Egon Hostovský : Sığınak

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Egon Hostovský ile devam ediyor.

15 Eylül 2023 - 08:51

EGON HOSTOVSKÝ (23 Nisan 1908- 7 Mayıs 1973)

1908 yılında Hronov’da sekiz çocuklu Yahudi bir ailenin en küçüğü olarak dünyaya geldi. 

Prag’da felsefe eğitimi aldı. İlk metinleri öğrenci dergilerinde yayımlandı. Çeşitli yayınevlerinde editör olarak çalıştı. İlk kitabı 1926 yılında basıldı. 1937-39 döneminde Çekoslovak Dışişleri Bakanlığı'nda memur olarak çalıştı. Brüksel'de ders verdi. Almanya’nın Çekoslovakya işgali esnasında Paris’teydi. 1940 yılındaki Paris işgalinin ardından önce Portekiz’e, oradan Amerika Birleşik Devletleri’ne geçti. Ailesi Nazi toplama kamplarında katledilen Hostovský, savaşın ardından 1946 yılında ülkesine geri döndüyse de, 1948 yılındaki darbenin sonrasında, hayatının geri kalanını geçireceği Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti. Amerika'da önce Çekçe öğretmeni olarak, ardından gazeteci ve Svobodna Evropy'nin editörü olarak çalıştı.

Yaşadığı dönemde romanları pek çok Avrupa diline çevrilen Hostovský, çağdaşları arasında öne çıkan bir yazardı. Egon Hostovský’nin Livera Yayınları tarafından yayımlanan kitabı Sığınak, Türkçeye çevrilen ilk kitabıdır.

Sığınak, Prag’daki ailesini terk edip, umutsuz bir aşkın, peşinden Paris’e giden Çek bir mühendisin, Almanlar tarafından işgal edilen ülkesine dönemeyip bir evin bodrum katında yaşamak zorunda kalması ve orada geçirdiği iki yıla yakın sürede karısı Hana’ya iletilmek üzere yazdığı özlem ve pişmanlık dolu uzun bir mektuptan oluşuyor. Yazarın kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

SIĞINAK

Sevgili Hanacığım, nihayet tuhaf hikâyem hakkındaki gerçeği öğreneceğine dair içime bir umut doğdu. Hakkında sana pek çok şey yazmak istediğim iyi insanlar, bu yazdıklarımı güvenli, muhtemelen okyanus aşırı bir yere gönderip savaştan sonra sana verebileceklerine beni ikna ettiler. Hâlâ yaşıyorsun, bundan hiç şüphem yok ve tüm bu dehşet, çılgınlık ve sefalet kasırgası geçtikten sonra uzun bir süre daha yaşayacaksın. Bundan eminim; seni sürekli görüyorum, ne zaman uyusam beraberiz, yüzüne eklenen her kırışıklığı tanıyorum, saçlarının tamamen ağardığını, vücudunun biraz eğildiğini biliyorum, tanrım, hakkında o kadar çok ayrıntı biliyorum ki, sanki her gün görüşüyoruz. Bekliyorsun ve muradına ereceksin Hanacığım! Evet, bir gün bu satırları okuyacaksın, yoksa hiçbir şeyin anlamı olmazdı; en ufak bir şeyin, yaşamımızın, evliliğimizin, çektiğimiz eziyetlerin ve kör çabalarımızın bile. Ve buna inanmıyorum, bu olamaz, her şeyin bir anlamı var, her olayın, her rastlantının, her felaketin olduğu gibi, her ufak ayrıntının da.

Muradına ermen şart, çünkü aramızda geçenleri nihayete vardırmamız gerekiyor. Ve benim bunu yapabilmem ancak şimdi mümkün oldu. Yeni anladığım, açıklığa kavuşan onca konu, daha önce bilmediğim onca kelime ve onca şey buldum ki.

Savaştan sonra bunu sana söylerler mi, yoksa yazarlar mı, bilmiyorum. Belki bunu, burada yazdıklarımdan, tam da bu paragraftan öğreneceksin. Ben, Hanacığım, muradıma eremeyeceğim.

Ölmek istediğimi veya ölmem gerektiğini yazmak aptalca geliyor. Artık buluşamayacağımızı ve beraber yaşamayacağımızı, birbirimize verdiğimiz zararları telafi edip, birlikte çocuklarımızın hayatından mutlu olamayacağımızı birkaç kelimeyle nasıl anlatabilirim, hiçbir fikrim yok. Ölümümü bir şekilde oyuna getirmeye çalışmak gülünç olurdu. Tam anlamıyla gönüllü değil, muhtemelen illa gerekli de değil ama doğal.

Ah, ne olursa olsun, biraz daha okumaya devam et, lütfen kendine gel, bu satırları okuduğun anda artık hayatta olmamamın gerçekten hiçbir anlamı kalmayacak. Beni görmeyeli o kadar çok oldu ki, ruhunda kim bilir kaç kez cenazemi kaldırmış ve arkamdan ağlamışsındır.

