EDMONDO DE AMICIS (21 Ekim 1846-11 Mart 1908)
Sardinya’da doğan İtalyan yazar okula Torino’da başladı. 1865 yılında askerliğe duyduğu ilgi sayesinde piyade subayı oldu. 1866 yılındaki savaşa katıldı. Sonrasında Floransa’da askeri gazetede fıkra ve makaleler yazdı. Askerlik ile ilgili fıkra ve makalelerini 1868'de kitap haline getirip yayımladı. Ordudan ayrıldıktan La Nazione gazetesi tarafından muhabir olarak İspanya'ya gönderilen yazar; gazete yazılarını "İspanya" (La Spagna) adına bir kitap haline getirmiştir. 1870'lerin sonuna kadar Hollanda, İngiltere, Fas, İstanbul, Paris gibi yerlere seyahat etti ve izlenimlerini "Olanda" (1874), "Ricordi di Londra" (1874), "Marocco" (1876), "Constantinopoli" (1878-1879) ve "Ricordi di Parigi" (1879) adlı kitaplarında yayımladı. İstanbul gezisini anlattığı iki ciltlik Costantinopoli adlı eseri, Türkçeye "1874'te İstanbul" (Reşad Ekrem Koçu çevirisi; kısaltılmış metin, 1938) ve "İstanbul" (Beynun Akyavaş çevirisi; tam metin, 1981) başlıklarıyla çevrildi.
1880'lerde kendini çocuk ve okul hayatını konu edinen eserlere veren yazarın uzun süre üzerinde çalıştığı "Çocuk Kalbi" (Cuore) isimli kitap 15 Ekim 1886 tarihinde yayımlandı. Kendi oğlunun günlüğünden esinlenerek yazdığı eser, kısa bir sürede çok büyük bir başarıya ulaştı, pek çok dile çevrildi; çok satılan ve okunan bir çocuk kitabı oldu.
Yazarın İletişim Yayınları tarafından yayımlanan ve dünya çocuk edebiyatının başyapıtlarından kabul edilen Çocuk Kalbi kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
ÇOCUK KALBİ
Bugün okulun ilk günü. Köydeki o üç aylık tatil bir rüya gibi geldi, geçti. Annem bu sabah beni Baretti Okulu’na götürüp üçüncü sınıfa yazdırdı; bense köyü düşünüyordum, içimden gelmiyordu okula gitmek.(…)
Bu sabahtan beri yeni öğretmenime de ısınmış bulunuyorum. Biz sınıfa girerken o çoktan yerine oturmuştu, ara sıra geçen yılki öğrencilerinden biri ona selam vermek için sınıfın kapısında beliriyordu:
“Günaydın, öğretmenim.”
“Günaydın, Bay Perboni.” Kimi de sınıfa giriyor, onun eline dokunup kaçıveriyordu. Onu sevdikleri, tekrar ona dönmek istedikleri belli oluyordu.
O da onlara “Günaydın,”diye karşılık veriyordu. Uzattıkları ellerini sıkıyor, ama hiçbirine bakmıyordu; her selama karşılık alnındaki derin çizgiyle ciddiyetini bozmadan pencereye dönüp karşıdaki evin çatısına bakıyordu; bu selamlamalara sevineceğine dertleniyordu sanki. Sonra her birimize teker teker, dikkatle bakıyordu. Bize yazı yazdırırken kürsüden inip sıraların arasında dolaşmaya başladı, yüzünü olduğu gibi kırmızı kabarcıklar kaplamış bir çocuğu görüp yazdırmayı bıraktı, yüzünü ellerinin arasına alıp baktı, sonra çocuğa neyi olduğunu sordu ve ateşi var mı diye bakmak için elini alnına koydu. O sırada arkasında bir çocuk sıranın üstüne çıkıp komiklik yapmaya başladı. Öğretmen bir anda arkasını döndü, çocuk şıp diye yerine geri oturuverdi ve oracıkta başı önünde, cezasını bekler halde kalakaldı.
Öğretmen bir elini onun başına koyup “Bir daha yapma, “dedi.
