Denton Welch: Bulutun İçinden Bir Ses

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Denton Welch ile devam ediyor

06 Kasım 2025 - 14:14

DENTON WELCH (29 Mart 1915- 30 Mart 1948)

Denton Welch 1915’te varlıklı bir İngiliz işadamı ile ABD’li bir annenin oğlu olarak Şangay’da doğdu. Birlikte uzun seyahatlere çıktığı ve üzerinde büyük etkisi olan annesi, Hıristiyan Bilimci inançları yüzünden tedaviyi reddettiği için, Welch 11 yaşındayken nefritten hayatını kaybetti. 14 yaşındayken babası onu İngiltere’ de, iki erkek kardeşinin, ayrıca Christopher Isherwood ve Roald Dahl’ın da öğrenim gördükleri Repton’daki bir yatılı okula yolladı. Bu çok sıkı disiplinli okulda mutsuz olan Welch son yılında okuldan kaçtı ve bir yıl Çin’de babasının yanında kaldı. Ardından resim okumak için Londra’daki güzel sanatlar okulu Goldsmiths’e gitti. Bir bisiklet kazası sonucu kısmi felç oldu ve uzun vadede dostu Eric Oliver’la birlikte taşrada inzivaya çekildi.

İlk romanı Maiden Voyage (Bakir Yolculuk, 1943) zamanın ünlü yazarı Edith Sitwell sayesinde yayımlandı ve ilgiyle karşılandı. Bunu In Youth is Pleasure (Gençlik Hazdır, 1944) adlı ikinci roman, Brave and Cruel (Cesur ve Zalim, 1948) adlı hikâye kitabı ve A Voice Through a Cloud (Bulutun İçinden Bir Ses, 1948) adlı otobiyografik roman izledi. Kazanın neden olduğu komplikasyonlar yüzünden 1948’de 33 yaşında hayatını kaybetti.  

Yazarın Metis Yayınları tarafından yayımlanan Bulutun İçinden Bir Ses isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

BULUTUN İÇİNDEN BİR SES

Bir Hamsin yortusu tatilinde, Londra’da sanat öğrencisiyken, bisikletime bindim ve amcamın Surrey’deki papazevine gitmek üzere Croom’s Hill’deki pansiyon odamdan çıktım. Yanıma çok az şey aldım, sadece pijama, diş fırçası, tıraş takımım ve büyükbabamın verdiği harçlıkla aldığım kaymak gibi beyaz fildişi tarak. Bu tarağı çok seviyordum, onun için dikkatle pijamaya sarıp diğer şeylerle birlikte selenin arkasına raptedilmiş parlak siyah çantaya yerleştirdim.

Yengeme geleceğimi söylememiştim ama onun beni bir yerlere yerleştireceğinden emindim.

Yokuş yukarı yolda bisikletten inip onu iterek Blackheath’e doğru yürürken, bir kere daha bütün o göz okşayıcı, oldukça bakımsız eski evlere, on yedinci yüzyıl sonlarına tarihlenmiş mozaik taşından yapılma, çatısı yeni ve gözü rahatsız eden küçük gözetleme kulesine ve şimdi daire daire bölünmüş, kapılarının üzerine ahşaptan oyulmuş Medusa başları yerleştirilmiş sıraevlere baktım. Sonra öte yana, çok yaşlı bodur İspanyol kestaneleriyle gözlemevinin durduğu tepeye doğru kamburunu çıkarır gibi yükselen Greenwich Park’ın bulunduğu yöne döndüm. Altımda Inigo Jones’un yaptığı Kraliçenin Evi ve kıyısının öte yanında ileride Köpekler Adası olan, kıvrıla kıvrıla yol alan nehir vardı.

