Edith Nesbit: Demiryolu Çocukları

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Edith Nesbit ile devam ediyor

19 Nisan 2024 - 10:02

Edith Nesbit (15 Ağustos 1858- 4 Mayıs 1924)

15 Ağustos 1858’de Kennington, İngiltere’de doğdu. Kardeşi Mary’nin hastalığı nedeniyle ailesinin sürekli seyahat etmesi gerekti ve Edith Nesbit’in çocukluğu İngiltere, Fransa, Almanya ve İspanya’da geçti. Bu seyahatler Mary 1871’de hayatını kaybedene kadar devam etti. Yaşadıkları kaybın ardından, annesiyle birlikte İngiltere’nin Kent şehrine yerleşti. Buradaki yaşamı sonraki yıllarda yazacağı Demiryolu Çocukları (1906) için ilham kaynağı oldu. Sosyalist bir kuruluş olan Fabian Society’ye girdi.

1890'ların başında çocuklar için kurgu yazmaya başladı ve sonunda gençler için 60'tan fazla kitabın yanı sıra yetişkinler için daha az başarılı romanlar ve şiir koleksiyonları üretti.  En bilinen eserleri Ejderha Kitabı (1901), Büyülü Kale (1907), Büyülü Şehir (1910) olmak üzere onlarca roman ve öykü kitabı ile şiirler yazdı. 4 Mayıs 1914’te Kent’te hayatını kaybetti.

Yazarın İletişim Yayınları tarafından okurla buluşturulan Demiryolu Çocukları kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

DEMİRYOLU ÇOCUKLARI

İlk başta, demiryolu çocukları değillerdi. Maske- lyne-Cooke'un sihirbazlık gösterilerine, pando- mimlere, hayvanat bahçesine ya da Madame Tussaud's Müzesi'ne gitmiyorlarsa demiryolu akıllarına bile gelmezdi. Sokak kapısı vitraylı, koridoru fayanslı, musluklarından hem sıcak hem soğuk su akan, zilleri elektrikli, büyük pencereli, odaları beyaz badanalı, kırmızı tuğlalı, emlakçılara sorsanız “her tür modern ihtiyacı karşılayan”, sıradan bir banliyö evinde, anne babalarıyla yaşayan sıradan çocuklardı.

Üç kardeştiler. Roberta en büyükleriydi. “Anneler tüm çocuklarını eşit sever,” deseler de onlarınki en sevdiği çocuğunu seçse, Roberta'yı seçerdi. Ortanca kardeş, büyüyünce mühendis olmak isteyen Peter’dı, en ufakları da her şeyi en ufakları da her şeyi hiç kötü niyeti olmadan yapan Phyllis.

Anneleri sıkıcı hanımlara sıkıcı ziyaretlere giden, evinde sıkkın sıkkın oturup sıkıcı hanımların ziyarete gelmesini bekleyen tiplerden değildi. Neredeyse her ânını evde geçirir, çocuklarıyla oynar, onlara kitaplar okuyup ev ödevlerini yapmalarına yardım ederdi. Üstelik onlar okuldayken hikâyeler yazar; ikindi çayından sonra onlara yazdıklarını okur; doğum günleri ya da yeni doğan kedileri vaftiz ettikleri, oyuncak bebek evini tekrar döşedikleri veya çocukların kabakulak geçirdikten sonra giderek iyileştikleri günler gibi önem- li günlere özel komik şiirler uydururdu.

Bu üç şanslı çocuğun her istedikleri ellerinin altındaydı: güzel giysiler, sıcacık bir yuva, oyuncak dolup taşan bir oda ve resimli duvar kağıtları. Nazik ve neşeli bir bakıcıları, bir de James isminde köpekleri vardı. Ayrıca babaları dünyalar tatlısıydı; kimseye asla kızmaz, hiç insafsız davranmazdı ve her an oyun oynamaya hazırdı... Tabii, hazır olmadığı zamanlar hariç ve öyle zamanlarda da hep mükemmel bir bahanesi olur ve çocuklara sebebini öyle komik, öyle ballandıra ballandıra açıklardı ki çocuklar, babalarına içtenlikle inanırlardı.

