WILLIAM GOLDING (1911-1993)
20. yüzyılın edebiyatının yazarlarından biri olan Golding, Corwall’da dünyaya geldi. Marlborough Grammar School’da ve Oxford’daki Brasenose College’da eğitim gördü. 1940’ta İngiliz Kraliyet Deniz Kuvvetleri’ne katıldı. Normandiya Çıkarması’nda aktif olarak yer alan yazar, savaşın dehşet verici etkilerini yakından deneyimledi. Bu deneyimler, onun insan doğasına dair görüşlerini kökten değiştirirken, edebi üretimini de derinden etkiledi.
İlk romanı Lord of the Flies (Sineklerin Tanrısı) birkaç yayıncı tarafından reddedildikten sonra 1954’te yayımlandı. Büyük ilgi gören roman 35 dile çevrildi. 1963 yılında Peter Brook tarafından beyaz perdeye aktarıldı.
1979'da Karanlığın Görünürlüğü için James Tait Black Memorial Ödülü'nü ve 1980'de Booker Geçiş Ayinleri Ödülü'nü kazandı. 1983 yılında Nobel ödülüne layık görüldü ve 1988'de “Sir” unvanı aldı.
1993'te ardında yarım kalmış bir roman bırakarak (The Double Tongue) kalp yetmezliğinden öldü. Yazarın İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan Sineklerin Tanrısı isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
SİNEKLERİN TANRISI
Ralph, bir elini külrengi bir ağaç gövdesine dayadı; gözlerini kısıp, ışıldayan suya baktı. Orada, belki bir mil uzakta, beyaz köpüklü kocaman dalgalar, sığ mercan kayalığa çarpıyordu. Daha ötelerde, açık deniz koyu maviydi. Tam önünde, girintili çıkıntılı mercan kayalarla sınırlanan lagün, bir dağ gölü kadar durgundu. Mavinin her çeşidi, gölgeli yeşiller, morlar vardı bu sularda. Suyla hindistan cevizi ağaçlarının yükseldiği set arasındaki kumsal, görünüşte sonu gelmeyen ince bir yaydı. Ralph'ın solundaki ağaçlar, kumsal ve sular, sonsuza dek uzanıyordu. Ve neredeyse gözle görülen sıcaklık, her bir yanı kaplamıştı. (Syf 4)
Ralph, hindistancevizi ağacının gövdesini hafif hafif okşadı. Bu adanın gerçekliğine artık inanmak zorunda olduğunu kavrayınca, sevinçten güldü, gene amuda kalktı. (Syf 5)
“Baban ne zaman kurtaracak bizi?”
“Elinden geldiği kadar çabuk kurtaracak”
Domuzcuk sudan çıktı, sırılsıklam ve çıplaktı; gözlüğünü çorabıyla sildi. Kulaklarına gelen tek ses, mercan kayalıklarında parçalanan büyük dalgaların uzun gıcırtısıydı şimdi.
“Baban nereden biliyor bizim burada olduğumuzu?”
Ralph, tembel tembel yuvarlanıp durdu suların üstünde. Suyun ışıltısıyla çarpışarak her yeri kaplayan hayal görüntüleri gibi, uyku sardı onu.
“Baban nereden biliyor bizim burada olduğumuzu?” Ralph “Biliyor” diye düşündü, “çünkü, çünkü, çünkü...”
Ralph'ın kulaklarından çok uzaklaşmıştı dalgaların kayalardaki gümbürtüsü:
“Havaalanında ona söylerler.”
“Söylemezler, Pilotun dediğini duymadın mı? Atom bombası dediğini? Hepsi öldü.”
Ralph sudan çıktı, Domuzcuk'un karşısına dikildi, bu alışılagelmemiş sorunu düşündü.
Domuzcuk direniyordu:
“Burası bir ada değil mi ?”
Ralph ağır ağır konuştu:
“Bir kayanın üstüne tırmandım. Burası bir ada bence.”
“Hepsi öldü” dedi Domuzcuk. “Burası da bir ada. Hiç kimse bilmiyor bizim burada olduğumuzu. Baban bilmiyor, hiç kimse bilmiyor...”
Domuzcuk'un dudakları titredi, gözlüğünün camları buğulandı:
“Ölünceye dek kalabiliriz burada.”
Domuzcuk bunu söyler söylemez, sıcaklık sanki arttı, tehlikeli bir yüke dönüştü. Ve lagünün suları, gözlerini kör eden bir ışımayla, üstlerine saldırır gibi oldu.
“Üstümü başımı alayım” diye mırıldandı Ralph, “Şurada.”
Güneşin düşmanlığına boyun eğip, küçük adımlarla kumda koştu. İskele biçimindeki kayalığın üstünde, şuraya buraya atılmış giysilerini buldu. Kurşuni gömleği sırtına geçirmekten garip bir haz aldı. Sonra kayanın kenarında yeşil gölgelikte, rahat bir kütüğe oturdu. Giysilerinin çoğunu kolunun altına sıkıştıran Domuzcuk da oraya tırmandı. Durgun lagüne bakan küçük yalıyarın yanında devrilmiş bir ağaç kütüğüne yerleşti dikkatle. Sularla ağaçların karmakarışık yansımaları, teninin üstünde titreşiyordu.
