CHRISTA WOLF (18 Mart 1929- 1 Aralık 2011)
Landsberg an der Warthe’de (bugünkü Gorzów Wielkopolski, Polonya) doğan Christa Wolf, 1945’te savaş sonrası sınır değişiklikleri üzerine ailesiyle Doğu Almanya’ya göç etti. 1949–1953 yılları arasında Jena ve Leipzig üniversitelerinde Alman Dili ve Edebiyatı eğitimi aldı; ardından Berlin Alman Yazarlar Birliği’nde bilimsel danışmanlık yaptı. Neue Deutsche Literatur dergisinde lektör, redaktör ve sonrasında baş redaktör olarak görev aldı; çağdaş edebiyat antolojilerine katkı sundu, çok sayıda deneme yayımladı.
1962’den itibaren serbest yazarlığa yönelen Wolf, Doğu Almanya’nın toplumsal ve bireysel çatışmalarını merkeze alan romanlarıyla geniş yankı uyandırdı. Der geteilte Himmel (1963, Bölünmüş Cennet), Nachdenken über Christa T. (1968, Christa T.’yi Arayış) ve Medea. Stimmen (1996, Medea. Sesler) başlıca eserleri arasında yer aldı. Döneminin ideolojik ve psikolojik baskılarını bireyin vicdanı, hafızası ve kimlik arayışı üzerinden tartışan bu metinler, onu çağdaş Alman edebiyatının en güçlü tanıkları arasına taşıdı. Wolf’un yazıları özellikle kadın deneyimini merkez alışı, devlet–birey çatışmasını ve toplumsal cinsiyetin gündelik hayattaki izlerini cesurca işlemesiyle öne çıktı.
Yazarın İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan “Hiçbir Yerde” isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz
HİÇBİR YERDE
Zamanı bizden uzaklaştıran o yoğun iz.
Ey siz öncüler, ayakkabıya akmış kanlar. Gözleri olmayan bakışlar, bir ağızdan çıkmayan sözcükler. Bedensiz siluetler. Göğe doğru yükselmiş, uzak mezarlarda ayrı düşmüş, ölüyken dirilmiş, bize karşı günah işleyenleri hâlâ bağışlayan hüzünlü melek sabrı.
Bizse, hâlâ hırsla sözcüklerin kül tadına susamışız. Bize yakıştığı gibi suskun değiliz henüz.
Lütfen, teşekkür ederim, de.
Lütfen. Teşekkür ederim.
Yüzyılların gülüşü. Dehşetli bir yankı, sık sık kesiliyor. Artık bu akisten başka bir şeyin duyulmayacağı kuşkusu. Yasanın çiğnenmesini yalnızca büyüklük haklı çıkarabilir ve günahkârı kendisiyle uzlaştırır.
Adam, Kleist, bu aşırı keskin işitme duyusu yüzünden yenik düşmüş, içyüzünü anlaması yasaklanmış bahanelerle kaçıyor. Kendi tuhaf izini taşıyan yırtılmış Avrupa haritasını amaçsızca çiziyor sanki. Mutluluk, benim olmadığım yerdir.
Kadın, Günderrode, dar bir çemberin içine sürülmüş, düşünceli, keskin zekâlı ve durugörü sahibi, faniliğin dil uzatamadığı; ölümsüzlüğü yaşamaya, gözle görüneni görünmeyene feda etmeye kararlı.
Arzulanan efsaneye göre buluşmuşlar. Ren kıyısında (…)
Çay ve sohbet davetiydi. Arkamda duvar var, iyi. Nasıl da aydınlık. Sol tarafta pencereler var, manzara geniş. Ön tarafta, yokuş aşağı inen yolda birkaç köy evi. Ağaçlıklı çayırlar. Sonra Ren, uyuşuk nehir. Uzaklardaysa keskin hatlarla alçaktan dalgalanan sıradağlar. Yukarıdaysa her şeyden habersiz mavilik, gökyüzü.