Çok mutlu olduklarını düşünebilirsiniz. Mutluydular mutlu olmasına, fakat Kırmızı Konak'taki tatlı hayatlarına veda edip bambaşka bir hayata başlamak zorunda kalana dek ne kadar mutlu olduklarını anlamamışlardı.

Korkunç değişim aniden yaşandı.

(…)

Kızıl saçlı hizmetçileri Ruth içeri girdi ve iki beyefendinin evin reisini görmeye geldiğini haber verdi.

“Onları kütüphaneye aldım efendim,” dedi.

“Kilise işleriyle ilgili gelmiş olacaklar," dedi anneleri, “ya da koronun bayram ödeneğiyle ilgilidir. İşinizi çabuk halledin hayatım. Akşamımızı bölmesin, hem çocukların yatma vakti geliyor.”

Ama babaları beyefendilerle işini çabuk halledemedi.

(…)

Anneleri yeşil gözlü bir prensesle ilgili yeni bir masal anlatarak onları oyalamaya çalıştı, ama zordu bu, çünkü kütüphaneden babalarının ve beyefendilerin seslerini duyabiliyorlardı. Babaları kilise işleri ve koro ödenekleri için gelen insanlarla konuşurken kullandığından çok farklı ve yüksek bir sesle konuşuyordu.

O sırada kütüphane zili çaldı ve herkes rahat bir nefes aldı.

“Sonunda gidiyorlar,” dedi Phyllis, “onları dışarı ya geçirsinler diye zili çalmıştır.”

Ama Ruth ziyaretçileri dışarı çıkarmak yerine içeri geldiğinde çocuklar onun biraz tuhaf göründüğünü düşündü.

“Hanımım,” dedi Ruth, “beyefendi beyefendi, çalışma odasına gelmenizi rica etti. Beti benzi atmış hanımım, kötü bir haber aldı galiba. Kendinizi en kötüsüne hazırlayın hanımım, aileden biri ölmüş olabilir, bir banka batmış olabilir, birisi...”

“Bu kadarı yeterli Ruth,” dedi anneleri nazikçe, “sen çıkabilirsin.”

Sonra kütüphaneye gitti. Tekrar konuşmalar başladı. Ardından zil tekrar çaldı ve Ruth bir taksi çağırdı. Çocuklar bot seslerinin dışarıya yöneldiğini, sonra da merdivenlerden aşağı indiğini duydu. Taksi yola koyuldu, evin ön kapısı kapandı. Ardından anneleri içeri geldi. Güzelim suratı dantelli elbisesi kadar beyazdı, ardına kadar açılmış gözleri parlıyordu. Ağzı soluk kırmızı bir çizgi gibiydi, incecik kalmış dudakları her zamanki haline hiç benzemiyordu.

“Yatma vakti,” dedi. “Ruth sizi yatıracak.”

“Ama babam eve geldiği için bu akşam geç yatacağımıza söz vermiştin,” dedi Phyllis.

“Babanızın gitmesi gerekti... Bir işi çıktı,” dedi anneleri. “Hadi, canlarım benim, yatağa.”

Ona öpücük verdikten sonra çıktılar. Roberta bi raz oyalanıp annesine sarıldı ve fısıldadı:

“Kötü bir haber mi yoksa anne? Birisi mi ölmüş...”“Kimse ölmemiş, hayır,” dedi annesi, neredeyse Roberta'yı itecekti. “Bu akşam bir şey söyleyemem canım. Hadi yatmaya tatlım, hadi hemen.”

(…)

Ertesi sabah kahvaltıya indiklerinde anneleri çoktan çıkmıştı.

(…)

Geldiğinde saat neredeyse yedi oluyordu ve o kadar hasta, o kadar yorgun görünüyordu ki çocuklar ona soru sormaktan çekindiler.