Başka da hiçbir şey demedi. Kürsüsüne dönüp yazdırmasını yaptırdı.
Yazdırma işi bitince, bir an sessizce bize baktı; sonra yavaş yavaş, gür ama hoş sesiyle “Dinleyin,” dedi, “birlikte geçireceğimiz bir yılımız var. Bunu iyi geçirmeye bakalım. Derslerinize çalışın ve uslu olun. Benim ailem yok. Ailem sizlersiniz benim. Geçen yıla kadar annem vardı, ama o da öldü. Yalnız başıma kaldım. Dünyada sizlerden başka kimsem yok, sizlerden başka sevip düşüneceğim kimsem yok. Sizler benim çocuklarım olmalısınız. Sizleri seviyorum, sizin de beni sevmeniz gerekiyor. Kimseyi cezalandırmak istemiyorum. İyi yürekli çocuklar olduğunuzu gösterin bana; okulumuz bir aile, sizler de benim tesellim ve gurur kaynağım olacaksınız. Söz verin demiyorum, yüreğinizde bana çoktan evet demiş olduğunuzdan eminim. Size teşekkür ediyorum.”
O anda hademe dersin bittiğini bildirmek üzere içeri girdi. Hepimiz sıralarımızdan sessiz sedasız kalktık. Sıranın üstüne çıkmış olan çocuk öğretmenin yanına gidip titreyen bir sesle “ Öğretmenim, beni bağışlayın,” dedi.
Öğretmen onu alnından öptü ve “Tamam, hadi evladım,” dedi.
(Syf 13-19)
Dün sabah Carlo Nobis'in Betti'ye ettiği lafı Garrone hayatta etmezdi. Carlo Nobis burnu havada biri, çünkü babası zengin bir bey. Uzun boylu, siyah sakallı, ciddi mi ciddi, hemen her gün oğluna okula kadar eşlik eden birisi. Dün sabah Nobis sınıfın en küçüklerinden, bir kömürcünün oğlu olan Betti'yle kavga etti ve haksız olduğu için başka diyecek bir laf bulamadığından, ona bağırarak “Senin baban da kılıksızın teki,” deyiverdi.
Betti saçlarının dibine kadar kızardı, tek söz etmedi, ama gözlerine yaşlar doldu, eve dönüp babasına bu lafları aktardı, ufak tefek, kara kuru bir adam olan kömürcü de öğle yemeğinden sonra oğlunun elinden tutup öğretmene şikâyette bulunmak üzere okula geldi. Öğretmene şikayette bulunurken herkes suspus olmuştu, her zaman olduğu gibi kapıda oğlunun paltosunu çıkarmakta olan Nobis’in babası adının geçtiğini işitip içeri girdi ve açıklama istedi:
“Bu işçi,” dedi öğretmen, “oğlunuz Carlo onun oğluna 'Baban kılıksızın teki,' dediği için şikâyete gelmiş.”
Nobis'in babası kaşlarını çattı ve hafif kızardı. Sonra oğluna sordu: “Öyle mi dedin?”
Oğlu -sınıfın ortasında, küçük Betti'nin karşısında başı eğik öylece durarak- yanıt vermedi.
O zaman babası onu kolundan tutup Betti'nin iyice önüne çekerek “Özür dile,” dedi.
Kömürcü “Yok, yok,” diyerek araya girmek istedi. Ama Bay Nobis ona aldırmayıp oğluna bir kez daha, “Özür dile,” dedi, “dediklerimi tekrar et. Babamın elini sıkmaktan onur duyacağı babana karşı ettiğim aşağılayıcı, düşüncesizce, soysuzca laftan dolayı senden özür dilerim.”
Kömürcü “istemiyorum” dercesine kararlı bir harekette bulundu.
Bay Nobis onu görmezden geldi ve oğlu gözlerini yerden kaldırmadan ağır ağır, cılız bir sesle “Babamın... Elini sıkmaktan onur duyacağı... Babana karşı ettiğim aşağılayıcı... Düşüncesizce, soysuzca laftan dolayı... Senden özür dilerim,” dedi.
