Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta feminist yazar Charlotte Perkins Gilman ile devam ediyor.
CHARLOTTE PERKINS GILMAN (3 Temmuz 1860- 17 Ağustos 1935)
1860’da Amerika’da doğan Charlotte Perkins Gilman, döneminin önde gelen feminist aktivist ve sosyologlarından biri olmasının yanı sıra roman, öykü, şiir ve deneme yazarıydı.
Feminist edebiyatın en önemli erken dönem temsilcilerinden olan Gilman, kadın hakları eylemcisi olarak oy hakkı toplantılarında, mitinglerde konuşmalar yaptı. Kadınları ekonomik bağımsızlıklarını elde etmeye çağıran, özgün sosyal reform teorilerini içeren Kadınlar ve Ekonomi adlı makalesi 1898 yılında yayınlandı.
1909’dan 1916’ya kadar The Forerunner (Öncü) isimli bir dergi çıkardı. Dergide pek çok editoryal yazı, eleştirel makale, kitap incelemesi, deneme, şiir, öykü ve tefrika roman kaleme aldı. “Feminist ütopya üçlemesi” olarak bilinen eserlerini bu dergide paylaştı: Moving The Mountain (Dağı Taşımak, 1911), Herland (Kadınlar Ülkesi, 1915), With Her in Ourland (Onunla Bizim Ülkede, 1916).
Sıradışı yaşam tarzı ve ütopik feminist ideolojisiyle kendisinden sonra gelen feministler için önemli bir emsal teşkil eden yazarın en bilinen ve otobiyogrofik eseri “Sarı Duvar Kağıdı”dır.
Charlotte Perkins Gilman’ın İthaki Yayıınları tarafından okurla buluşturulan Kadınlar Ülkesi kitabından kısa bölümleri paylaşıyoruz.
Feminist ütopyanın ilk örneklerinden olan ve 1915’te yayımlanan Kadınlar Ülkesi sadece kadınların yaşadığı; rekabet, cinsiyet ayrımı, cinsiyete dayalı iş bölümü, yoksulluk, savaş gibi olguların olmadığı ütopik bir ülkeyi ve bu ülkeye keşif yapan Vandyck, Jeff ve Terry adındaki üç erkeğin bu ülkede yaşadıklarını mizahi bir dille anlatır.
KADINLAR ÜLKESİ
Önce rehberlerimizin arasında geçen konuşmalar ilgimi çekmişti. Dile yatkınlığım vardır, birçok dil bilir, yenilerini de çabuk öğrenirim. Hem bu sayede hem de bizimle gelen harika tercümanın yardımıyla bölgede dağınık halde yaşayabilen kabileler hakkında birçok masal ve halk efsanesi öğrendim.
Nehrin yukarısına doğru ilerlerken birbirine dolanmış karanlık ırmakların, göllerin, bataklıkların, sık ormanların ve ötede heybetle yükselen dağlardan gelip beklenmedik kuytularda patlak veren kaynakların arasından geçtikçe yabani rehberlerimizin giderek daha fazlasının yukarılarda kalan, esrarengiz ve korkunç bir Kadın Ülkesi’nden bahsettiğini fark ettim. Yön konusunda yalnızca “Ötede”. “Orada” veya “Yukarıda” diyebiliyorlardı ama anlattıkları efsanelerin hepsi aynı noktada birleşiyordu, hiçbir erkeğin yaşamadığı, yalnızca kadınların ve kız çocuklarının bulunduğu garip bir ülke vardı.
Hiçbiri bu ülkeyi gözleriyle görmemişti. Oraya gitmek erkekler için tehlikeli hatta ölümcüldür diyorlardı. Ama çok uzun yıllar öncesinden, cesur bir araştırmacının gidip bu ülkeyi gördüğüne dair hikâyeler anlatılırmış, Kocaman Bir Ülke, Kocaman Evler, Birçok İnsan, Hepsi de Kadın.
Bir daha hiç kimse buraya gitmemiş miydi? Tabii ki gitmişlerdi, bir sürü kişi gitmişti hem de ama hiçbiri geri dönmemişti. Burası erkeklere göre bir yer değildi, bundan eminlerdi işte.
Bunları bizim çocuklara anlattım, güldüler. Ben de güldüm haliyle, yabani rüyaların konusunu iyi biliyordum.
Ama ulaşabileceğimiz en uç noktaya ulaştığımızda ve vakti geldiğinde bütün iyi kâşiflerin yapması gerektiği gibi eve dönüş yoluna çıkmamızın bir önceki günü, üçümüz bir keşifte bulunduk.
(Syf 9-10)
(…)
Yiyecek içeceğimiz, koruyucu ilaçlarımız ve gerekli her türlü malzememiz hazırdı. Arkadaşımın önceki tecrübeleri bu gezimiz için hayli işe yaramıştı, teçhizatımız küçük ama tamdı.
