E.M. Forster: Bir Paniğin Öyküsü

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta E.M. Forster ile devam ediyor.

24 Mayıs 2024 - 11:01

E.M. FORSTER (1879- 7 Haziran 1970)

Edward Morgan Forster, ailesinin Londra’da Dorset Meydanı’ndaki evinde 1879’da dünyaya geldi. Babasını erken yaşta kaybeden Forster, Tonbridge Okulu’nda öğrenim gördükten sonra King’s College, Cambridge’e kabul edildi ve burada önce klasik filoloji, daha sonra tarih eğitimi gördü. Kolejiyle hayat boyu bağını koparmayan Forster, olgunluk döneminde fahri öğretim üyeliği alacak ve dersler verecekti. Okul günlerinde Leonard Woolf, Lytton Strachey ve John Maynard Keynes gibi Bloomsbury Grubu üyeleriyle arkadaşlık kurdu; yazarlık kariyeri boyunca da bu grubun uzak çevresinde yer almayı sürdürdü. Altı romanından dördü Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden önce yayımlandı:Meleklerin Uğramadığı Yer (1905), The Longest Journey (En Uzun Yolculuk, 1907), Manzaralı Bir Oda (1908) ve Howards End (1910). Savaş yıllarında İskenderiye’de Kızıl Haç yararına görev yapan Forster, savaş sonrasında daha önce de ziyaret ettiği Hindistan’a giderek Dewas Mihracesi’nin yanında özel kalemlik yaptı. On yıl arayla yaptığı iki Hindistan seyahati sonrasında Hindistan’a Bir Geçit romanını bitirdi ve 1924 yılında yayımladı.Edebiyat çevrelerinin ve halkın övgülerle karşıladığı roman aynı zamanda Femina-Vie Heureuse ve James Tait Black Memorial Ödülü’nü de kazandı. Forster üretken bir edebiyat eleştirmeniydi; çeşitli süreli yayınlara incelemeler ve denemeler yazdı, Cambridge’de edebiyat üzerine verdiği bir dizi dersi Roman Sanatı (1927) adıyla kitaplaştırmıştı. Aldığı fahri doktoradan sonra hayatının geri kalanını Cambridge’de geçirdi. Forster’ın diğer eserleri arasında Cennet Dolmuşu (1911) ve The Eternal Moment (Ebedi An, 1928) adlı iki öykü derlemesi, iki deneme kitabı, iki biyografi, İskenderiye üzerine yazdığı iki kitap bulunur. 1949 yılında kendisine layık görülen şövalyelik unvanını reddetse de, 1969 yılında liyakat nişanını aldı. 1970 yılında doksan bir yaşında hayatını kaybetti. Külleri bir gül bahçesine döküldü. 

Yazarın İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Cennet Dolmuşu isimli kitabında yer alan  “Bir Paniğin Öyküsü”nden bölümler paylaşıyoruz.

BİR PANİĞİN ÖYKÜSÜ

…  Ben basit, sade bir insanım, edebi üslup konusunda hiçbir iddiam yok. Bununla birlikte, bir olayı abartmadan anlatabilmek gibi bir meziyetim de vardır; işte bu yüzden, sekiz yıl önce yaşadığımız olağanüstü olayları tarafsız bir bakış açısıyla aktarmaya karar verdim.

Son derece şirin bir belde olan Ravello’nun küçük, şirin otelinde çok hoş insanlarla tanıştık. Robinson kız kardeşler, o sıralar on dört yaşlarında olan yeğenleri Eustace’la birlikte altı haftadır oradaydılar. Mr. Sandbach da bir süredir oradaydı. İngiltere’nin kuzeyinde rahipken sağlık sorunları yüzünden istifa etmek zorunda kalmıştı; toparlanmak üzere geldiği Ravello’da, Eustace’ın –ne yazık ki pek yetersiz olan– eğitimini ele almış, onu seçkin özel okullarımızdan birine hazırlamaya çalışmaktaydı. Ayrıca, sözde ressam Mr. Leyland ve son olarak da, otelin sevimli sahibesi Signora Scafetti’yle İngilizce bilen sevimli garson Emmanuele vardı; ne var ki sözünü ettiğim günlerde, Emmanuele, hasta babasını ziyarete gittiği için aramızda değildi.