Bunun üzerine Bay Nobis kömürcüye elini uzattı, kömürcü de onun elini kuvvetle sıktı, hemen sonra oğlunu Carlo Nobis'in kollarına itti.
“Bu ikisini aynı sıraya oturtmanızı rica ediyorum,”dedi Bay Nobis öğretmene. Öğretmen de Betti'yi Nobis'in sırasına oturttu. Onlar yerlerine geçtiklerinde Nobis'in babası selam verip çıktı. Kömürcũ yan yana oturan iki çocuğa bir süre düşünceli düşünceli baktı, sonra sıraya yaklaşıp bir şey söylemek ister gibi gözlerini sevgi ve üzüntü dolu bir ifadeyle Nobis'e dikti, ama bir şey söylemedi, okşamak ister gibi elini uzattı, ama cesaret de edemedi, iri parmaklarını çocuğun alnına şöyle bir sürmekle yetindi. Sonra kapıya yöneldi, arkasını dönüp bir kez daha çocuğa baktı ve gözden kayboldu.
“Bu gördüklerinizi aklınızdan hiç çıkarmayın, çocuklar,” dedi öğretmen, “yılın en güzel dersi bu oldu.”
(Syf 58-60)
Babam yavaş yavaş herkesle arkadaş olmam için getirmemi ya da benim gidip onlardan birini ziyaret etmemi istiyor. Pazar günü Votini'yle, hani şu iyi giyinen, ha bire üstünü başını düzelten, Derossi'yi de çok kıskanan arkadaşla gezmeye gideceğim.
Bugünse Garoffi bize geldi; uzun boylu, sıska, baykuş gagası gibi burnu olan, miniminnacık kurnaz gözleriyle dört bir yanı tarayıp duruyora benzeyen arkadaş. Bir bakkalın oğludur o. Garip biri. Sürekli cebindeki paraları sayıyor, hızlı hızlı parmak hesabı yapıyor, çarpım tablosuna bakmadan her türden çarpmayı yapıyor. Para da biriktiriyor, banka hesap cüzdanı bile var şimdiden. Tek kuruş harcamıyordur kesin, sıraların altına tek bir kuruşu düşse bile bir hafta boyunca arar o kuruşu. “Tam saksağanlar gibi ha."”diyor Derossi. Eline ne geçse, işi bitmiş kalemdir, kullanılmış puldur, iğnedir, mum dibidir, ne varsa toplar. Pul biriktirmeye başlayalı iki yıldan fazla oldu, şimdiden her ülkeye ait yüzlerce pulu var, tamamen dolduğunda bir kitapçıya satacağı büyük bir albüm içinde bunlar. Kitapçı da defterleri ona bedava veriyor, çünkü Garoffi dükkânına bir sürü çocuk getiriyor. Okulda sürekli ticaret halinde, her gün bir şeyler alıp satıyor, çekilişler yapıyor, takas yapıp duruyor; sonra takastan pişman olup verdiğini geri istiyor, ikiye alıp dörde satıyor, nişancılık oynayıp hiç kaybetmiyor, eski gazeteleri tütüncüye satıyor ve bütün bu işlerini kaydettiği, toplama-çıkarma işlemleriyle dolu küçük de bir defteri var. Okulda sadece matematiğe çalışıyor ve ödül istiyorsa bu sırf kukla tiyatrosuna bedava girebilmek için. Seviyorum onu, beni eğlendiriyor. Ağırlık ve terazilerle pazarcılık oynadık beraber, o her şeyin tam fiyatını biliyor, ağırlıkları tanıyor, dükkâncılar gibi de hızla ve güzelce paketleme yapıyor. Okulu bitirir bitirmez bir dükkân açıp kendi buluşu olan bir işe girişeceğini söylüyor. Ona yabancı ülke pulları verdiğimde çok mutlu oldu ve bunlardan her birinin koleksiyonlar için tam olarak ne kadara satıldığını söyledi. Babam gazete okuyormuş gibi yaparak onu dinliyor ve pek eğleniyordu.
