DENIS JOHNSON (1 Temmuz 1949- 24 Mayıs 2017)
1 Temmuz 1949'da Münih'te doğdu. Çocukluk ve gençlik yılları Filipinler, Japonya ve Washington DC banliyölerinde geçti. Iowa Üniversitesi'nin İngilizce Bölümünden mezun oldu. Raymond Carver'dan yazarlık dersleri aldı. Şiirlerinden oluşan ilk kitabını (The Man Between Seals) 19 yaşındayken yayımladı. İlk romanı Melekler, 1983'te yayımlandığında büyük beğeni topladı. 1992'de The New Yorker'da çıkan öykülerinin derlemesinden oluşan İsa'nın Oğlu ile ün kazandı. New York Times Book Review anketinde İsa'nın Oğlu, son 25 yılda yayımlanan en iyi Amerikan kurgu eserlerinden biri seçildi. Kendinden ufuk açıcı, destansı, aşkın, bir klasik, bir başyapıt olarak söz ettirdi. Aynı isimle, Billy Crudup'un da rol aldığı 1999 yapımı bir filme uyarlandı. Casus-gerilim romanı Stars at Noon, Sandista Devrimi sırasında isimsiz bir Amerikalı kadını konu alıyor. Yönetmen Claire Denis, 2022'de romanı başrollerinde Joe Alwyn ve Margaret Qualley'nin oynadığı bir filme uyarladı. Tree of Smoke 2007 National Book Award'u kazandı ve 2008 Pulitzer Kurgu Ödülü finalisti oldu. İlk olarak 2002'de The Paris Review'da yayımlanan Tren Düşleri, 2011'de kısa roman olarak basıldı ve 2012 Pulitzer Kurgu Ödülü finalisti oldu. 2006 ve 2007 yıllarında Johnson, Texas Eyalet Üniversitesi'nde Mitte Yaratıcı Yazarlık Kürsüsü'nün başında bulundu.
Toplamda dokuz roman, bir kısa roman, iki öykü kitabı, üç şiir derlemesi, iki oyun derlemesi ve bir röportaj kitabı yazdı. 4 Kasım 2014'te yayımladığı son kitabı Uganda, Sierra Leone'da ve Kongo'da geçen, "gerilim edebiyatı" diye adlandırdığı bir romandı. Johnson'ın son çalışması, The Largesse of the Sea Maiden adlı öykü kitabı ölümünden sonra Ocak 2018'de yayımlandı. 2017 yılında 67 yaşındayken karaciğer kanserinden yaşamını yitirdi.
Yazarın Holden Yayınları tarafından yayımlanan Tren Düşleri isimli kitabından kısa bölümler aktarıyoruz.
TREN DÜŞLERİ
Robert Grainier, 1917 yılının yaz aylarında Idaho Panhandle’da, Spokane Beynelmilel Demiryolları’na ait kumpanya depolarında hırsızlık yaparken yakalanmış ya da en azından böyle itham edilmiş Çinli bir amelenin hayatına kast edilen bir teşebbüse dahil olmuştu.
Demiryolu ekibinden üç kişi hırsızı yakalamış, Moyie Nehri’nin on beş metre üzerinde bulunan inşaat halindeki köprüye doğru kıyıdan yukarı sürüklemişlerdi. Çinlinin ağzından hızlı ve tekdüze mırıltılar biteviye dökülüyordu. Adam çuvala tıkılmış bir sansar gibi kıvır kıvır kıvranıyor, boşta olan tek yumruğunu arkaya, kendisini ensesinden yakalamış adama doğru savuruyordu. Bu grup yanından geçerken adamların bitkin düştüklerini gören Grainier, onlara yardım edeyim derken kendisini Çinlinin çıplak ayaklarından birini tutarken buldu. Yüzü ona dönük duran, Spokane Beynelmilel idaresinden Mr. Sears mahkûmu neredeyse beyhude yere koltuk altlarından tutuyor, bir yandan da çabalarının en zor anında dahi, ne dediği anlaşılmayan Çinli dışında bir tek o konuşuyordu: “Ulan, şu tepeye varabilirsek ne olayım!” Onu tepeye kadar taşıyacak mıyız? idi Grainier’ın sual etmek istediği ama nefesini bu boğuşmaya saklamanın daha iyi olacağı kanaatine varmıştı. Sears bir kez gülmüştü, beti benzi yorgunluk ve dehşetle atmış bir halde. Hep beraber toza toprağa yuvarlanmış, tekrar düzelmiş, tekrar yuvarlanmışlardı, Çinli acayip dillerde konuşuyor ve dördünü birden dehşete düşürüyordu, başta ne düşünmüş olurlarsa olsunlar artık adam onlar için bir ölüydü. Onu köprünün iskeletinden aşağı atmaktan başka çare kalmamıştı.