Pencere kenarında duran Fräulein manzaramı kapatıyor. Evet: Doğanın mutlak doğruluğu. Günderrode ışığa karşı aşırı duyarlı, elini gözlerine siper edip perdenin arkasına geçiyor. İnsanların kalbinde olup senin sırdaşın olmak, ey tabiat, bunlar değerli acılardır." O dize günlerdir aklımdan çıkmıyor. Çılgın şair. Bir delide avuntu aramak ne anlama geldiğini bilmiyorum sanki! Berbat şekilde sallanan bir araçta Frankfurt'tan buraya gelmek, suskun durmak, soğuk davranmak ve başkalarının havasını bozmak yerine kalemimi elimden bırakmamalıydım diye düşünmeye başlıyorum; yeşilimsi loş odada, dar yatağımda kalıp baş ağrıma direnmeliydim. Beni rahat bırakıyorlar şimdi, garip biri olarak uzak duruşuma katlanıyorlar, zaman zaman bu garip halimi sergilememi bekliyorlar yalnızca. Gelgelelim yapmacıklık ve taviz hiç ama hiç içimden gelmiyor. Dünyanın savunduğu hiçbir şeye meyletmiyorum. Bütün o istekleri, kuralları ve amaçları bana ters geliyor. (Syf 1-3)
Heyecanlı ve gururlu olmak gibi, dolayısıyla yanlış anlaşılmak gibi bir talihsizliği var. Bu yüzden, etini kesen dizginleri sımsıkı kavrayarak kendini frenliyor. Oluyor, böyle de yaşanıyor. Kendini kaptırıp dizginleri gevşetirse, harekete geçerse ve tam hızını almışken diğerlerinin gerçeklik dediği ve onu doğru düzgün kavrayamamakla suçlayacakları dirençle karşılaşırsa tehlike çanları çalar.
Düşüncelerimizin alnımızın üzerinde görünür halde yazılı olmaması nasıl fevkalade bir düzen! O zaman her buluşma, hatta şimdiki gibi en masumu bile kolayca cinayetle sonuçlanan bir karşılaşmaya dönüşürdü; ya da kendimizi aşmayı, diğerlerinin bize yansıttığı, görüntüyü çarpıtan aynaya kin duymadan bakmayı öğrenirdik. Ve de bir dürtüye ihtiyaç duymadan aynaları kırmayı... Gelgelelim kadının da bildiği gibi yapımız buna uygun değil.
Bir kadının bakışları böyle mi olmalıydı?
Bu insan Kleist’a tekinsiz görünüyor.
(…)
Kadının çevresinde, insanın aşmaktan korktuğu görünmez bir çember var. Asla kompliman yapılmaz bu kadına. Ondan yayılan asalet ve ret gençliğiyle tezat oluşturuyor, tıpkı mavi gözleriyle parlak siyah saçları gibi. Ona bakıldıkça güzelleşiyor, doğru bu, hareketleri ve mimikleri daha güzel oluyor. İyi de, kadın güzelliği üzerine karar vermeye hakkı var mı adamın? İğneleyici konuşan genç Wieland'ın sıklıkla tekrarladığı; kadınların değerlerini sadece kendi aralarında belirledikleri, sırf erkeklerin tatmin duygularını pohpohlamak için onları karar vermeye kışkırttıkları yönündeki savı doğruysa eğer, pencere kenarındaki genç kız, diğer alımlı genç kadınlar arasından hiçbirinin tartışamayacağı özel bir yere sahip (Syf 5-6)
Müthiş iyi gelen bir şey: Konuştuğun gibi düşünmek ve kendi düşüncenden paramparça olmak. Ve sen gerçeğe yaklaştıkça sana inanmayanların en çok da dostlar oluşu. (Syf 7)
Kimseden nefret edemiyor olmam, bana yapılan hakaretleri unutmam, ama benim birisine karşı yaptığım haksızlığı asla unutmamam çoğu zaman bana bile tuhaf geliyor. O bahtsız anları yeniden anımsamaya neden zorluyorlar ki beni? (Syf 18)
Zayıf yönlerimi biliyorum ben. Sizin aradığınız yerlerde değiller. (Syf 19)
İnsan kendi yazgısını kavramakta böylesine geç kalınca ödemesi gereken bedel ağır oluyor işte. Benim kafama neden girmez ki bu?
