CHARLES DICKENS (7 Şubat 1812 - 9 Haziran 1870)
Asıl adı Charles John Huffam Dickens olan eleştirmen, yazar, şair 7 Şubat 1812’de Portsmouth’ta John ve Elizabeth çiftinin oğlu olarak dünyaya geldi.
Orta sınıftan bir ailenin çocuğuydu, ama babasının borçları yüzünden hapse girmesiyle sefaletle tanıştı. Henüz 11 yaşında iken bir boya fabrikasında çalışmak zorunda kaldı. 15 yaşında bir avukatın yanında kâtip olarak çalıştı. Bir süre parlamento muhabirliği yaptı. l835’te liberal Morning Chronicle gazetesine stenograf olarak girdi ve aynı yıl “Boz” takma adıyla Bozun Karalamaları başlığıyla notlar yayımlamaya başladı.
1837'de yayımlanan Bay Pikvik'in Serüvenleri adlı kitabı onu dönemin en sevilen yazarı haline getirdi. Aynı yıl Oliver Twist adlı romanı Bentley's Miscellany dergisinde tefrika etmeye başladı.
Charles Dickens kitapları arasında otobiyografik denilebilecek bir niteliğe sahip Antikacı Dükkanı, 1840 yılında basıldı. Dickens, bu kitapta kendi geçmişine gönderme yaparak tıpkı kendi çocukluğunda olduğu gibi borç yüzünden farklı bir şehre sürüklenmek zorunda kalan Nell’in gözünden sanayileşme döneminin içler acısı ve sefil durumuna değinmişti.
1843 yılında yayımlanan ve Noel öyküleri barındıran Bir Noel Şarkısı (A Christmas Carol) adlı kitabı çok sevildi. 1859 yılında yayımlanan İki Şehrin Hikâyesi, Fransız Devrimi zamanlarında Paris ve Londra şehirlerinin karşılaştırmasını yaptı ve bu anlamda yazarın en iyi tarihî kurgu romanı konumuna erişti.
Charles Dickens eserleri arasında en önemli yere sahip diğer iki roman Büyük Umutlar ve Zor Zamanlar adlı kitaplardır. Büyük Umutlar, 1861 yılında basıldı ve sosyal eleştiri boyutunda hırs, ayrımcılık ve sınıflar arası uçurum derecesindeki farklılıkları inceledi. 1854 yılında yayımlanan Zor Zamanlar kitabı ise yine İngiliz toplumundan ve dönemin ekonomik baskısını anlatıyordu.
Dickens'in dönemin kapitalizminin başkenti olan Londra'daki hayata dair panorama sunan ve İthaki Yayınları tarafından okurla buluşturulan Müşterek Dostumuz isimli romanından kısa bir bölümü paylaşıyoruz.
MÜŞTEREK DOSTUMUZ
Şimdiki zamanlarda, tam senesi hususunda fazla hassasiyete lüzum yok, pis ve görünümü şaibeli bir tekne, içinde iki kişiyle, Thames Nehri’nde süzülmekteydi, demirden yapılmış Southwark Köprüsü’yle, taştan yapılmış Londra Köprüsü arasında, bir sonbahar akşamı nihayete ermekteyken.
Bu teknedeki iki kişiden birisi, çitişmiş kır saçlı, güçlü kuvvetli, yüzü güneşten kararmış bir adamla, kızı olduğu hemen anlaşılacak kadar ona benzeyen, on dokuz yirmi yaşlarında esmer bir kızdı. Kürekleri hiç zorlamadan çekiyordu kız; dümenin iplerini gevşekçe tutan ellerini pantolonunun beline sokmuş olan adam dikkatle etrafı gözlüyordu. Ne ağı, ne kancası ne oltası vardı, balıkçı olmadığı çok belliydi, teknesinde de, ne oturan müşteriler için yastık, ne boya, ne yazı ne de paslı bir çapayla bir ip kangalından başka bir aksesuar vardı, kayıkçı da olamazdı; teknesi yük taşıyamayacak kadar küçük ve dingildekti, mavnacı ya da nakliyeci de olamazdı; ne aradığına dair en ufak bir ipucu yoktu ama muazzam dikkatli bir bakışla her yeri tarıyordu. Gelgitin dönmesiyle birlikte bir saat önce çekilmeye başlamış suyun geniş sathındaki en ufak akıntıyı, en ufak girdabı yakalıyordu gözleri ve kızına verdiği talimatlarla, ya akıntıya teknenin burnunu veriyor ya da kıçını döndürüp sakıntının önü sıra gidiyordu. O nehri nasıl inceliyorsa, kızı da onun yüzünü öyle dikkatle inceliyordu. Ama kızın bakışlarının kesafetinde bir nebze korku ya da dehşet vardı.