(…)

Bakın, canlarım size bir şey söyleyeceğim. Dün gece gelen adamlar çok kötü haber getirdiler ve babanız bir süre uzakta kalacak. Çok endişeliyim ve hepinizin bana yardım etmesini istiyorum, işleri benim için zorlaştırmayın”

“Asla öyle bir şey yapmayız!” dedi Roberta, annesinin elini yüzüne götürerek.

Anneleri, “İyi ve uslu durur, ben yokken kavga etmezseniz bana çok yardımınız dokunur,” derken Roberta ve Peter birbirlerine suçlu suçlu baktılar. “Çünkü evden çok sık ayrılmam gerekecek.”

“Kavga etmeyeceğiz. Kesinlikle kavga etmeyeceğiz,” dedi herkes. Ve ciddiydiler de.

(…)

Bir sabah anneleri kahvaltıya indi, benzi solgundu, yüzünde eskiden olmayan kırışıklıklar vardı. Elinden geldiğince gülümseyerek, “Canlarım benim, her şey ayarlandı. Bu evden ayrılacağız ve köye taşınacağız. Tatlı mı tatlı, küçük ve beyaz bir eve. Bayılacaksınız eminim,” dedi.

Ardından hummalı bir toplanma faslı başladı. Deniz kıyısına giderkenki gibi sadece giysi toplamıyorlardı, sandalyelerle masaların üstleri çuhalarla, bacakları samanlarla sarılıyordu.

(…)

Kuzinesinde bir şeyler pişen bir köy evinin mutfağına girip de ateşin yakınlarında duran, içinde kabarık hamuruyla pişirilmeyi bekleyen bir güveç gördünüz mü hiç? Gördüyseniz o sıralarda gördüğünüz her şeyle ilgilenecek kadar küçükseniz şeytana uyup parmağınızı güvecin içinde dev bir mantar gibi duran yuvarlak ve tombul hamura batırmak istemişsinizdir kesin. Parmağınızın hamurda bıraktığı izin sonunda yavaşça kaybolduğunu ve hamurun siz dokunmadan önceki haline döndüğünü hatırlarsınız.  Tabii eliniz pis değilse, yoksa geride küçük siyah bir iz bırakırsınız.

İşte çocuklar da babalarının gitmesi ve annelerinin gitmesi ve annelerinin bu kadar mutsuz olması karşısında böyle hissediyorlardı. Olaylar üstlerinde derin bir iz bırakmıştı, ama bu iz çok uzun süre kalmamıştı.

Bir süre sonra, babalarını unutmamış olsalar da, onun yokluğuna alıştılar; okula gitmemeye, üst kattaki odasında yazan, yazan ve daha çok yazan annelerini nadiren görmeye de. Anneleri çay saatinde aşağı iner; yazdığı öyküleri okurdu. Çok güzel öykülerdi.

Kayalar, tepeler, vadiler ve ağaçlar, kanal ve hepsinden de ötesi demiryolu o kadar yeniydi ve o kar keyifliydi ki konaktaki eski hatıraları rüya gibi gelmeye başlamıştı.

Anneleri onlara ara sıra “hayli yoksul” olduklarını söylüyordu, fakat bu öylesine bir laftan ibaretmiş gibi geliyordu. Yetişkinler, hatta anneler bile sık sık pek bir şey ifade etmeyen, sırf bir şey söylemiş olmak için söylenmiş gibi görünen sözler sarf ederlerdi. Hep yeterli yiyecekleri vardı ve her zaman giydikleri güzel elbiseleri giyiyorlardı.

Ama haziranda üç gün yağmur yağdı; yağmur damlaları mızrak gibi düşüyordu ve hava çok ama çok soğuktu. Kimse dışarı çıkamıyordu, herkes titriyordu. Üst kata gidip annelerinin kapısını tıklattılar.

“Ne oldu?” diye sordu anneleri içeriden.

