CHINUA ACHEBE (16 Kasım 1930 - 21 Mart 2013)
Asıl adı Albert Chinualumogu Achebe olan yazar 16 Кasım 1930'da, Nijerya’da Ogidi'nin Igbo kasabasında doğdu. Başarılı bir öğrenci olan Achebe bursla tıp okuyacaktı ancak üniversitede fikir değiştirdi ve İngiliz Edebiyatı üzerine çalıştı. Öykü yazmaya da bu yıllarda başladı. 1953’te Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1950’lerin sonlarında yazdığı ilk kitabı Things Fall Apart (Parçalanma) kitabıyla dünya çapında ilgi görmeye başladı. Roman modern Afrika edebiyatının en çok okunan eseri olarak kabul edilir. Kendisi de bir Igbo şefi olan Achebe romanlarında, Igbo yaşam tarzını, Hristiyanlık etkilerini, sömürge dönemi ve sonrasında yaşanan Batı ile geleneksel Afrika değerlerinin çarpışmasını anlattı. Romanlarını İngilizce yazan yazar Afrika'da “kolonicilerin dili” olarak bilinen İngilizce'yi daha geniş kitlelere ulaşma iddiasıyla savundu.
BBC’de yayıncılık üzerine eğitim gördü ve sonraki yıllarda kurumun Dış Haberler Yayın Direktörü oldu. 1967’de Biafra bölgesi Nijerya’dan ayrılınca, Achebe, Biafra bağımsızlık hareketinin özverili bir destekçisi hâline geldi ve yeni kurulan devletin büyükelçisi olarak görev yaptı. Açlık ve şiddet had safhaya geldiğinde Avrupa ve Amerika’ya yardım çağrısında bulundu. Nijeɾya hükümeti, bölgeyi tekrar ele geçirdikten sonra politikayla ilgilenmeye başladı. Fakat tanık olduğu yolsuzluk ve elitizm nedeniyle istifa etti.
1970’lerde birkaç yıl ABD’de yaşadı. 1990’ların sonunda geçirdiği trafik kazasıyla kısmi felç olduktan sonra ABD’ye geri döndü. Belden aşağısı felç olan yazar hayatının geri kalanında tekerli sandalye kullanmak zorunda kaldı. 2007’de dünya edebiyatına katkılarından dolayı Man Booker Uluslararası Ödülü’ne layık görüldü.
Yazarın İthaki Yayınları tarafından yayımlanan Artık Huzur Yok isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
ARTIK HUZUR YOK
Obi Okonkwo üç dört haftadır kendini bu ana hazırlıyordu. O sabah sanık sandalyesine doğru yürürken tümüyle hazırlıklı olduğunu düşünüyordu. Üstünde şık bir Palm Beach takım elbisesi vardı. Soğukkanlı ve kayıtsız görünüyordu. Dava pek ilgisini çekmiyormuş gibiydi. Yalnızca duruşmanın başında, avukatlardan birinin hakimden azar işittiği o kısa sürede olanlara dikkatini vermişti.
“Bu mahkeme saat dokuzda göreve başlar. Neden geciktiniz?”
Lagos ve Güney Kamerun Yüksek Mahkemesi’nin hakimi Bay William Galloway ne vakit kurbanına gözlerini dikip baksa, tıpkı bir koleksiyoncunun böceğini formalinle yapıştırması gibi karşısındakini olduğu yere mıhlardı. Şimdi de hamle yapmaya hazırlanan bir koç gibi başını eğip altın çerçeveli gözlüğünün üzerinden avukata baktı.
Adam kekeleyerek, “Özür dilerim Sayın Yargıç,” dedi. “Yolda arabam bozuldu.”
Hakim bir şey söylemeden uzunca bir süre daha baktıktan sonra birdenbire, “Pekala, Bay Adeyemi,” dedi. “Özrünüzü kabul ediyorum. Ama şunu söylemeliyim ki bu hareket kabiliyeti sorunu hakkında sürekli mazeret duymaktan fazlasıyla usandım.”