… Grainier serbest kalmış bacağı yakalayamadan gözüne bir tekme yedi. “Eğlencesine başlamıştık. Eğlencesine,” dedi toprakta oturan adam, sonra ötedeki suç ortağına, “Haydi Jel Toomis, bırakalım,” dedi. “Bırakamıyorum,” dedi Mr. Toomis denen adam, “Onu ensesinden yakalayan benim!” ve çehresini yalayıp geçen bir kafa karışıklığıyla güldü. “Tamam ben yakaladım!” dedi Grainier, ufak şeytanın her iki ayağına daha da sıkı yapışarak. “Yakaladım piçi, ben sizden yanayım!” İnfazcı grup, nehrin en hızlı yerinin on beş metre üzerindeki köprünün son tamamlanan bölümünün ortasına varmıştı ve Çinliyi aşağıya atmak için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Ama o, anlaşılmaz sızlanışları içinde adamların kollarına ve bacaklarına yapışarak hepsinden baskın çıkmıştı, sonra aniden kendini bırakarak tam altındaki kirişi bir eliyle yakaladı. Kendisini tutanları tekmeleyerek onlardan kolaylıkla sıyrıldı, zaten adamlar kendilerini onun tekmelerinden muhafaza etmeye çalışıyorlardı. Sonra da köprünün yan tarafından uçurumun üzerine sallandı ve iskelet halindeki köprüye tutuna tutuna uçurumun geri kalan bölümünü aşmaya başladı. Mr. Toomis’in refikleri de ileri atılmışlar, kirişler üzerinde dengede duruyorlar, adamın parmaklarına ayaklarıyla vuruyorlardı. Çinli, çapraz bağlantılı taşıyıcıda bir kirişten diğerine sirk cambazı gibi geçiyordu. İnşaatta çalışan ekipten birkaçı adamın kaçmasına tezahüratta bulunurken, tam olarak adamın neden kovalandığından emin olamasalar da diğerleri caninin durdurulmasının icap ettiğini haykırıyordu. Mr. Sears kemerindeki kılıftan kocaman, eski bir dört namlulu tabanca çıkarıp ateşledi, dördünü de isabet ettiremedi. O vakte kadar Çinli gözden kaybolmuştu bile.
Bu olaydan sonra evine yürüyerek giden Grainier, bir demiryolu köyü olan Meadow Creek'teki dükkândan karısı Gladys ve bebekleri Kate için bir şişe Hood's Sarsaparilla' almak amacıyla yolundan iki mil kadar sapmıştı. Ormanın içinden kulübelerine doğru tırmanmak insanı terletiyordu; son kilometreye varmadan önce durarak nehirde, yani köyden nehir yukarı bir yerde, Moyie'in derin bir yerinde yıkanmıştı.
(…)
Kararmaya başlayan havada eve yürürken Çinli neredeyse her yerden Grainier'ın karşısına çıkıyordu. Çinli yoldaydı. Çinli ormandaydı. Çinli yavaşça yürüyordu; elleri kollarından ip gibi sallanıyordu. Çinli dereden bir örümcek gibi oynaşarak çıkıyordu.