(…) Carettii, hani odun satıcısının oğlu, “Annesinin canından bile geçer, yine de pullarından vazgeçmez” diyor onun için. Babamsa bunan inanmıyor.
“Öyle hemen yargılama,” dedi bana, “tutkulu olmaya tutkuludur, ama yüreği de var.”
(Syf 97-99)
Bugün küçük duvarcı bize geldi, avcı ceketi vardı üzerinde, babasının kireç ve alçı lekeleriyle beyaza kesmiş eskilerini giyinmişti. Onun bize gelmesini babam benden çok istiyordu. Nasıl da sevindik! İçeri girer girmez kardan sırılsıklam olmuş hasır şapkasını çıkardı ve cebine tıkıştırdı; sonra mermi misali burnuyla o elma gibi tombalak minik suratını oraya buraya çevirip yorgun işçilere has o salapati yürüyüşüyle ilerledi; yemek odasına girdiğinde etraftaki mobilyalara şöyle bir göz attı, sonra gözlerini kambur bir soytarı olan Rigoletto'nun resmedildiği tabloya dikip "tavşan suratı" taklidi yaptı. Onun tavşan suratı taklidi yaptığını görüp de gülmemek mümkün değil. Tahta parçalarıyla oynamaya başladık. Kule ve köprü yapmakta olağanüstü bir yeteneği var, mucize eseri ayakta duruyor gibi bunlar; son derece ciddiyetle, büyük adam sabrıyla çalışıyor bunların üzerinde. Bir kuleyle diğeri arasında ailesinden söz etti bana. Bir tavan arasında kalıyorlarmış, babası okuma yazma öğrenmek üzere akşam okuluna gidiyormuş, annesi Biellalıymış. Onu seviyor olmalılar, belli yani; çünkü böyle yoksul işi giyinmişse de giysileri onu soğuktan iyice koruyacak biçimde güzelce yamalanmış, kravatı da annesinin eliyle pek güzel bir şekilde bağlanmış.
- Dediğine göre babası kapılardan sığmayan, iriyarı, dev gibi bir adammış, ama iyi yürekliymiş, oğluna hep "tavşan surat" dermiş. Oğluysa ufak tefek biri. Dörtte divana oturup beraber ekmek ve şam üzümüyle ikindi kahvaltısı ettik; kalktığımızda, neden bilmem, babam küçük duvarcının ceketiyle beyaz leke bıraktığı divanın arkalığını temizlememi istemedi. Elimi tutup bana engel oldu, sonradan gizlice kendi temizledi lekeyi. Oynarken küçük duvarcı avcı ceketinin bir düğmesini düşürdü, annem de düğmeyi dikti, o ise kızardı ve annem düğmeyi dikerken ona şaşkınlık ve kafa karışıklığı içinde, nefesini tutmuş halde öylece bakakaldı. Sonra ona bakması için karikatür albümünü verdim, oradaki yüzleri hiç de farkında olmadan öyle güzel taklit etti ki babam bile gülüyordu.
Giderken öyle mutluydu ki hasır şapkasını takmayı unuttu, sahanlığa vardığında şükranlarını sunmak üzere bir kez daha tavşan suratı taklidi yaptı bana. Adı Antonio Rabucco onun, sekiz yaşını sekiz ay geçmiş...
Divanın arkalığını temizlemeni neden istemedim, biliyor musun oğlum? Çünkü orayı arkadaşının gözü önünde temizlemek, kirletmiş olduğu için onu azarlamak gibi olurdu. Bu da hiç iyi olmazdı, çünkü, bir, bunu bilerek yapmamıştı, iki, bu lekeyi babasının giysileriyle bırakmıştı, ki bu leke de babasının giysilerine çalışırken bulaşmıştı ve insan çalışırken üstüne bulaşan şey kir değildir; tozdur, kireçtir, ne istersen odur ama kir değildir. Çalışmak kirletmez. İşten dönen bir işçiye asla "pis" deme. "Giysilerinde emeğinin izleri, belirtileri var," de. Hatırla bunu. Ve küçük duvarcıyı, bir, arkadaşın olduğu için, iki, işçi çocuğu olduğu için sev.
Baban