Dinleyicilerin oturduğu taraftan güçlükle bastırılan kahkahalar duyuldu. Obi Okonkwo’nun yüzünde belli belirsiz, yorgun bir gülümseme belirip kayboldu. Hemen ardından yine tüm ilgisini yitirdi.
Mahkeme salonu tıklım tıklım doluydu. Oturanların yanı sıra neredeyse bir o kadar da ayakta duranlar vardı. Lagos’ta haftalardır bu dava konuşuluyordu. O gün işinden izin alabilen herkes 9 davayı izlemek için oradaydı. Bazı memurlar on şilin ve altı peniye rapor ayarlayıp gelmişlerdi.
Obi’nin kayıtsızlığı, hakim davayı özetlerken dahi en ufak bir azalma belirtisi göstermedi. Ancak şu sözünü duyduğunda ruh hali birdenbire, önemli ölçüde değişti: “Sizin gibi eğitimli, geleceği parlak bir genç adamın bunu nasıl yapabildiğini anlayamıyorum.” Obi’nin gözleri kendisini sırtından vuran yaşlarla doldu. Beyaz bir mendil çıkarıp yüzünü sildi. Ama terini siliyormuş gibi görünmeyi ihmal etmedi. Hatta gülümsemeye çalışarak gözyaşlarını yalancı çıkarmak istedi. O an bir gülümseme oldukça uygun olurdu. Aslında tüm bu eğitim, gelecek vaat etme ve ihanet lafları onu gafil avlamış değildi. Bunu zaten bekliyordu ve bu sahneyi adeta bir dost kadar bilindik hale getirene dek zihninde yüzlerce kez prova etmişti.
Birkaç hafta önce, dava ilk başladığında Kraliyet şahitlerinden biri olan patronu Bay Green de içinde ‘geleceği parlak genç adam’ lafı geçen bir şeyler söylemişti. Obi o zaman soğukkanlılığını zerre kadar yitirmemişti. Yakın zaman önce hem annesini kaybetmiş hem de Clara hayatından çıkmıştı.
(Syf 9-10)
Lagos anakarasında bir yerde Umuofia Gelişim Derneği olağanüstü toplanmıştı. Umuofia, Doğu Nijerya’da bulunan bir İgbo köyüdür. Ayrıca Obi Okonkwo’nun da memleketidir. Pek büyük bir köy değildir, yine de sakinleri ondan kasaba diye bahsetmeyi tercih ederler. Beyaz adam gelip herkesin standardını düşürene dek komşularının korkulu rüyası olan kasabalarının geçmişiyle büyük gurur duyarlar. Memleketlerinden ayrılıp Nijerya’nın dört bir yanındaki kasabalarda iş bulmaya giden bu Umuofialılar (kendilerine bu ismi vermişlerdir) gittikleri yerlerde misafir olduklarını düşünürler. (…) Nijerya’nın neresine giderlerse gitsinler Umuofia Gelişim Derneği’nin bir şubesini açarlar.
Dernek son haftalarda Obi Okonkwo’nun durumunu görüşmek üzere pek çok kez toplanmıştı. İlk toplantıda az sayıda üye, kısa süre önce kendilerine büyük saygısızlıkta bulunan sorumsuz bir evlatlarının problemleri için derneğin ne diye uğraştığına anlam veremediklerini söylediler.
“İngiltere’de eğitim görsün diye ona sekiz yüz pound verdik” dedi içlerinden biri. “Ama o minnettar olmak yerine değersiz bir kız için bize hakaret etti. Bizse ona yine para toplamak için toplantıya çağrılıyoruz. O kadar yüksek maaşla ne yapıyor? Bana kalırsa onun için zaten fazlasıyla fedakarlıkta bulunduk.”
Bu görüş kısmen doğru kabul edilse de pek ciddiye alınmadı. Çünkü başkanın da belirttiği gibi, başı derde girmiş bir soydaşı kınamak değil, kurtarmak lazımdı. Kardeşe duyulan öfke kemikte değil, ette hissedilirdi. Böylece dernek, avukat ücretini kendi fonlarından ödemeye karar verdi.