O düş. Bunca yıldır peşini bırakmıyor. Neredeyse hiç değişmiyor ve mantıkla hiç bağdaşmasa da Kleist'ı her seferinde çok sarsıyor. Onu tekrar tekrar aynı ikilemle karşı karşıya bırakıp ürküttüğü anlaşılıyor bundan: Onu yiyip bitiren yetersizliğini -ki en iyi yanı bu sistemli bir şekilde içinde öldürmek ya da serbest bırakıp dünyevi perişanlıktan tükenip gitmek arasında seçim yapabilir, buna seçim denebilirse tabii. Kendi gereksinimleri doğrultusunda kendine zaman ve yer yaratmak ya da sıradan insanlar misali ot gibi yaşamak. Pek hoşmuş. Onu pençesine almış olan güçler, aşağılayarak incitmiyor. Hayatı boyunca yaşadığı tek tatmin olacak bu. O da eşitmiş gibi davranacak. Karari onun üzerinde kendinden başkası infaz edemez. Cezayı, suçu işlemek zorunda kalan el verecek. Beğenisine uygun bir yazgı. Ruhunun derinlerine baktığında ihtirasla ürperiyor. Bu bakışlara, böylesi idraklere alışkın biri başka bağımlılıklara kapılmaz, başka uyuşturucuya gerek duymaz. (Syf 21)
Başkalarının değerimizle ilgili varacağı yargılar - hele ölümümüzden sonra - bizim elimizde değil ve ben bunu hiç dert etmiyorum. (Syf 25)
Genç Werther'in acılarından söz ediliyordu her zaman, ama başkalarının da kendilerine göre acıları vardı; tek fark, basılmamış olmalarıydı. (Syf 34)
Evet, diyor Merten, anladım sanırım. Ancak, diye devam ediyor, çoğunluğun ölçülerine yanaşmayan biri, herkesin; çiftçinin, işadamının, soylunun ve şairin beklentisini karşılamak zorunda olan devlete kendi sıradışı amaçlarını nasıl dayatabilir, yaşama yönelttiği yüksek taleplerini topluma nasıl sunabilir?
Sanki Kleist bu konuya kafa yormaktan tükenmemişti! Peki, diyor sertçe. Devlet, kendisine yönelttiğim taleplerimi geri çevirsin. O zaman çiftçinin, işadamının beklentilerini karşılayacağına ve bizim daha üstün amaçlarımızı kendi çıkarlarına alet etmeyeceğine beni ikna etsin. Çoğunluk, deniyor. Amaçlarımı ve görüşlerimi sahte tavırla onlara mi mal edeyim? Ve en önemlisi: Çoğunluğa gerçekte neyin faydalı olduğu sorusu var. Ama bu soruyu soran yok. Prusya'da yok.
Yahu, Kleist! diye sesleniyor Savigny. İşi nerelere vardırdınız!
Ama doğru, diyor Kleist. İnsanların saygıdeğer dediği bazı şeyleri ben öyle algılamıyorum. Onların değersiz gördüğü pek çok şey de bana öyle gelmiyor. Göğsümde taşıdığım, herkesin karşı çıktığı bir içsel kuralım var benim, bir kral bile imzalamış olsa gözlerinde değeri yok. (Syf 49)
Gelinen nokta, aralarında uzak mesafeler olsa bile kadınların birbirlerini desteklemek zorunda kaldığıdır. (Syf 69)