Yatı yakınlarda güvenli bir iskeleye bırakacak, yanımıza gelen pilotla birlikte deniz motoruna binip o sonsuz nehri öyle aşacaktık. Sonra bir önceki gelişimizde çıkamadığımız tepeyi çıkınca pilotu bırakacak, berrak akıntının peşinden kendimiz gidecektik.
Deniz motorunu o geniş, sığ göle demirleyecektik. Motorun özel olarak yapılmış zırhı vardı, bir istiridye kabuğu gibi ince fakat sağlamdı.
“O yerliler motora ulaşamaz böylece. Zarar da veremezler yerini de değiştiremezler,” dedi Terry gururla. “Gölden havalanıp motoru burada bırakacağız ki geri dönebileceğimiz bir üssümüz olsun.”
“Geri dönersek tabii,” dedim gülerek.
“Kadınlar seni yer diye mi korkuyorsun?” diye dalga geçti.
“O kadın konusundan pek emin değiliz yalnız,” dedi Jeff ağır ağır. “Zehirli oklarıyla bizi bekleyen bir grup beyefendiyle karşılaşmamız da son derece muhtemel.”
“İstemiyorsan gelmeyebilirsin,” dedi Terry soğuk bir ifadeyle.
“Gelmemek mi? Mümkün değil, kovsan dahi gitmem!”
Jeff de ben de bu konuda aynı fikirdeydik. Fakat fikir ayrılıklarımız da olmadı değil, yol boyunca oldu hem de.
Okyanus seyahati, tartışmak için mükemmel bir fırsat sunar. Etrafta kulak kabartacak kimse olmadığından güvertedeki sandalyelerimizde boş boş oturabildik, dilediğimiz gibi ve dilediğimiz konuda konuşabildik. Yapacak başka bir şey de yoktu zaten. Elimizde hiçbir somut bilgi olmaması, tartışmamızı da derinleştirdikçe derinleştiriyordu.
(Syf 14)
(…)
Neredeyse bir yıl boyunca bu ülke hakkında konuşmuş ama varlığına inanmamıştık. Şimdi ise içindeydik.
Ortalık son derece güvenli ve medeni duruyordu. Ayrıca göğe dönmüş bize bakan yüzlerde, her ne kadar bazı korkmuş gibiydiyse de bariz bir güzellik vardı, bunda hepimiz hemfikirdik.
“Hadi!” diye bağırdı Terry öne atılarak. “Hadisenize! Kadınlar Ülkesi bizi bekliyor!”
(Syf 22)
(…)
Soyut anlamda “kadın” gençtir ve çekicidir. Yaşlandıkça genellikle sahneyi geçip kişisel mülkiyete yönelirler ya da sahneden tamamen inerler. Ama bu karşımızdaki hanımefendilerin sahneden inmelik bir hali yoktu, yine de aralarından herhangi birinin bir büyükanne olması son derece olasıydı.
Yüzlerinde bir gerginlik ifadesi aradık, yoktu.
Dehşet aradık, yoktu.
Rahatsızlık, merak, heyecan aradık, tek görebildiğimiz, kadın doktorlardan oluşan son derece dikkatli bir heyeti andıran bir gruptu, çok sakinlerdi ve neden orada bulunduğumuzu sorup bizi paylamak üzere gibiydiler.
Altısı öne çıktı, her birimizin iki yanında da birer kadın duruyordu. Onlarla gitmemiz gerektiğine dair bir işaret yaptılar. Razı olmanın en azından şimdilik mantıklı bir hareket olduğunu düşünüp yürümeye başladık. İki kolumuzun çok yakınında birer kadın yürüyor, diğerleri de kalabalık gruplar halinde arkamızdan, önümüzden ve yanımızdan gidiyordu.
Önümüzde geniş bir bina belirdi, kalın duvarları olan etkileyici büyüklükteki bir yerdi burası, eski görünüyordu ve diğer binaların aksine gri renkliydi.
“Bunu yapamazlar!” dedi Terry birden. “Bizi buraya sokmalarına izin veremeyiz, çocuklar! Hadi birlikte, hadi”
Durduk. Açıklama yapmaya, ardımızda kalan ormanı işaret etmeye, derhal oraya dönmemiz gerektiğini söylemeye başladık.
Şimdiki aklımla düşününce gülesim geliyor, üç gençtik, o kadar. Üç gözüpek, küstah çocuktan başka bir şey değildik ve bilmediğimiz bir ülkeye, yanımızda kendimizi savunacak hiçbir şey almadan girmiştik. Burada erkekler varsa bir şekilde savaşırız diye düşünmüştük, sadece kadınlar varsa da, eh zaten onlar bir sorun teşkil etmezdi.
Jeff’in kadınlara dair o eski kafalı, romantik fikirleri, sarmaşıkları andırdıkları yönündeydi. Terry’in ise daha net, daha kullanışlı fikirleri vardı. Ona göre kadınlar ikiye ayrılıyordu, arzuladığı kadınlar ve arzulamadığı kadınlar. Hoş ve Nahoş onun sınır çizgileriydi. Nahoş olanlar daha büyük bir gruptu ama her zaman göz ardı edilebilirlerdi, Terry onlara bir saniyesini bile ayırmazdı.