Ama bu sabah dava kaybedilmişti. Bu yüzden olağanüstü toplantı düzenlendi.(…) Umuofialılar sonuna dek mücadele etmeye razıydılar. Obi’yle ilgili boş hayalleri yoktu. O hiç şüphesiz ki çok aptal ve inatçı bir gençti. Ama bu konulara girmenin sırası değildi. Önce tilki kovalanmalıydı, çalılıkta başıboş dolaştığı için tavuğu uyarmak sonraya bırakılabilirdi.
Uyarı vakti geldiğinde Umuofialıların bunu eksiksiz biçimde yapacağına, bunca zaman tuttukları öfkeyi kusacaklarına güvenilebilirdi. Başkan, bir üst düzey memurun yirmi pound için hapse girmesinin utanç verici olduğunu söyledi. ‘Yirmi poundu’ üzerine basa basa tekrar etti. “Ekmeden biçmeye kalkışan insanlara karşıyım,” dedi. “Ama bizde bir deyiş vardır: Kurbağa yemek istiyorsan şişman, ağız sulandırıcı olanını aramalısın”
“Tüm bunlar hep tecrübesizlik yüzünden,” dedi başka bir adam. “Parayı kendisi almamalıydı. Diğerleri gidip uşaklarına vermelerini söylüyorlar. Obi nasıl yapıldığını öğrenmeden herkesin yaptığını yapmaya çalıştı.”
(Syf 12-14)
Obi’nin Nijerya'daki kamu hizmetine dair, tepedeki yaşlı Afrikalıların yerine üniversite mezunu gençler alınmadıkça yozlaşmanın devam edeceği yönündeki teorisi ilk olarak Londra’da Nijeryalı Öğrenciler Derneği’ne sunulan bir bildiride ortaya konulmuştu. Londra'daki öğrencilerin ileri sürdüğü çoğu teori arasında, Obi'nin ülkesine döndüğünde doğruluğunu teyit ettiği ilk teori bu olmuştu. Hatta dönüşünün daha ilk ayında, o yaşlı Afrikalılarının iki klasik örneğiyle karşılaşmıştı.
İlkine iş görüşmesi için gittiği Kamu Hizmeti Komisyonu'nda rastlamıştı. Neyse ki, bu adam onu çileden çıkarmadan önce kuruldakilerin üzerinde iyi bir izlenim bırakmayı başarmıştı.
(…)
“Neden devlette görev yapmak istiyorsunuz? Rüşvet almak için mi?” diye sordu.
Obi duraksadı. Aklına gelen ilk şey bunun aptalca bir soru olduğunu söylemek oldu. Onun yerine, “Bu soruya ne cevap vermemi umuyorsunuz bilmiyorum. Niyetim rüşvet almak olsa bile böyle bir şeyi bu kurulun önünde itiraf etmemi beklemiyorsunuzdur herhalde. Bunun pek de mantıklı bir soru olduğunu sanmıyorum.”
“Hangi soruların mantıklı olduğuna karar vermek size düşmez Bay Okonkwo,” dedi başkan, beceriksizce sert görünmeye çalışarak. “Her neyse, vakti gelince bizden haber alacaksınız. İyi sabahlar.”
Obi görüşmesinin nasıl geçtiğini anlatınca Joseph fazla sevinemedi. Ona göre, işe ihtiyacı olan bir adamın böyle öfkeli bir tepki verme lüksü yoktu.
(…)
Obi iş görüşmesinin sonucunu beklerken sekiz yüz kilometre uzakta Doğu Bölgesi’nde bulunan memleketi Umuofia'ya kısa bir ziyarette bulundu. Yolculuk pek de heyecan verici değildi . Üstünde God's Case No Appeal yazan bir kamyona bindi ve birinci sınıf mevkide oturdu. Diğer bir deyişle, şoför ve bebekli genç bir kadınla ön koltuğu paylaştı. Arka tarafta Nijer Nehri kıyısındaki meşhur Onitsha Pazarı ile Lagos arasında sürekli mekik dokuyan tüccarlar oturuyordu.