Domuzcuk, çok geçmeden konuştu:
“Ötekileri bulmalıyız. Bir şeyler yapmalıyız.”
Ralph bir şey söylemedi. İşte bir mercan adasıydı burası. Kendini güneşten koruyor, Domuzcuk'un uğursuz sözlerine kulak asmıyor, tatlı düşlere dalıyordu.
Domuzcuk ise direniyordu:
“Kaç kişiyiz burada?”
Ralph ayağa kalktı, Domuzcuk'un yanına dikildi:
“Bilmiyorum.” (Syf 9-10)
Doğru. Bir deniz kabuğu! Böyle bir şey görmüştüm eskiden. Bir tanıdığımın arka bahçesinin duvarında asılıydı. Sarmal biçiminde deniz kabuğu derdi buna. Öttürüp annesini çağırırdı; annesi de gelirdi. Öyle kıymetli bir şey ki (Syf 11)
Ralph, denizkabuğunun ucunu ağzına dayayıp, kuşkulu kuşkulu üfledi. Kendi soluğundan başka bir şey duymadı. Ralph, dudaklarındaki tuzlu suyu silip gene denedi ama ses çıkmıyordu denizkabuğundan.
“Tükürüyormuş gibi bir şey yapardı.”
Ralph, dudaklarını büzdü, hava fışkırttı denizkabuğunun içine. Osuruğu andıran hafif bir ses çıktı. Bu ses, iki çocuğun da öyle bir hoşuna gitti ki, birkaç dakika, kahkaha nöbetleri arasında, osuruk sesi çıkarıp durdu Ralph.
“Şuradan nefes alarak üflerdi.”
Ralph, Domuzcuk'un ne demek istediğini anladı; diyaframdan gelen bir solukla üfledi. Denizkabuğu hemen dile geldi: Kalın, haşin bir ses, hurma ağaçlarının arasında gümledi; ormanın çapraşıklığı içine yayıldı; dağın pembe granitine çarpıp yankılandı. Ağaçların tepesinden küme küme kuşlar havalandı. Ve bir hayvan, domuzlar gibi ciyak ciyak bağırarak çalıların içine daldı.
Ralph, dudaklarını ayırdı denizkabuğundan:
“Vay canına!”
Denizkabuğunun haşin gümbürtüsünün yanında, kendi sesi bir fısıltıyı andırıyordu. Denizkabuğuna dudaklarını dayadı, derin bir soluk alıp bir kez daha üfledi. Gümbürtü gene duyuldu. Ralph, kendini zorlayıp, daha derinden üfleyince, bir oktav yükselen ses, daha da uzaklara yayılan, kulak delici bir böğürtüye dönüştü. Domuzcuk, bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu; yüzü sevinçliydi; gözlüğünün camları ışıldıyordu. (…)
“Yemin ederim ki, millerce uzaklara yayılır bu ses.”
Ralph, soluğunu buldu, art arda kısa sesler çıkardı denizkabuğundan,
“İşte, bir tane geliyor!” diye bağırdı Domuzcuk.
Kumsalda, aşağı yukarı yüz yarda uzakta, hindistancevizi ağaçlarının arasında bir çocuk göründü. Belki altı yaşlarında, gürbüz, sarışın bir oğlandı. Üstü başı yırtılmış, yediği çeşitli meyveler yüzüne gözüne bulaşmıştı. Belirli bir amaçla pantolonunu indirmiş, beline tam çekememişti henüz. Ağaçların bulunduğu setten kuma atlayınca, pantolonu ayak bileklerine düştü. Ayaklarını pantolondan sıyırıp, küçük adımlarla kayalığa doğru koştu. Domuzcuk, oraya tırmanmasına yardım etti. Bu arada Ralph, ormandan sesler gelinceye dek öttürdü denizkabuğunu. Küçük oğlan, Ralph'ın önünde çömeldi, parlak gözlerle aşağıdan yukarıya doğru Ralph'a baktı. İşe yarayan bir şey yapıldığını kavrayınca, rahatlamaya başladı; bedeninde temiz olan tek şeyi, pembe baş parmağını, ağzına koydu.
Domuzcuk, küçüğe doğru eğildi:
“Adın ne senin?”
“Johnny.”
Domuzcuk bu adı mırıldandı kendi kendine. Sonra bağırarak, Ralph'a bildirdi. Ama hâlâ denizkabuğunu öttüren Ralph ilgilenmedi. Bu akıllara sığmaz gürültüyü çıkarmanın yoğun hazzıyla yüzü morarmıştı; yüreğinin çarpışı, gömleğini kımıldatıyordu.
