Dag Solstad: Mahcubiyet ve haysiyet

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Dag Solstad ile devam ediyor

23 Mayıs 2025 - 14:52

DAG SOLSTAD (16 Temmuz 1941 - 14 Mart 2025)

Sandefjord'da doğdu. 1965 yılında yayımlanan Spiraler (Sarmallar) adlı öykü kitabıyla edebiyat sahnesine adım atan Solstad, 1970'lerden itibaren özellikle politik ve Marksist görüşlere dayanan eserleriyle öne çıktı.

Solstad, 1970 yılında Maocu Arbeidernes Kommunist Parti'sine katılmadan önce, yerel bir gazetede muhabir olarak çalıştı. Pek çok roman, öykü kitabı, oyun ve deneme kitabıyla ülkesi Norveç’in ve Kuzey Avrupa’nın en önemli yazarlarından biri haline geldi; ayrıca 1982-1998 yılları arasında Jon Michelet’le birlikte dünya futbol şampiyonaları üzerine beş kitap kaleme aldı.

Solstad’ın eserlerinde sıkça rastlanan temalar arasında birey ve toplum çatışması, bürokrasi, yabancılaşma, tarih bilinci ve sorgulayıcı entelektüel karakterler yer alır. Modernist bir tarzda yazmasına rağmen, dilinde yalınlık ve ölçülü bir ironi hâkimdir.

Norveçli Eleştirmenler Ödülü’nü üç kere kazanmanın yanı sıra, Kuzey Avrupa Edebiyat Ödülü’nün de sahibi olan Solstad, ülkesinde bir “yaşayan klasik” olarak kabul edilir. Uluslararası alanda da eserleri İngilizce, Fransızca, Almanca ve Türkçe dahil olmak üzere pek çok dile çevrilmiştir.

Yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan “Mahcubiyet ve Haysiyet” isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

MAHCUBİYET VE HAYSİYET

İşin aslını söylemek gerekirse, biraz içkiye düşkün, ellisini geçmiş bir lise öğretmeniydi, her sabah birlikte kahvaltı ettiği hafif tombul bir karısı vardı. Ekim ayında bir pazartesinin, başı zonklayarak eşiyle kahvaltı masasında oturmakta olduğu bu sonbahar gününün, hayatının dönüm noktası olacağını henüz bilmiyordu. Her günkü gibi özenerek tertemiz bir gömlek giymişti üzerine, bu çağda ve bu koşullar altında yaşamak zorunda kalmanın verdiği ve bir türlü kurtulamadığı rahatsızlığı bir nebze hafifletiyordu bu gömlek. Kahvaltısını hiç konuşmadan, yıllar boyu hep yaptığı gibi pencereden dışarıyı, Jakob Aalls Sokağı'nı seyrederek tamamladı. Norveç'in başkenti Oslo'daydı şu an, burada yaşıyor ve çalışıyordu. (…) Birkaç kitap ve baş ağrısı ilacıyla birlikte şemsiyeyi evrak çantasına yerleştirdi. Karısına abartılı bir içtenlikle veda etti, kulağa samimi gibi gelen ses tonu kendisinin keyifsiz, kadınınsa bezgin yüz ifadesiyle tam bir tezat oluşturuyordu.

Evinden yedi sekiz dakika uzaktaki okula, Fagerborg Lisesi'ne yürüyerek gitti.

(…)

Dersliğe girdi, kapıyı kapattı; bir yükseltinin üzerine yerleşmiş öğretmen masasına geçerek oturdu. Kürsü ve yazı tahtası sınıfın bir duvarını boydan boya kaplıyordu. Yazı tahtası ve tebeşir. Silgi. Eğitimin hizmetinde geçen yirmi beş yıl. Dersliğe girmesiyle öğren­ciler sıralarına yerleştiler. Karşısında bulunan on sekiz yaşlarındaki yirmi dokuz genci selamladı, onlar da selama karşılık verdiler. Kulaklıklarını çıkarıp ceplerine yerleştirdiler. Çantalarından “Yaban Ördeği”nin okullar için yapılmış baskısını çıkarmalarını istedi. Ken­disine nasıl da düşmanca bir tavır aldıklarını bir kez daha fark etti. Varsın öyle olsun, yapmak durumunda olduğu bir görevi vardı ve yapacaktı. Karşısındaki gövdelerden yoğun karşı çıkma, reddetme dalgalarının gönderilmekte olduğunu hissediyordu. Tek başlarına sevimli gençler olan öğrenciler şimdi böyle hep birlikte karşısındaki sıralara konumlanmış durumdayken, ona ve temsil ettiği her şeye karşı yapısallaşmış bir düşmanlık sergiliyorlardı. Her ne kadar yapın dediğini yapsalar da. İtiraz etmeden Yaban Ördeği’nin okullar için yapılmış baskısını çıkarmış, sıralarının üzerine koymuşlardı. Kendisi de aynı kitabı koymuştu önüne. Henrik Ibsen’den “Yaban Ördeği”.