(…)

Her şeyden önemlisi, en baştan bilmelisin ki, senden kaçmadım. Sana ve çocuklara veda etmeden ayrıldım çünkü birkaç gün sonra döneceğimi sanıyordum, ancak olaylar buna mâni oldu. Devam eden sayfalarda, vaktim kalırsa sana her şeyi açıklamak istiyorum. Bu defteri bitirebilir miyim bilmiyorum, bu yüzden en iyisi ana hadiseleri hemen yazıp, ayrıntılara sonra dönmek olacak.

10 Nisan 1939 günü, sana söylediğim gibi Ostrava'ya gitmedim, onun yerine Paris'e uçtum. Prag'ın işgalinden hemen sonra, Almanların adıma tutuklama emri çıkardığını öğrendim. Sen ve çocuklar için endişelendiğim için ne bir şey yazdım, ne de haber gönderdim. Fransa'da genelde gözden uzak yaşadım ve muhtemelen hemşerilerimin hiçbiri nereye kaybolduğumu bilmiyordu ve hâlâ bilmiyorlar. Fransa düştüğünde, yanlışlıkla Paris polisi tarafından tutuklandım. Ancak bir hafta sonra salıverdiler ve ardından Almanlar peşime düştü. Paris'ten ayrılınca Normandiya'nın küçük bir köyünden daha uzağa gidemedim. Orada eski dostum Doktor Aubin'i buldum. Sanırım sana ondan bahsetmiştim. Bu keskin zekâlı Fransız, bana acıdı ve çılgın bir öneride bulundu: beni tüm savaş boyunca saklayacaktı. Kabul ettim. Ve o gün bu gün, tek penceresinden hiçbir şey görülmeyen, duvarındaki çatlaktan çok az şey görülen bir bodrum deliğinde yaşıyorum. Az çok yiyeceğim var, gazete okuyorum, bazen radyo dinliyorum ama insan sesi pek duyulmuyor ve nadiren dışarıda hızla geçen bir insan yüzü seçiyorum. Doktor Aubin beni sadece gece vakti, karanlıkta ziyaret ediyor. 1940 Haziran'ının ikinci yarısından beri bu hapiste yaşıyorum. Şu an Mayıs 1942.

 

Bu yılın nisan ayının sonunda sürem doldu. Yaptığım, sana mutlaka inanılmaz ve akıl almaz gelecek. Nasıl söylesem? Hepsine tekrar döneceğim ama şimdilik... kısacası, bir insan öldürdüm. Tanıdığım biriydi ve nefsi müdafaa değildi. Evet, maalesef doğru! Daha önce karıncayı bile incitmemiş olan ben, onu öldürmek zorunda kaldım. Bu, sığınağımdan ilk çıkışımdı. Cesedini bodruma taşıdım ve bir gece ve bir gün ve bir gece ve bir gün daha onunla yaşadım, çünkü Doktor Aubin, aksi gibi yanıma o kadar uzun süre gelmemişti. Nihayet geldiğinde, beni korkunç bir ruh hali içinde buldu ve kendisi de ölümüne korktu. Benim yüzümden, daha doğrusu bodrumundaki ceset yüzünden, direniş örgütüyle sırrını paylaşmak zorunda kaldı. Örgüt cesedi ortadan kaldırdı ama beni keşfetti. Mühendis olduğumu öğrenince, zorlu ve tehlikeli bir teklifte bulundular. Kabul etmedim. Ama sonra birden zihnimde o kadar çok şey açıklığa kavuştu ki, bana bu insanları Tanrı'nın gönderdiğini anladım. Başlangıçta niçin herkesin ölmemi istediğini anlamıyordum: kâh Almanlar, kâh direniş örgütündeki Fransızlar; hem dostlarım, hem düşmanlarım. Ama bir anda her şeyi anladım ve onlara eylemi yapacağıma dair söz verdim. Gerçi canlı çıkacağıma dair en ufak bir ümidim bile yok, mamafih lütfen bir kahraman olduğumu düşünme. Aslında her ne kadar onaylamasam da, bunu severek yapacağım. Hani birinin kendini feda etmesi gerekir ya, ben de kendimi öncelikle kendim için, sonra senin için feda edeceğim. Bunu yapmasam, muhtemelen dünyada hiçbir şey değişmezdi, yalnızca sana her şeyi şu anki gibi anlatamıyor olurdum ve yalnız ve terk edilmiş ölürdüm ve geçmiş beni kedere boğardı. Şimdi uçabiliyormuşcasına hafifim.

(…)

Ben bu keşmekeşe kazara karıştım. Sakin bir şehirli hayatı sürüyordum, asla kimseyi aldatmadım, içki içmedim, sigara kullanmadım, vergimi ödedim, kanuna uydum, siyasete karışmadım. Eve dönmemi, işime devam etmemi, eşim ve çocuklarıma bakmamı engelleyen tüm felaketleri bir anda kavrayabilmeye insanın havsalası yetmiyor. Hiçbirinde kabahatim yok ve köpekten beter yaşamayı, inimde kapalı kalmayı, çalışmanın, yüksek sesle konuşmanın, karnım doyana dek yemenin, ısınmanın bana yasak olmasını katiyen hak etmiyorum. Ama yine de, beklemeye ve fırtınayı sığınakta pinekleyerek atlatmaya hakkım yok.