Blackheath’te rüzgâr esiyor, parlak, renksiz otları yere yapıştırıyordu. Günün bu saatinde Chesterfield Yolu’ndaki ağaçların altında sevgililer yoktu. Tekrar bisikletime atladım ve çalılıkların arasından geçip aşağıya Lewisham’a dalıncaya kadar pedala bastım. Saat kulesini geçip Katolik kilisesinin çan kulesine vardım. Merakım çelindi, bu noktada bisikletten inip içeri girdim. Önceden iki kere bulunmuştum burada; bir keresinde yanımda başka bir öğrenciyle çekine çekine Bakire Meryem’i çevreleyen ışıltılı kütleye mumlar eklemiştik ama sonra işgüzar, gözleri parıl parıl parlayan gencimsi, pabuçları tokalı bir papaz bizi korkutup kaçırmıştı. Yanımıza gelmiş, gülümseyerek kim olduğumuzu ve nerede oturduğumuzu sormuştu. İkimiz onun önünde dururken içim yanlış bir şey yapmış olma korkusuyla dolmuştu. Belki de ancak hamile anneler ya da çocuk isteyen kadınlar Bakire’ye mum adayabiliyordu. Bir sonraki sefer bir azizin yortu gününde içeri girmiştim ve saçlarına çiçekler örülmüş, omuzlarında çiçeklere boğularak sunak haline getirilmiş küçük birer aziz resmi taşıyan güzel kızlarla karşılaşmıştım. Orgun sesine uyarak kilisenin içinde çok ağır ağır yürüyorlardı. Oturulan sıralardan birinin sonundaydım, kafile benim çok yakınımda durdu. Kızlar neredeyse bana değecek kadar yakın ayakta durdular, derin derin soluklandılar, kutsal sunağın yükü altındaki omuzlarını biraz rahatlatmak için kımıldandılar. Yüzlerinde neredeyse gülümsemeyi andıran gergin ifadeler vardı. Kafileyi o kadar güzel bulmuştum ki, kilisenin kapısından dışarıya pazar tezgâhları etrafında toplaşmış insanların bulunduğu sokağa çıkmasını arzu etmiştim.

(…)

Trafiğe alışkın değildim genelde bisikletimi sadece tatillerde taşra yollarında sürdüğüm için, o yüzden trafik ışıkları ve arabalarla ne kadar iyi baş edebildiğimi görmek hoşuma gitti. Trafik ışıkları benden yana olmadığında başkalarının yaptığını gördüğüm şeyi hatırladım ve dev kamyonlarla otobüslerin arasından dala çıka en öne geçtim.

Beckenham yakınlarında, eski bir bahçe kapısının yanında yeni boyanmış bir ilan tahtası üzerinde çay ve hafif atıştırmalıklar ilanı gördüm. Kapıları burası acaba nasıl bir ev diye merak ettirdi beni. İçeri girip kahve ısmarlamaya karar verdim. Golf sahasına dönüştürülmüş parkın içindeki araba yolundan aşağı doğru bisikletle epeyce yol aldım. Geniş, dümdüz yeşilliğin üzerinde küçücük görünen siluetler tek başlarına ya da ikili üçlü gruplar halinde oraya buraya kımıldanıyorlardı. Arkalarında ısının neden olduğu hafif buğunun tüyümsü bir görüntüye büründürüp mavileştirdiği yumuşak ağaç kümeleri vardı.

(…)

Kahvemi içtim, bisküvilerimi yedim. Öğle yemeği için bu kadarı yeterdi. Önümdekileri bitirdikten çok sonra bile oval oturma odasında oturmuş odanın detaylarını sindirmekten ve aynı zamanda mutlu mutlu hayatımı ve şu Hamsin yortusu tatilini düşünmekten hoşnuttum. Aklıma yaptığım bir resim geldi, çatlakları arasından garip bitkiler ve otlar çıkan bir Korint sütun başlığı. Bitkilerden bazıları hayal ürünüydü ama ötekileri sanat okulunun arkasındaki spor sahasında bulduğum bazı bitkilerden kopya etmiştim. Bunları kopartip natürmort odasına taşımış, alçıdan başlığın kıvrımları ve sarmalları arasına sokuşturmuştum. Bunun şimdiye kadar yaptığım en iyi resim olduğunu düşünmek içimi ısıttı.

Nihayet gitmek için ayağa kalktım. Odaya son bir kez baktım, galerili holü bir kere daha kat ettim ve verandadan geçip dışarıya çıktım. Aklımdan evi restore etme planları geçiyordu. Kadın garsonları, dantelalı parşömen abajurları, bambu mobilyaları ve yiyecek tezgâhını acımasızca silip atıyordum.

Bisikletimi bahçedeki taş vazolardan birine dayalı bırakmıştım. Onu sürerek çakıllı yoldan geçirdim, bir-iki kere daha arkama baktım; sonra bisiklete atladım ve ana kapıya varıncaya kadar giriş yolunun başka bir sapağından ilerledim.

Şu an daha öğle üzeriydi ve sıcağın buğusu giderek daha da yaklaşıyor, uzaktaki ağaçların olduğu kadar çimenlerin üzerinde titreşiyor gibiydi. 