(…)

Lise son sınıf zorunlu öğretimin son basamağıdır, bu nedenle de öğretilecek konularda nitelikle ilgili bazı şartlar aranmalıdır. Bu demektir ki verilecek bilgiler öğrencilerin henüz gelişimini tamamlamamış düşünce ve duygularına göre ayarlanmayacaktır, hatta tersine öğrenciler kendilerine aktarılanların seviyesine erişebilmek için uzansınlar, gayret göstersinler diye düzey yüksek tutulacaktır. Norveç'teki mevcut kanaate göre orta öğrenimlerini tamamlayan öğrencilerin Norveç kültür mirasına ya da en azından bu mirasın edebiyatta temsil edildiği kadarına aşina olmaları gerekmekteydi ve işte bu nedenle de öğretmen, bu yağmur toplayan havada pazartesi sabahı Fagerborg Lisesi'nde oturmuş, görev bilinciyle Henrik Ibsen'in bir dramını irdeliyordu. Aşina olmaları istenen buydu, ancak bu eser hayatlarının henüz olgunlaşmamış bir aşamasında bulunan gençlerin çok üzerinde olduğundan sınıfı can sıkıntısının kaplaması kaçınılmazdı. Hep böyle olmuştu zaten, can sıkıntısı eğitimin biçiminin ve hedefinin kapsama alanındaydı, hatta kendisi de lisede öğrenciyken Norveç Edebiyatı derslerinde müthiş sıkılırdı, aradan yedi yıl geçtikten sonra taze bir öğretmen olarak sınıfa adım attığında, kendisi öğrenciyken sıkıcı bulduğu şeyleri öğretmek durumunda kaldığı öğrencilerde aynı can sıkıntısını gözlemlemişti; can sıkıntısı, genç yaşlarında genel kültür bilgilerini alacak olanlarla bu bilgileri onlara aktaracak olanların-ki kendilerinden aynı zamanda keyifli ruh halini korumaları da isteniyordu ve o da ortaöğretimde görev yaptığı sürenin ilk on beş yirmi yılında böyle davranmıştı- uymaları gereken şartlardan sayılıyordu. Kendi derslerinin öğrencilerinin canını sıkması onu eğlendirir, içinden şöyle düşünürdü: Eveeeet, hayat böyle, uygar bir ülkede ortaöğretimde eğitimci olmak böyle bir şey ve hep böyle olacak. Düşünsenize, kültür mirası yeni yetişen kuşak tarafından büyük bir coşkuyla karşılanıyor ve öğrenciler yüreklerinde taşıdıkları sırrın hem sorusunu hem de cevabını içerdiği için bu bilgi pınarından kana kana içiyorlar, aslında güzel bir düşünce bu, ancak gerçekler göz önünde bulundurulduğunda böyle olmuyor, zira ruh ve düşünce dünyaları karmakarışık, tam yerine oturmamış hatta banal ve henüz olgunlaşmamış bireylerden söz ediyoruz. Bizlere bırakılmış kültür mirasının bir parçası olan edebiyat gerçekten de gençliğin içinde bulunduğu ruh ve düşünce seviyesine tekabül ediyor olsaydı, bu durumun, bu edebiyatı ‘kültür mirasımız’ diye tanımlayan kültürün yüzünü kızartmadı gerekirdi.”