“Anne,” dedi Bobbie, “ateş yakamaz mıyım? Nasıl yakılacağını biliyorum.”

“Olmaz kuzum benim. Haziranda ateş yakamayız, kömür çok kıymetli. Üşüdüyseniz gidip tavan arasında sıçrayıp oynayın. Isınırsınız.”

 

“Ama anne, ateş yakmak için azıcık kömür yeter.”

“O kadarına bile durumumuz elvermiyor canımın içi,” dedi annesi neşeyle. “Hadi koşun, aferin size... Çok işim var şimdi!”

(Syf 11-45)

Peter'in kömür madeni macerasından sonra istasyondan uzak durmaya karar vermişlerdi, ama demiryolundan uzak durmadılar, duramıyorlardı da zaten. Hayatları boyunca günün her saati taksilerin ve minibüslerin vızır vızır geçtiği; yağ satanın bal satanın, her tür ıvır zıvır satanın her an önlerin de bitiverdiği bir caddede yaşamışlardı. Sakin kırsalın derin sessizliğini bozan tek şey trendi. Çocukları eskiden sürdükleri hayata bağlayan tek şey buydu sanki. Üç Baca'nın hemen önünden her gün dosdoğru aşağı inen üç çift ayak, sert ve kısa otlarda iz bırakmaya başlamıştı.

(…)

Anneleriyse hemen hep yazmakla meşguldü. İçlerinde öyküler olan uzun mavi zarflar gönderir, farklı boylarda ve renklerde kocaman zarflar alırdı. Bazen zarfı açtığında iç geçirir, “Bir başka hikâye daha yuvasına geri döndü. Eyvahlar olsun!” derdi. Bu durum çocukları çok üzerdi.

Ama bazen de bir zarfı elinde sallarken, “Nihayet. Aklı başında bir editörmüş. Hikâyemi kabul etti, bu da baskı provası,” derdi.

(…)

Ne zaman bir editör aklını başına toplasa çay yanında çörek yiyorlardı.

Bir gün Peter, Çocuk Dünyası editörünün aklı başında olmasını kutlamak için kasabaya çörek almaya giderken istasyon şefiyle karşılaştı.

Huzursuzlandı, çünkü kömür madeninde yaşanan olayı iyice düşünmeye vakti olmuştu. İstasyon şefi- ne “Günaydın,” demek istemiyordu ki normalde ıssız bir yolda karşılaşılan insanlara selam vermek gerekirdi. İstemiyordu, çünkü istasyon şefinin kömür çalan birisiyle konuşmak istemeyeceğine dair kulaklarına kadar yayılan yakıcı bir hisse kapılmıştı. “Çalmak” nahoş bir kelimeydi ama Peter doğru kelime olduğunu anlar gibiydi. Bu yüzden başını eğip ağzını bile açmadı.

Yanından geçerken, “Günaydın,” diyen istasyon şefi oldu. Peter, “Günaydın,” diye cevap verdi. Sonra düşündü:

“Belki gündüz gözüyle kim olduğumu çıkaramamıştır, yoksa o kadar nazik davranmazdı.”

Bu düşüncenin verdiği histen hiç mi hiç hoşlanmamıştı. İstasyon şefinin peşinden koşma isteğini bastıramadı, adam Peter'ın botlarının toprak yolda çıkardığı patırtıları duyunca durdu. Peter nefes nefese, kulakları kıpkırmızı yanına vardı.

“Beni tanımadınız galiba, nazik olmanıza gerek yoktu.”

“Nasıl yani?” dedi istasyon şefi.

“Kömürleri benim aldığımı anlamamışsınızdır diye diyorum,” diyerek devam etti Peter. “Hani 'Gü- naydın,' dediğinizde. Ama o bendim ve özür diliyorum. Bu kadardı diyeceğim.”

“Kömürleri düşündüğüm falan yoktu,” dedi istasyon şefi.

(Syf 53-55)

 

 


ARŞİV