama yine de gördüklerimin göründüğü kadar basit ve hoş olmadığını biliyordum. Bütün bunlar için ödenen bir bedel, kolaylıkla inanılabilir bir yapaylık vardı. Çıkmaz sokağa atılan ilk adım olabilirdi bu. Orkestra çalmaya başladı, kızlarla oğlanlar dans ediyorlardı yine. Önce altın sarısı, sonra kırmızı, mavi, yeşil ve tekrar altın gölgeler saçan ışıklar dönmeye başladı. Onları izlerken, bir gün benim dansım başlayacak, dedim kendi kendime, o gün geldiğinde onlarda olmayan bir şeye sahip olacağım.

Sonra tahammül edilmez oldu benim için. Nefret ettim onlardan. Güzelliklerinden, sorunsuz gençliklerinden nefret ettim. Sihirli ışıkların altında birbirlerine sarılmış dans ederken kendilerini çok iyi hisseden bu, geçici olarak şanslı, zedelenmemiş küçük çocukları izlerken onlardan nefret ettim çünkü henüz bende olmayan bir şeye sahiptiler ve kendi kendime sürekli, bir gün ben de sizin kadar mutlu olacağım, göreceksiniz, diyordum. 

Onlar dans ederken ben bu sözleri tekrarlıyordum. Sonra bir ses duydum arkamda. 

“Hey! Ne yapıyorsun?”

 Elinde bir el feneri ile yaşlı bir adam duruyordu karşımda. Kafası bir kurbağa kafasını andırıyordu. 

Dansı izliyorum.

“El fenerini burnunun altına kaldırdı. Gözleri iri ve yuvarlaktı, ay ışığında bir kedinin gözleri gibi parlıyorlardı. Ama ağzı buruşmuş, çökmüştü, başı da yuvarlaktı. Bir balkabağını andıran kendine has bir yuvarlaklık. 

“Defol git burdan!”

El fenerini üstümde gezdirdi. 

“Kimsin sen?” diye sordum. 

“Gece bekçisiyim. Polis çağırmadan defol burdan!”

“Neden? Mezunların balosu bu ve ben mezunlardan biriyim.”

El fenerini yüzüme tuttu. Orkestra, “Koyu Mor” adlı parçayı çalıyordu.  

“S..tir!” dedi. “En az yirmi iki yaşındasın sen!”

“Yıllıkta resmim var, 1939 mezunu, Henry Chinaski.” 

“Neden dans edenlerin arasında değilsin?”

 “Boş ver. Eve gidiyorum.”

 “Öyle yap.” 

Uzaklaştım. Yürüyordum. El fenerinin ışığı yolumu aydınlattı, beni izliyordu. Kampüsü terk ettim. Sıcak ve hoş bir akşamdı, hatta biraz fazla sıcak. Birkaç ateş böceği gördüğümü sandım ama emin olamadım.


ARŞİV