Üzerini kaplayan balçık ve içini dolduran su yüzünden, nehri sathından ziyade dibine yaraşan tekne ve içindeki iki kişi, besbelli sıkça yaptıkları bir işi yapıyor, sıkça aradıkları şeyi arıyorlardı. Karman çorman saçlarını örtecek bir şapkası olmayan, esmer kolları omuzlarına kadar çıplak, açık bağrındaki saç sakal ormanı arasında gevşek düğümünden daha da gevşek bir mendil sarkan, üzerindeki kıyafet, teknesini kaplayan çamurdan dikilmiş gibi duran, bu yarı vahşi görünümlü adamın sabit bakışlarında, yine de iş icabı gibi bir hava vardı. Kızın en kıvrak hareketlerinde, bileğinin her bükülüşünde, belki en çok bakışlarındaki korku ve dehşette de öyle; alışılmış şeylerdi bunlar.
“Açığa al Lizzie. Burada gelgit kuvvetli. Kayığı akıntının dışına al”
Kızın becerisine güvendiğinden, dümene hiç el atmadan, yükselen sulara dalgın bir dikkatle baktı. Kız da ona. Ama tam o sırada, batan güneşin eğik ışınlarından biri teknenin dibine şöyle bir göz attı ve boğulmuş insan şeklini andıran bir lekeye dokunarak onu adeta sulanmış kan rengine boyadı. Kızın gözü buna takılınca ürperdi.
“Neyin var?” dedi adam, bütün dikkatiyle yükselen sulara baktığı halde kızın ürperdiğini anında fark etmişti; “Suda yüzen bir şey görmedim ben.”
Kırmızı ışık çekilmiş, ürperti kesilmişti; adamın bir anlığına tekneye dönen bakışları tekrar açıklara çevrildi. Kuvvetli akıntı nerede bir engelle karşılaşsa, gözleri orada bir an duraklıyordu. Her zincirde, her ipte, demirlemiş her kayıkta, akıntıyı geniş bir ok başı gibi yaran her mavnada, Southwark Köprüsü'nün ayaklarından uzanan çıkmalara, nehrin pis suyunu döven buharlı çarklarına, bazı iskelelerin etrafında yüzen birbirine bağlanmış kütüklere aç bakışlar fırlatıyordu parlak gözleri. Gittikçe kararan gökyüzü altında bir saat kadar geçmişti ki aniden dümenin iplerine asıldı ve kayığı Surrey sahiline çevirdi.
Gözlerini onun yüzünden ayırmayan kız da bu harekete küreklere asılarak cevap verdi anında; bunun üzerine kayık sertçe döndü, bir şeye çarpmış gibi titredi ve adam kayığın kıçından aşağı eğildi.
Kız, üzerindeki pelerinin kapüşonunu kafasına çekip yüzüne kadar indirdi, sonra da kapüşonun önündeki kıvrımlar nehre bakacak şekilde başını arkaya çevirerek akıntıyı kayığın arkasına aldı. O ana kadar tekne pek fazla yol kat etmemiş, neredeyse hep aynı noktada süzülmüştü; ama şimdi kıyı hızla akıyor, Londra Köprüsü'nün derinleşen gölgeleriyle yanan ışıkları geride kalıyor, iki tarafta da demirlemiş sıra sıra tekneler uzanıyordu.
Adamın belden yukarısı ancak bu sırada kayığa geri döndü. Kolları ıslak ve kirliydi, yan taraftan uzatarak yıkadı. Sağ elinde tuttuğu bir şeyi de nehirde yıkadı. Paraydı bu. Şöyle bir şıkırdattı, üzerine üfledi, sonra tükürdü- “şans getirir,” dedi sesi boğularak- sonra cebine koydu. “Lizzie!”
Kız yerinde sıçrayarak yüzünü ona çevirdi ve sessizce kürek çekmeye devam etti. Yüzü çok solgundu. Adamın kemerli bir burnu vardı ve o burun, o parlak gözler, o darmadağınık saçlarla alıcı kuşlara benziyordu.
“Çek şu şeyi yüzünden.”
Kız kapüşonunu indirdi.
“Ha şöyle! Kürekleri de bana ver artık. Gerisini ben götürürüm.”
“Hayır baba, olmaz. Yapamam baba!. Ona o kadar yakın oturamam!”