(…)
Grainier tek odalı kulübelerinde masanın yanında durmuş, endişelenmeye başlamıştı. Çinlinin, onu zorla sürükleyip götürürlerken kendilerine beddua ettiğine hiç şüphesi yoktu; başlarına her türlü bela gelebilirdi. Şimdi akşamüzeri yaşadıkları o cinnet haline hayret etse de, o şiddet karşısında, tüm olanların onu rüzgârın önüne katıp bir tohum gibi savurması karşısında kafası karışmış olsa da genç Grainier yine de erken davranıp Çinli onlara beddua etmeden önce onu öldürmüş olmayı dilerdi.
Syf (11-14)
Ormandaki şeylerin o devasa ebadını seviyordu, o kaybolmuşluk duygusu ve mesafe hissiyatını ve etrafında bekçilik yapan bu kadar ağaç varken hiçbir tehlikenin kendisine ulaşamayacağı fikriyatını. (…) Ağaçlar ancak ve ancak onlara bulaşmazsa insana dostça davranırlardı. Ağaca baltanın ucu değdikten sonra bir savaş başlattın demekti.
(Syf 18)
Dünya gri, beyaz, siyah ve tehlikeliydi, canlı tek bir hayvan veya bitki olmayan bu dünya; artık yanmıyordu ama yine de ateşin hararet ve hayattarlığıyla doluydu. O kadar çok kül, o kadar çok insanı boğan duman. Evine varmadan miller önce muhtemelen ondan geriye hiçbir şey kalmadığını anlamıştı ama yine de karısı ve kızı için ağlayarak, "Kate! Gladys!" diye seslenerek yoluna devam etti. Andersen'ların evlerinin olduğu yere bakmak için yoldan biraz ayrıldı. İlk başta kulübenin nerede olduğunu bile anlayamadı. Evin bulunduğu alan, vadinin kalanından farksızdı: Her şey yanmış, yanmanın en son kalıntılarıyla duyulan toplu bir tıslama sesi hariç sessiz. Demir ayakları sıcaktan eğrilmiş olan kuzinelerini yüksek bir kül birikintisinin arasından çıkmış buldu. Bacadan düşen en büyük taşlar bunun yakınında dağılmış duruyordu. Küller geri kalan her şeyi gömmüştü.
(…)
Bütün hayatı boyunca Robert Grainier, güneş kavuşurken gördüğü o yanmış vadiyi tüm canlılığıyla hatırlayacaktı; bütün hayatı boyunca uyanırken gördüğü en düş kılıklı şey: tepedeki son ışıkların parlak pastellikleri; yüksekte bembeyaz birtakım bulutlar, vadinin ötesindeki gün ışığını yakalayan; damar damar gri ve pembe olan diğerleri ve Bussard ve Queen dağlarının zirvelerine sürtünen en alçaktakileri ve bu muhteşem göğün tam altında kara vadi; içinden muazzam bir sesle geçen tren ama yine de bu ölü dünyayı uyandırmaktan aciz.
Creston'dan gelen haberler korkunçtu. Moyie Vadisi'ndeki yangından kaçan tek bir kişi görülmemişti orada.
Grainier birkaç hafta kuzeninin evinde kaldı, öyle biçare bir halde; tabii olan üzüntüsüyle hastalanmış, içinde bulunduğu durumdan aklı karışmıştı. Karısıyla küçük kızını kaybettiğini anlamıştı ama bazen Gladys ile Kate'in yangından kaçmış olabileceğine ve onları buluncaya kadar dünyada her yeri araması gerektiğine dair bir düşünce kaplıyordu her yanını, tıpkı önü alınmayan bir ordu gibi her yanını kaplıyordu. Her gece kâbuslarla uyanıyordu: Gladys kapkara olmuş ormandan evlerine geliyordu, üzerinde dumanları tüten çaputlar oluyordu ve kızlarını tutuyordu.
(Syf 36-37)