Şimdi hikâyemin en zor kısmına geldim. Benim için en önemli noktasına. Kaçtıkça ve ölümden saklandıkça kafam allak bullak oluyordu. Ne yapmalı, ne yapmalı? İçimde bir ses sürekli bağırıyordu: Bütün bunlar niye? Sen masumsun ya! Ve dünyanın yankısı bana bir şey söylemiyordu. Henüz onu kalbime tercüme edebileceğim dili öğrenmemiştim. Ne yapmalı? Sığınağımı terk edersem, Almanlar beni yakalayacak ve işkencede öldürecek. İngiltere'ye ulaşmaya çalışsam? Nasıl? Doktor Aubin yardım edemiyordu. Ev sahibimin hakkında epey bilgi sahibi olduğu Fransız direniş örgütlerine mi katılsam? Bana ihtiyaçları olamaz, saklanmak zorunda olan hiç kimseye ihtiyaçları olamaz.

Ve kendi kendime zulmettikçe, düşündükçe, uyumayıp çıldırdıkça, kaderim de yazılıyordu. Çünkü gülünç hayatım ve gerçekdışı yazgımın, benim dışımda kalan büyük hikâyenin sadece bir kırıntısı olduğunu unutmuştum. Ve büyük hikâyeden kaçmak mümkün olmuyor, Hanacığım. İnsan aynı anda kendinden, insanlardan, Tanrı'dan ve dünyadan kaçamıyor. Ne kadar saklanırsa saklansın, hep oyunda kalıyor. Her hareketi bir yerlerde ölçülüp tartılıyor. Ama özneyle nesnenin anlaşması mümkün. Şayet bunu zamanında bilip anlasaydım, sabırla doğru ani bekler ve nafile sorularla kendimi hırpalamazdım. Doğru an her hayatta gelir, sadece tanımak gerek! İnsanlarla ve evrenle ilelebet bütünleşecek miyiz yoksa bir gölgenin kayıp gölgesine mi dönüşeceğiz sorusunun sadece bize bağlı olduğu o anı kaçırmamak gerek! Figüranlıktan çıkıp, monoloğumuzu geri alınmaz şekilde okuyabildiğimiz ve rolümüzü hakkını vererek oynayabildiğimiz o vakti ıskalamamak gerek!

(Syf 7-15)

İnsan yalnızlıkla kuşatılmışsa ve sadece kendi kalbinin vuruşlarını duyuyorsa, kibir aynasının tüm sırrı düştüğünde, ölüme yaklaştığımızda ve onun hazin kucağında beşikteymiş gibi sallanırken, kendimizi, dostlarımızla düşmanlarımızı, mezarın puslu barışçıllığının içinden gördüğümüzde bu anlarda, hatalı adımlarımız hakkında kendimize yalan söylemeyiz. Yani, şimdi sana seni hiç terk etmediğimi söylüyorsam, bu yalan değil. Seni aldatmak için, dönmemek üzere gitmedim Hanacığım. Benimki bambaşka bir şey. Hepimizin en ağır yükünün acizlik olduğu bir zamanda gizlice Prag'dan Paris'e uçtum. Bu yükü artık taşıyamıyordum. Bir boşluğa doğru yolculuğa çıktım. Uzaklara bir dilenci sikkesi aramaya çıkmıştım, aradığımı sadece kendi içimde bulabileceğimi bilmiyordum-ya oradadır, ya da hiçbir yerde. Birisine onu sevdiğimi söylemek ve onun beni sevdiğini duymak istiyordum. O günlerde milyonlarca insan benim gibi kayıptı. Aşk ve umut sözleri, telaffuz edilir edilmez dudaklarımızda eriyordu. Sonsuzluğun nefesi sözcüklerden buharlaşmıştı çünkü geçerliliklerini sığlaştırmıştık. Ama içimizde, başlangıçta, hayatın eşiğinde bir yerde olanlara açlık kalmıştı ve boğazımız, ebedi kelimelerin meyvesine susamışlık ıstırabıyla yanıyordu, dilimizde sadece acı kabukları kalmıştı. Ne kadar çok konuşursak, suskunluğumuz da o kadar derinleşiyordu. Acı çekiyorduk çünkü mücadele etmemiş, kaybolmuştuk, çünkü zor yollardan kaçınmıştık. Yani, benim suçum aslında neydi ki? Bana zuhur edilene inanmak istemiyordum; kurtuluşu kendimde, sende ve çevremizde aramak istemiyordum. Paris’e uçtum ve şehrin renkli bağırışının içinden, ilk temasta kaybolacağı kesin olan bir hayaletin peşinden sendeledim.

(Syf 35)


ARŞİV