İşte şimdi buradaydılar, sayıca çoktular, görünen o ki Terry’nin onlar hakkındaki düşüncelerini zerre umursamıyorlardı, aksine onunla ilgili kafalarında kendilerince bir planları vardı ve bu planı uygulatacak güçleri de gayet mevcuttu.
(Syf 33-34)
(…)
“Süt olmadan ne yapıyorsunuz?” diye sordu Terry hayret içinde.
“SÜT? Bol bol var ondan, kendi sütümüz var.”
“Hayır… yok… yemek yapmak için diyorum… yetişkinler için,” diye geveledi Terry. Kadınlar hem biraz şaşırmış hem de rahatsız olmuş gibilerdi.
Terry’nin yardımına Jeff koştu. “Biz büyükbaş hayvanları sütleri için besleriz, etleri için de tabii,” diye açıkladı. “İnek sütü temel gıda maddelerimizdendir. Çok gelişmiş bir süt sektörümüz var, üretim ve dağıtım için yani.”
Kafaları hâlâ karışık gibi duruyordu. İnek çizimimi işaret edip anlatmaya başladım. “Çiftçi ineği sağar,” diyerek süt kovası ve tabure çizdim, sonra da el kol hareketleriyle süt sağar gibi yaptım. “Ardından süt şehre götürülür, burada sütçüler tarafından dağıtılır. Her sabah herkes kapısından sütünü alır.”
“İneğin çocuğu yok mu?” diye sordu Somel ciddi bir ifadeyle.
“Var, tabii ki var. Buzağı deniyor onlara da.”
“Hem buzağı hem de sizin için yeteri kadar süt var mı yani?”
Bu tatlı suratlı üç kadına, buzağının annesinden de kendi besininden de zorla ayrıldığını anlatmak bir hayli sürdü. Bu konuşma da nihayetinde et sektörüne bağlanmıştı, ki kadınlar anlattıklarımızı yüzleri âdeta bembeyaz kesilerek bir süre dinledi, ardından müsaade isteyip yanımızdan ayrıldı.
(Syf 70-72)
(…)
Bu kadınların neler başardığını gördükçe bizim o gurur duyduğumuz erkekliğimizle “ancak” başarabildiklerimizden giderek daha az gurur duyuyordum.
Görüyorsunuz ya, hiç savaşları olmamıştı onların. Hiç kralları, papazları ya da aristokratları da olmamıştı. Kardeşti onlar, gelişiyorlarsa da birlikte gelişiyorlardı, rekabetten değil, birlikten.
(Syf 87)
(…)
Beni en çok etkileyen ise verimlilik planlarıydı. Bu küçücük, sınırlı topraklarda yaşamak zorunda kalan sıradan insanların bundan çok zaman önce açlıktan ölmesi ya da sürekli bir yaşam mücadelesi vermesi beklenirdi. Bu dikkatli kadınlar ise toprağı topraktan çıkanlarla besledikleri harika bir düzen kurmayı başarmışlardı bütün yiyecek kalıntıları, kereste ve dokuma işlerinden kalan bütün bitki atıkları, kanalizasyondaki bütün katı maddeler, her şey ama her şey özenle işlenip karıştırılarak yeniden toprağa katılıyordu.
Sonuç, bütün sağlıklı ormanlarda görülenle aynıydı, dünyanın geri kalanında giderek artan yoksullaşmanın aksine burada toprağın değeri ve verimi giderek artıyordu.
Bunu ilk öğrendiğimizde öyle iltifatlar etmiştik ki böylesine normal bir mantığın bu kadar övülmesine şaşırmış, bizim yöntemlerimizin ne olduğunu sormuşlardı. Biraz zorlanarak da olsa topraklarımızın ne kadar geniş olduğundan bahsedip elimizdekilerin kaynağını son derece savurganca yediğimizi de kabul ederek konuyu dağıtmayı başarmıştık.
(Syf 116-117)
(…)
Burada itaatkar bir tekdüzelik bulacağımızı sanmıştık fakat bizimkinden bile ileride, cüretkar bir sosyal yaratıcılık ile bizimkiyle aynı düzeyde mekanik ve bilimsel gelişmeyle karşılaşmıştık.
Burada boş işlerle uğraşan insanlar bulacağımızı sanmıştık fakat bizimkiyle kıyaslanınca milletimizin birbiriyle kavga eden küçük, aptal çocuklara benzediği bir sosyal bilinçle karşılaşmıştık.
Burada kıskançlık bulacağımızı sanmıştık fakat hudutsuz bir kız kardeş sevgisiyle ve bizde hiç karşılığını bulamadığımız tarafsız bir zekayla karşılaşmıştık.
Burada isteri bulacağımızı sanmıştık fakat kaliteli bir sağlık ve kuvvet seviyesi, soğukkanlı bir mizaçla karşılaşmıştık, öyle ki onlara ağzı bozukluğu açıklamak bile mümkün değildi, inanın denemişliğimiz var.
(Syf 118)