Karım, iki kızım ve ben de bu küçük topluluğa katıldık ve sanırım memnuniyetle karşılandık. Ne var ki, saydığım kişilerin çoğundan hoşlandığım halde, ikisine hiç kanım ısınmadı. Bunların biri ressam Leyland, diğeri de Robinson kız kardeşlerin yeğeni Eustace’tı.

Leyland düpedüz kibirli ve sevimsiz bir adamdı; bu özellikleri, anlatımda çeşitli örneklerle açığa çıkacağı için şimdilik üzerinde durmayacağım. Ama Eustace sevimsiz olmanın da ötesinde, kelimelerle anlatılamayacak kadar iticiydi.

(…)

Çalışkan bir çocuk olsaydı, o kadar aldırmazdım, ama Eustace ne oyunda gayretliydi ne de derslerinde. En sevdiği faaliyetler, terasta bir şezlongta uzanmak ve ayaklarını sürüye sürüye, omuzları çökük, tozlu anayolda aylak aylak dolaşmaktı. Doğal olarak rengi solgun, göğsü içine çökük ve kasları gelişmemişti. Halaları narin bir çocuk olduğu kanısındaydılar; asıl derdi disiplin eksikliğiydi.

O unutulması imkânsız gün, hep birlikte tepedeki kestane ormanında piknik yapmaya karar vermiştik; bir tek Ja net, suluboya katedral resmini bitirmek için bizimle gelmeyip otelde kalmıştı; maalesef pek başarılı bir girişim olmadı.

(…)

İki saatlik bir tırmanıştan sonra, Robinson kız kardeşleri ve karımı taşımış olan eşekleri bırakıp hep birlikte vadiye yürüdük; adının Vallone Fontana Caroso olduğunu daha sonra öğrendim.

O günden önce de, daha sonra da, pek çok güzel manzara gördüm, ama bu kadar güzelini az gördüm. Vadi fincan biçiminde, dev bir çukurla son buluyor, etraftaki sarp dağlardan akan dereler bu çukura dökülüyordu. Hem vadi, hem dere boyları hem de dere boylarını ayıran tepeler, yemyeşil kestane ağaçlarıyla kaplıydı; dolayısıyla manzara, sanki çok parmaklı, avucu havaya çevrilmiş yeşil bir el çırpınarak bizi yakalamaya çalışıyormuş gibi bir izlenim uyandırıyordu. Vadinin derinliklerinde Ravello’yu ve denizi görebiliyorduk, ama başka bir dünyanın var olduğuna dair tek belirti de buydu.

(…)

Eustace o sabah her zamankinden de huysuzdu. Her zamanki gibi gelmek istememiş, halaları da otelde kalıp Janet’ın başına bela kesilmesine neredeyse razı olmuşlardı. Ama ben, onların izniyle spor konusunda Eustace’a oldukça sert bir nutuk çekmiştim; sonuçta bizimle gelmeyi kabul etmişti, ama her zamankinden de suskun ve somurtkandı.

Eustace itaat konusunda pek başarılı sayılmazdı. Her talimata mutlaka önce itiraz eder, sonra homurdana homurdana yerine getirirdi. Benim bir oğlum olsa, mutlaka tartışmadan ve hevesle itaat etmesi konusunda ısrarlı olurdum.

Sonunda, “Geliyorum... Mary... Hala,” diye cevap verdi ve bir ağaç dalını yontarak düdük yapıp oyalandıktan sonra, bizim bütün hazırlıkları tamamladığımızdan emin olunca, yanımıza geldi.

“Lütfettiniz, beyefendi!” dedim. “Her iş bittikten sonra nihayet gelip hazıra konuyorsunuz bakıyorum.” Şaka yollu paylamalara hiç katlanamayan Eustace iç geçirdi. Miss Mary, benim bütün itirazlarıma rağmen, ısrarla Eustace’a tavuğun kanadını vermek gibi bir hata yaptı. Gayet iyi hatırlıyorum, güneşin, temiz havanın, ormanın tadını çıkaracağımıza, şımarık bir çocuğun ne yemesi gerektiği konusunda münakaşa ettiğimizi düşünüp bir anlık öfkeye kapıldım.

(…)

Güneyin tatlı kestaneleri, bizim irikıyım Kuzeylilerle kıyaslandığında, çelimsiz yeniyetmeler gibidirler. Ama dağları ve vadileri alımlı bir tül gibi baştanbaşa sarmalamışlardı; sadece iki düzlük vardı, biri bizim oturduğumuz yerdi.