(…)Arabalar ve kamyonlar hızla yanımdan geçip giderken küçükken babamın bana trafik korkum yüzünden ve karşıdan karşıya geçerken son derece dikkatli olduğum için Önce Güvenlik adını taktığını hatırladım. Yolculuğun şu ana kadar çok kolay ve hoş geçtiğini düşündüm. Daha önce bisikletimi taşrada bırakıp Londra'ya getirmediğim için çok fırsatlar kaçırdığımı hissettim.

Düz geniş bir yolda gidiyordum, kenara yakın gitmeye dikkat ederek, arkama bakmadan ve trafik konusunda hiç endişelenmeden...

Acı ve kusma hissinin oluşturduğu büyük bir bulutun içinden bir ses duydum. Ses sorular soruyordu. Bir akordiyon gibi açılıp kapanıyordu sanki. Kelimeler yüksek tonda, bir orgun kabaran notaları gibiydiler, sonra eriyip bir bardaktaki suyun en minik madeni çınlaması haline geldiler.

Sırtüstü çimlerin üzerinde yatmakta olduğumu biliyordum: parlak çimenleri ensemde hissediyordum. Gözlerimi dikmiş gökyüzüne bakıyor ve kıpırdayamıyordum. Etrafımdaki her şey fırıl fırıl dönüyor ya da kırılıp dağılıyor gibiydi. Vücudumun tümü acıdan haykırıyor, kafamın içi bunun kükreyişiyle doluyor, gözlerim erimiş zamk gibi bir şeyin içinde yüzüyordu. Mürekkep ve kadifemsi bir is karışımına benzeyen yüklü bulutlar üstüme üstüme kusup duruyor, gövdem onları emiyor sonra eriyip gidiyorlardı. Yanımda çömelmiş duran sıvılaşmış adamın önünden, parlak küçük ışıklar yanıp sönerek aşağıya doğru iniyorlardı. Onun polis olduğunu derhal anladım ve mesleği gereği, üzerimde yerine getirilmesi gereken bir işlem gerçekleştirmekte olduğunu düşündüm. (Syf 7-11)

Yüreğimdeki huzur benim için oldukça yeni bir şeydi. Yattığım yerde rüya görmekten, sonsuza dek geçmişe giden bir tavşan deliği oymaktan çok memnundum. Bazen hayatımda hiç bu kadar mutlu ya da tatmin olmuş hissetmediğimi düşünüyordum ve belli belirsiz bu düşüncenin tehlikeli olduğunun farkındaydım. Çünkü bu, her türlü "gerçeklik"ten hoşnutsuzlukla ya da dehşetle yüz çevirmeme yol açıyordu. Hiçbir çaba harcamak istemiyordum. Sadece bana ilişmesinler istiyordum. (Syf 66)

Bana “Daha gençsin, atlatırsın, önünde daha çok zaman var” demiş olan sayısız insanı düşündüm. Avuntuların en soğuğu, gerçeklerin en zalimi gibi geldi bana bu.

(…)

Hayat şimdi çocukluğun hayal kurmalarından ve anılarından oluşmuş uzun bir hayaller dizisinden başka bir şey değil gibiydi. Bu dibe çökmüş, gömülmüş hayatın üzerinde gündelik yaşamın gerçekleri hareleniyor, durgun bir akıntı gibi şıpırdıyordu; öyle de hızlı geçip gidiyorlardı ki sanki, durup üzerlerinde düşünecek zamanım yoktu. Onları sadece titreşen bir ilgiyle kaydedebiliyordum; derken kayboluyorlar, olup biten yeni şeyler tarafından saklanıp sulara gömülüyorlardı. (Syf 76-77)


Bazen daha mutlu, içimdeki hayatla daha barışık olurdum ama başka zamanlarda da kırların ıssızlığında içimdeki terk edilmişlik duygusu artardı; o zaman birileriyle konuşmaya, kendimi kendi kalbimin boşluğundan yalıtmak için her şeyi yapmaya hazır olurdum.(Syf 86)


Bütün tiplere baktım, ve korkunç bir yalnızlık duygusu sardı beni; o gece yalnız olmak için duyduğum bütün arzuya rağmen üstelik. Herkesin benden koptuğunu, bunun her zaman böyle olacağını, yapacağım hiçbir şeyin fark etmeyeceğini hissettim. İnsanlardan yüz çevirdim, onlardan gönülden nefret ederek, ama bir yandan da beni bağırlarına basmalarını isteyerek. (Syf 90)

 


ARŞİV