EDEBİYAT HAYATINDAN HATIRLAMALAR- 119

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Suat Derviş’in “Büyük Ateş” romanıyla devam ediyor

18 Haziran 2021 - 11:52

Moda’da geçen bir Suat Derviş romanı

Suat Derviş edebiyatının her zaman yeni bir söz söylemeye vesile olması, hikâye ve romanlarından bize kalan en önemli yadigârlardan biri. Edebiyat tarihine bıraktığı onlarca eser, bugünden bakıldığında adından sık sık söz ettiren unutulmayacak bir mirastır. “Onu Bekliyorum” ve “Büyük Ateş” romanları da bu mirasın gün yüzüne çıkan yeni parçaları.

Büyük Ateş, 1 Kasım 1949’da Son Posta gazetesinde yayımlanmaya başlayan ve 81 tefrikadan oluşan bir aşk romanıdır. Muhterem ile 13 yıldır evli olan Fazilet’in, doğup büyüdüğü Moda sokaklarında karşısına çıkan Mazlum ile yaşadığı aşkı anlatır.

İthaki Yayınları’nın,  “Onu Bekliyorum” adıyla yeniden günümüze ulaştırdığı bu kitapta yer alan “Büyük Ateş” romanından çeşitli bölümleri sizlerle paylaşıyoruz.

BÜYÜK ATEŞ

O gün Moda’daki evden çıkmıştı. Serin bir sonbahar günüydü. Haftalardan beri yağmur yağmış ve sade iki gündür yağmur dinmişti. Fakat kuvvetli bir güneş çıkmadığı için yollar hala çamurluydu.

Fazilet, o akşam çocukluğundan beri itiyadı olan gezintisini yapmıştı.

Çocukluğunda akşam oldu mu teyzesiyle birlikte evden çıkarlardı. Teyzesi onun elinden tutar, bostanların arasından giden dar bir yoldan Küçük Moda Gazinosu’nun önüne, oradan deniz kenarından yanmış Ermeni Mektebi’nin yoluna çıkarlardı. Şimdi burası birahaneydi. Mektebin önündeki sokaktan Moda İskelesi’nin başına gelirler, oradan yokuş aşağı inerek evvela Moda İskelesi’ne doğru yürürlerdi. Sonra dönerler, yan merdivenlerden Moda Çayırı’na çıkarlar, orasını da bir baştan öteki başa kat ederek Moda Caddesi’ne çıkarlar ve oradan yürüyerek Mühürdar’a saparlardı.

Mühürdar Bahçesi’nin önünden şimdi apartmanlarla bezenmiş olan Rıza Paşa Arsası’nı takip ederek Kumluk’a gelirlerdi. Kumluk’ta mavnaların yanaştığı küçük iskeleye giderler yahut taş duvarların üstüne yahut da kayalıklara çıkarlar, güneşin batışını seyrederlerdi.

Dünyanın en güzel gurubu şüphesiz buradan seyredilebilirdi.

Fazilet hemen hemen yirmi beş senedir, hemen hemen her akşam aynı gezintisini yaptığı halde bir defa bile bu güneş batışlarının birbirine benzediğini görmemişti. Ufkun erguvan rengine büründüğü, güvercin kanı rengine boyandığı güneş batışları seyretmişti.

Bazı akşamlar ufuk filizi olur ve bol bir altın yaldızla sıvanmış gibi görünürdü.

Bazı akşamlar bu altın yaldız lacivert atlasa benzeyen bir denizin harelerini yaldızlar, bazen de ufuk tam bir kavuniçi renginden maviye, maviden kurşuniye dönen renk renk bulutlarla örtülürdü.

***

Muhterem’i bu gezintilere hiç alıştıramamıştı. O bunu çocukça bulmuştu. Bir tek akşam bile karısını bu gezintilerde takip etmemiş ve genç kadın da – ilk evlilik ayları müstesna- ondan sonra bir tek akşam bile bu eski itiyadından vazgeçmemişti.

İşte Mazlum’u tanımasına da yine böyle bir akşam gezintisi sebep olmuştu. Bütün bunlar inanılacak şey değildi ama… Öyle olmuştu.

Bundan aşağı yukarı altı ay evveldi. Hatta altı ay olmamıştı galiba. Bu senenin bir sonbahar akşamı gezmeye çıktığı zaman, kendisine Küçük Moda’ya inen dar ve bozuk yolda rast gelmişti.

Syf: 137-139

O gün soğuğa rağmen Küçük Moda’da denize bakarken her zamankinden daha fazla kalmıştı. Bunu anlayınca adımlarını sıklaştırdı. Hava serin olduğu için de biraz üşümüştü.

Hızlı yürüyüş kanını harekete getirdiği için Moda İskelesi’nden geri döndüğü sırada artık üşümediğini hissetmişti.

O günde bu suretle mutat gezintisini yapmış oldu.

Fakat dönüşte ve bu defa da yalnız olarak aynı genç adamla karşılaştığı zaman sebebini anlamadığı bir heyecan hissetmişti.