Artık kumsalda hayat belirtileri başlamıştı. Sıcaklığın buğusunda titreşen kumsal boyunca, bir yığın biçimler göründü. Erkek çocuklar, sessiz sıcak kumda yürüyerek, iskele biçimindeki büyük kayalığa doğru geliyorlardı. İnsanı şaşırtacak kadar yakında bulunan, Johnny yaşında üç küçük oğlan, meyve tıkındıkları ormandan çıkıverdiler ansızın. Domuzcuk'tan belki biraz daha küçük esmer bir çocuk, çalıları itip ortaya çıktı; kayalığa gelince, neşeyle gülümsedi herkese. Art arda geliyordu çocuklar. Saf Johnny ne yaptıysa, onlar da aynı şeyi yapıyor, devrilen hurma ağacı gövdelerine oturup bekliyorlardı. Ralph, denizkabuğundan, ta uzaklara yayılan kesik sesler çıkarıyordu hiç durmadan. Domuzcuk, çocuk kalabalığı arasında yürüyor, adlarını soruyor, bu adları aklında tutabilmek için kaşlarını çatıyordu. Çocuklar, yalın bir uysallıkla boyun eğiyorlar; megafonlu adamın sözünü dinledikleri gibi, Domuzcuk'un da sözünü dinliyorlardı. Kimi çıplaktı; giysilerini elinde taşıyordu. Kimi yarı çıplak, yarı giyinmişti. Okul üniformalarının gri, lacivert, bej, yünlü ceketleri vardı sırtlarında. Rozetleri, işaretleri, hatta çoraplarında ve kazaklarında renkli şeritler vardı. Yeşil gölgelikte, oturdukları ağaç kütüklerinden yükselen başları, kumraldı, sarışındı, siyahtı, kestane rengiydi, kum rengiydi, donuk kahverengiydi. Bu başlardan mırıltılar, fısıltılar çıkıyordu. Ralph'a bakan, hesaplayıp düşünen gözler vardı bu başlarda. Çocuklar olumlu bir iş yapıldığını biliyordu.
Kumsaldan tek başına ya da ikişer ikişer gelen çocuklar, sıcaklığın buğu perdesinin meydana getirdiği sınırı aşınca, birdenbire görülüyorlardı. (Syf 13-15)
Akıl belirtileri gösteren tek kişi Domuzcuk'tu, şef olarak ilk düşünülmesi gereken de Jack'tı. Ne var ki, tüm gözler, hiç kıpırdamadan oturan Ralph'a çevrilmişti: Ralph iriydi, Ralph güzeldi. Ama farkına varmadıkları halde, onu seçmek istemelerinin gerçek nedeni deniz kabuğuydu. Bu büyük şeytanminaresini seslendiren, çabucak kırılabilecek bu güzel şeyi kucağında tutup onları kayalıkta bekleyen çocuğun bir ayrıcalığı vardı. "Denizkabuğunu tutan! (Syf 23)
Gözleri ışıl ışıl, ağızları açık, bir zafer kazanmanın, egemen olmanın mutluluğunu tattılar. Coşmuşlardı; dosttular.
Ralph, akıllıca konuştu:
“Tüten bir baca olmadığına göre, köy yok; bir sandal da yok. Sonradan iyice araştırırız bunu. Ama ıssız bir adadayız bana kalırsa.”
“Yiyecek buluruz.” dedi Jack,” Ava çıkarız, bir şeyler yakalarız... Sonra onlar gelir bizi kurtarırlar.” (Syf 29)
Ralph, artık denizkabuğunu öttürmüyordu ve büyük kayanın üstü çocuklarla dolmuştu. Sabahki toplantıdan farklıydı bu toplantı. Öğle sonrası güneş gökyüzünde alçalmış, kayanın öteki yanından parlıyordu şimdi. Güneşte yanmanın acısını çeken çoğu çocuklar, iş işten geçtikten sonra, giysilerini sırtlarına geçirmişlerdi. Eskisi gibi ayrı bir grup olmaktan az çok kurtulan koro üyeleri, pelerinlerini bir kenara atmışlardı.
Ralph, devrilen ağaç gövdelerinden birine oturdu. Güneş sol yanından geliyordu. Koro üyelerinin çoğu sağ yanındaydı. Solunda , yaşadıkları ülkeyi savaştan ötürü terk ettikleri sırada birbirlerini tanımayan daha büyükçe çocuklar vardı. Küçükler, Ralph'in karşısında otların üstüne çömelmişlerdi. (…)
Rahat rahat konuşabileceğini, söylemek istediklerini söyleyebileceğini anladı birdenbire. Elini sarı saçlarının arasından geçirdi, konuşmaya başladı:
“Biz, bir adadayız. Dağın tepesine çıktık, her bir yanda su gördük. Ev görmedik, baca dumanı görmedik, ayak izi görmedik, tekne görmedik, insan görmedik. Issız bir adadayız; bizden başka kimsecikler yok burada.”
Jack, Ralph'ın sözünü kesti:
“Ama gene de bir ordu gerek. Avlanmak için bir ordu. Domuzları avlamak için.”
(…)
Ralph, “Görüyorsunuz ki, bize et bulacak avcılar gerek” dedi. “Bir şey daha var.”
Denizkabuğunu kucağından aldı, güneşin yaraladığı yüzlere baktı.
“Burada büyükler yok. Kendi kendimize bakmak zorundayız.”
(Syf 33-34)