(…)
Ibadan’ı yaklaşık altmış kilometre geçmişlerdi ki şoför birden, “Şu o ... ç ... polisler!” dedi. Obi üç yüz metre ileride, yolun kenarında bekleyen iki polis memurunun kamyona durması için işaret verdiğini gördü.
İçlerinden biri şoföre, "Evraklarınız?" diye sordu. Obi, üstüne oturdukları koltuğun aynı zamanda para ve değerli evrakların konduğu bir tür kasa işlevi gördüğünü o zaman fark etti. Şoför, yolculardan kalkmalarını istedi. Sandığın kilidini açıp bir tomar evrak çıkardı. Polis evrakları alıp ciddi bir edayla incelemeye başladı. “Trafiğe çıkabilir belgeniz nerede?” diye sordu. Şoför belgesini çıkarıp gösterdi.
Bu arada şoförün yardımcısı diğer polisin yanına gitti. Ama tam ona bir şey veriyordu ki Obi dönüp onlara baktı. Polisin risk almaya niyeti yoktu, ona kalırsa Obi istihbarat teşkilatından olabilirdi. Şoförün yardımcısını büyük bir öfkeyle kınayarak kovaladı. “Burada ne yapıyorsun? Defol git!” O sırada diğer polis, şoförün belgelerinde hata bulmuş, evraklarındaki bilgileri not ediyor, şoförse boş yere yalvarıp yakarıyordu. Sonunda şoför tekrar yola koyuldu, daha doğrusu öyleymiş gibi yaptı, çünkü daha beş yüz metre gitmeden tekrar durdu. Obi'ye dönüp, “Ne diye bakmak adamın suratına verecekken biz iki şilin” diye sordu.
“Çünkü sizden iki şilin almaya hakkı yok” dedi Obi.
“Sen gibi okumuşları istememek götürmek hiç,” diye yakındı adam. “Her şeyi çok bilmek siz. Niye sen var sokmak burnunu bilmediğin işlere? Şimdi polis isteyecek benden on şilin”
Obi neden durduklarını ancak birkaç dakika sonra fark etti. Şoförün yardımcısı, etrafta gözlerini dikip bakan huzursuz edici yabancılar yokken daha sakin davranacaklarını bildiğinden koşa koşa polislerin yanına gitmişti. Çok geçmeden koşmaktan nefes nefese bir halde kamyona geri döndü.
Şoför, “Ne kadar?” diye sordu.
“On şilin” dedi yardımcısı güçlükle soluyorak.
Şoför, Obi'ye dönüp, "Gördün?" dedi. Obi zaten kendini bir parça suçlu hissetmeye başlamıştı. Üstelik arkadaki tüccarlar da olan biteni anlayınca saldırılarının yönünü çalışan kızlardan çevirip 'çokbilmiş' genç adamlara yöneltmişlerdi. Yolculuk bitene dek şoför, Obi'ye tek kelime daha etmedi.
(Syf 45-50)
Obi’nin memuriyetteki ilk günü, bundan yaklaşık yirmi yıl önce Umuofia’da misyoner köy okulundaki ilk günü kadar unutulmazdı. O günlerde beyaz adamlara çok nadir rastlanırdı.(…)
Obi, Bay Green’le o sabah tanışmıştı. Gelir gelmez kendisini tanıtsın diye odasına alınmıştı. Bay Green yerinden hiç kalkmadan, elini de uzatmadan Obi'ye mırıldanır gibi bir şeyler söylemişti. Söylediklerinden çıkarılabilecek sonuca göre Obi bu işi iki şartla sevecekti; ilki, aşırı derecede tembel değilse; ikincisi de aklını kullanmaya hazırsa. Sözlerini , “Kullanacak bir aklınız olduğunu varsayıyorum,” diyerek bitirmişti.
(Syf 69-70)