Syf: 141

Birdenbire tekrar kocasının kendisiyle hiçbir zaman böyle bir gezinti yapmamış olduğunu düşündü.

Teyzesi artık onun bu gezintilerine iştirak etmediğinden beri bu yolda her zaman kendisini çok yalnız hissetmiş olduğunu birdenbire içine çöken müthiş bir hüzünle anlamıştı. Zavallı teyzesi…

Şimdi Sahrayıcedit’teki küçük ve temiz bir taşın altında yatıyordu.

Syf: 143

Fazilet, teyzesinin mezarından döndüğü gün onunla senelerce her akşam birlikte yaptığı bu gezintiyi tek başına yaparken onun hatıralarını yaşıyordu. İşte bir gün… Böyle bir sonbahar günü, bu Küçük Moda’nın denize inen yolundan aşağı inmişlerdi.

O gün de bugün gibi güneşli bir gündü. Fakat bugünden çok daha sıcaktı. İkisi de ayaklarını ayakkabı ve çoraplardan sıyırmışlar, denize sokmuşlardı. Deniz pek soğuktu. Fakat onlar birçok oyunlar oynamışlar, denize taş atmışlardı. Sonra o gece Ferhunde teyze müthiş rahatsızlanmıştı.

Ne nazik ne nazlı bir bünyesi vardı onun.

Bir gün de kağıt helvası almışlar, içine dondurma koymuşlar, bu kalabalık yaz günü kimseye kendilerini göstermeden bunu yiyecek yer bulamamışlardı. En son yolun yanındaki metruk bir köşkün boş ve kimsesiz bahçesine tahta parmaklıklardan sıçrayıp atlamışlar ve orada boş bir havuzun kenarına oturup ayaklarını içine sallandırarak bu kağıt helvalarıyla dondurmalarını yemişlerdi.

Syf: 153

Bundan sonra her akşam gezintilerinde muntazam surette ona rast geldi. Her akşam iki kere…

Bir kere Küçük Moda’ya giden o dar sokakta, bir kere de o mahut köşe başında. Küçük sokakta onu her görüşünde gülümsüyor ve şapkasını çıkarıyordu.

Syf: 156

Bu tesadüfler en aşağı on beş gün böyle devam etmişti.

Bu on beş gün içinde bazen her gün üst üste ve bazen de gün aşırı veya üç günde bir ona rastlamıştı.

Bu on beş günden sonra birdenbire bir gün Muhterem’in hastalığı başlamıştı. Allahım bu ne müthiş bir şeydi!

Bir akşam baş ağrısıyla eve gelip hemen yatmıştı. Üç dört gün sonra doktorlar tifo olduğunu teşhis etmişti.

Genç kadın gayetle ağır hasta olan kocasının başucundan bir dakika bile ayrılmamıştı. Bir dakika bile…

Bu hastalık günleri ona Muhterem’in kendi hayatındaki mevkiini ve kendisinin ona verdiği kıymeti daha iyi öğretmişti.

Evet, bunu çok iyi anlamıştı…

Syf: 157

Moda’da doğmuş, Moda’da doğmuş bir insan olarak Fazilet denizi adeta ihtirasla severdi. Güvertede birkaç kere aşağı yukarı dolaştıktan sonra havanın soğuğuna rağmen küpeşteye dayanmış ve denizi seyretmekle o tuzlu deniz havasını ciğerlerine adeta bir aç gözlülükle çekmeye başlamıştı.

Syf: 162

Battaniyesini açtı. Yatağa süzülürken Muhterem’in sei “Aşk olsun” dedi, “beni öpmeden mi yatıyorsun?”

Onun hastalığından beri her gece kendisi ondan daha geç yattığı için onun yatağının yanına gitmeyi ve o uyuyorsa bile onu öpmeyi itiyat edinmişti.

“Uykunu açmak istemiyordum” derken Yalan bulmak da ne müşkül, diye düşündü. O uyurken bile onu her akşam öperim. Bu yalanların Muhterem’in üzerinde müthiş bir tesir yapacağını zannediyordu.

Kocası yatağın içinde doğrulacak ve sert bir sesle “Yalan söylüyorsun, niçin beni öpmüyorsun?” diye soracak zannediyordu. Hâlbuki öteki onun cevabından hiç de böyle bir yalan sezmemişti, “Tembellik edip de vazifeye yan çizmek olmaz” diyordu. “Ben hakkımdan vazgeçmiyorum”

Vazife!

Bu şaka birdenbire ona Muhterem’i sevmesinin hakikaten şaka götürmez bir vazife olduğunu hatırlattı.

Kadıköy’de belediye dairesinde, pencereden Kumluk’un bir ucu görülen bir odada masa üstündeki büyük bir deftere titreyen bir elle attığı bir imzayla ve resmen kabul etmiş olduğu bir vazife olduğu için de ona bir yabancı dudağın öpüşlerinin verdiği heyecanı vermiyordu artık.

Syf: 173


ARŞİV