(…)

Gerçek şuydu, çok iyi eğitim almış yetişkin bir adam, yirmi beş yıldır masrafları kamu tarafından karşılanmak suretiyle bu sınıfta oturuyor ve öğrencilerin sıkılıp sıkılmadıklarını dikkate almaksızın ortak kültür mirasımıza ait edebi eserlerin bir bölümünü ders olarak işliyordu. Buydu. Evet, yaptığı buydu, sıradan bir insan olarak karizmatik olması veya olmaması, öğrencilere esin kaynağı olması veya olmaması gibi durumlardan bağımsız, bir güç faktörü olarak sınıfta oturmuş, toplumun ona verdiği görevi yerine getiriyor ve öğrencileri eğitimle şekillendiriyordu.

(…)

Her ne kadar sınıfta dostça bir atalet hüküm sürüyormuş gibiyse de son tahlilde öğrencileri tarafından istenmeyen bir öğretmen olduğunu biliyor ve aslında bu durum, bir yerde istenmediğini hisseden herkesin duyumsayacağı kadar içini acıtsa da ruhunda büyük yaralar açmıyordu. Ne var ki onu öğretmen olarak istemeyen öğrencilerin kendilerini tamamen haklı görmeleri nedeniyle zaman zaman depresyona giriyordu, zira tedavülden kalkmış bir insan, demode, külüstür, son kullanma tarihi geçmiş bir öğretmen gibi hissediyordu kendini, zaman zaman da tam tersi oluyor, bu sinir bozucu durum içinde bir şeyleri ateşliyor ve ona fazladan bir direnme gücü veriyordu.

(…)

Verdiği eğitim yetersizdi çünkü üzerine inşa edildiği temeller öğrenciler açısından geçersizdi, şu andaki uygulamaların tamamen gereksiz sayılacağı günlerin gelmesi an meselesiydi artık, işte bundan korkuyordu. Ama yine de bu durumla yüz yüze gelmek can sıkıcıydı.

(…)

Gülümsemeye, hayata ve hayatın kendisine biçtiği role aldırmıyormuş gibi davranmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Meslektaşlarının oturduğu, dinlenip sohbet ettiği odanın kapısından girmeden önce, öf be, dedi kendi kendine, bu dünyada tahammül etmemiz gereken ne çok şey var, böyle düşünerek az önce başına gelenleri belleğinden silmeye çalışıyordu.

(…)

Ancak apaçık bildiği tek bir şey vardı, yirmi beş yıllık görevinin, Norveç okullarında eğitimci olmak üzere kendisine devlet tarafından verilmiş görevin sonu gelmişti. Nihai düşüşüydü bu. Fagerborg Lisesi'nden uzaklaşırken oradan ebediyen ayrıldığını, bir daha asla ders vermeyeceğini biliyordu. Düşmüştü artık, bundan geri dönüş yoktu, kalkmaya gönlü de yoktu, hatta gelip kaldırsalar bile kalkmayacaktı. Okul müdürü ve öğretmen arkadaşları olayı önemsiz, herkesin başına gelebilecek bir şey gibi göstermeye gayret etseler de, geri dönüş imkansızdı. Herhangi birinin değil, onun başına gelmişti bu olay. (Syf 7- 32)

"Yalnız yaşamayı seviyordu, kadınlardan uzaklaşmasının nedeni (onları dışarı davet ediyor, sonra da evlerinin kapısına dek geçiriyordu, normalde bu gibi durumlarda erkekler yakınlaşmaya teşebbüs ederlerse de Elias tam tersini yapıyor, "Teşekkür ederim, güzel bir akşam geçirdik" diyerek kadınla el sıkışıyor, ona veda ediyordu, öyle ki genç kadını hayal kırıklığına uğrattığının bilincine ancak eve geldiğinde varıyordu) kendisini yitirmekten, bir başkasıyla iç içe yaşamaktan korkmasıydı, ne de olsa her şeyini yabancı bir kadınla bölüşecekti, boğazı sıkılıyormuş gibi hissetmek ve tutsaklık duygusu Elias'ın yalnız yaşamaya, müzmin bekarlığa karar vermesiyle sonuçlanmıştı; ancak zaman zaman üzerine bir hüzün çekerdi, kendinde bir eksiklik hissederdi.

(…)

Asla bütünlenemeyecek yarım bir insan olduğunun bilincindeydi. (Syf 60)


ARŞİV