Adam yer değiştirmek için kıza doğru ilerliyordu ki kızın korku dolu serzenişi onu durdurdu ve yerine geri döndü. “Sana ne yapacak ki?” “Hiç, hiçbir şey. Ama dayanamıyorum.”
“Nehirden bile nefret ediyormuşsun gibi geliyor bana.”
“Pek- pek sevmiyorum baba.”
“Geçimin ondan değil sanki! Yemen içmen ondan değil!” bir an kürek çekmeyi bıraktı. Adamın dikkatinden kaçtı bu, çünkü teknenin arkasından çektikleri bir şeye bakıyordu.
“En iyi dostuna karşı nasıl bu kadar nankör olabilirsin Lizzie? Bebekken seni ısıtan ateş, kömür mavnalarının yanaştığı yerlerde nehirden toplandı. İçinde uyuduğun sepeti gelgit atmıştı sahile. Onu beşik yapmak için altına kestiğim tahtalar, geminin birinden karaya vurmuştu.”
Lizzie sağ elini kürekten çekip dudaklarına dokundurdu ve bir an sevgiyle babasına uzattı; sonra konuşmadan kürek çekmeye devam etti, çünkü onlarınkine benzeyen ama biraz daha bakımlıca olan başka bir tekne, karanlıklardan çıkıp yanlarına yanaşmıştı.
“Yine şansın yaver gitti ha, Gaffer?” dedi kayıkta tek başına kürek çeken adam, kem bakan gözlerini kısarak “Uzaktan geldiğini görünce dümen suyundan şansının yaver gittiğini anladım.”
“Yal” dedi öteki soğuk soğuk. “Sen de çıktın ha?”
“Evet, ortak”
Artık nehrin üzerine belli belirsiz, sarı bir ay ışığı vuruyordu. Yeni gelen, kayığını yarım boy geriye alarak, öteki teknenin arkasından çektiği şeye dik dik baktı.
“Kendi kendime dedim ki,” diye devam etti, “seni görür görmez dedim ki 'Bu gelen Gaffer, yine şansı yaver gitmiş, dinime imanıma!' Kürek çarptı orttak - hemen huzursuz olma - ona dokanmadım.” Gaffer'ın küçük, sabırsız bir hareketine karşılık söylemişti bunları; bir taraftan da o yandaki küreği sudan çıkarıp Gaffer'ın teknesinin küpeştesine tutunmuştu.
“Seçebildiğim kadarıyla ona dokunan dokunmuş Gaffer! Epey bir gelgit geçirmiş, oradan oraya savrulmuşa benziyor, di mi orttak? Bu da benim talihsizliğimi gösterir! Geçen sefer yanımdan geçip gitmiş herhalde çünkü aha şu aşağıdaki köprünün ayakları dibinde erketeye yatmıştım. Seni akbabaya benzetesim var, ortak, kokusunu mu alıyorsun ne.”
Kapüşonunu tekrar başına çekmiş olan Lizzie'ye de bakmayı ihmal etmeden alçak sesle konuşuyordu. Adamların ikisi de tuhaf, tekinsiz bir ilgiyle Gaffer'ın teknesinin arkasına bağlı olan şeye bakıyordu.
“Aramızda ayrı gayrı mı var? Onu benim tekneye alayım mı orttak?”
“Hayır,” dedi öteki. Ses tonu öyle haşindi ki, diğer adam boş boş baktıktan sonra bu çıkışa şöyle mukabele etti:
“Yediğin bir şey midene filan mı dokundu orttak?”
“Evet, nerden bildin,” dedi Gaffer. “Şu Orttak kelimesinden biraz fazlaca yuttum. Ortağın filan değilim ben senin.”
“Ne zamandır ortağım değilmişsiniz, Gaffer Hexam Hazretleri?”
“Adam soymakla suçlandığından beri. Canlı bir adamı soymakla!” dedi Gaffer büyük bir öfkeyle.
“Ya ölmüş bir adamı soymakla suçlansaydım, Gaffer?”
“Öyle şey olmaz.”
“Olmaz mı, Gaffer?”
“Hayır. Ölü adamın para neyine. Ölmüş adamın parası olması mümkün mü? Ölmüş bir adam hangi dünyaya aittir? Para hangi dünyaya ait? Bu dünyaya. Cesedin nasıl parası olurmuş? Bir ceset paraya sahip olabilir mi, para isteyebilir mi, harcayabilir mi, üzerinde hak iddia edebilir mi, kaybedebilir mi? Doğruyu yanlışı birbirine karıştırmaya çalışma öyle. Ama canlı bir adamı soyan sinsi birinden her şey beklenir.”