Kesilmiş olan bu birkaç ağaç yüzünden Leyland mal sahibine verip veriştirmeye başladı. “Doğa bütün şiirselliğini kaybediyor,” diye haykırıyordu, “Gölleri, bataklıkları kurutuluyor, denizleri dolduruluyor, ormanları kesiliyor. Nereye baksak, bayağılığın, perişanlığın yayıldığını görüyoruz.”

Mülkler konusunda tecrübe sahibi olduğumdan, ağaç kesiminin büyük ağaçların sağlığı bakımından gerekli olduğunu söyledim. Ayrıca, mülk sahibinin topraklarından hiçbir gelir elde etmemesini beklemek makul değildi.

“Manzaraya ticari açıdan bakarsanız, mal sahibinin yaptıkları sizi memnun edebilir. Ama benim için bir ağacın paraya dönüştürülebileceğini düşünmek bile iğrenç bir şey.”

“Doğanın armağanlarını değer taşıdıkları için itici bulmanın mantığını anlayamıyorum,” diye kibarca cevap verdim.

 Cevabım Leyland’ı susturmadı. “Ne olursa olsun,” diye devam etti, “hepimiz umarsızca bayağılığa gömülmüş durumdayız. Kendimi bunun dışında tutmuyorum.”

(…)

Konuşma çeşitli konulara dağılarak devam etti, sonra susuldu. Mayıs ayının bulutsuz bir öğle sonrasıydı, körpe kestane yapraklarının açık yeşil tonu göğün koyu maviliğiyle gözü okşayan bir karşıtlık oluşturuyordu. Manzarayı daha iyi görebilmek için hepimiz küçük düzlüğün kenarına oturmuştuk, arkamızdaki kestane fidanlarının gölgesi yetersizdi. Bütün sesler kesildi; en azından benim hatırladığım bu; Miss Robinson’ın fark ettiği ilk huzursuzluk işareti, kuşların yaygarasıymış. Bütün sesler kesildiğinde bile, uzaktaki ulu bir kestane ağacının iki dalının, ağaç sallandıkça birbirine sürtünüşünü işitebiliyordum. Sürtünme sesi giderek seyreldi ve sonunda o ses de kesildi. Vadinin yeşil parmaklarını seyrediyordum, her şey mutlak bir kıpırtısızlığa gömülmüştü; doğa sakinken sık sık yaşadığımız gerilim duygusu, yavaşça beni pençesine alıyordu.

Ansızın hepimiz, Eustace’ın düdüğünden çıkan irkiltici sesle, elektrik çarpmış gibi sarsıldık. Hayatımda duyduğum en kulak tırmalayıcı, en şiddetli sesti.

“Eustace,” dedi Miss Mary Robinson, “zavallı Julia Hala’nın başını ağrıtacaksın yavrum.”

 Görünüşe bakılırsa uyumakta olan Leyland yerinde doğruldu.

 “Oğlan çocuklarının yüceliğe, güzelliğe karşı tamamen duyarsız olması anlaşılır gibi değil,” dedi.

“Böyle bir yerde huzurumuzu bozmanın yolunu bulabileceğini düşünemezdim.”

Sonra o korkunç sessizlik tekrar üzerimize çöktü. Ben ayağa kalkmış, karşıdaki yamaçta açık yeşilleri koyu yeşile dönüştürerek esen hafif rüzgârı seyretmekteydim. Dayanağı olmayan uğursuz bir önseziye kapılarak arkama döndüğümde, hayretler içinde ötekilerin de ayağa kalkmış aynı şeyi seyretmekte olduğunu gördüm.

Daha sonra olanları mantıklı bir biçimde anlatmam mümkün değil; ama utanmadan itiraf edebilirim ki, tepemde pürüzsüz, masmavi gökyüzü, altımda baharla yeşermiş orman, çevremde iyi yürekli dostlar olduğu halde, müthiş bir korkuya kapıldım; böyle bir korkuyu ne daha önce ne daha sonra yaşadım, bir daha da yaşamak istemem. Diğerlerinin gözlerinde de çıplak, anlaşılmaz bir korku okunuyor, ağızları nafile konuşmaya, elleri nafile hareket etmeye çalışıyordu. Oysa çepeçevre bollukla, güzellikle, huzurla sarmalanmıştık, her şey kıpırtısızdı, sadece o hafif esinti, şimdi bizim bulunduğumuz yamaçtan yukarı yol almaktaydı.

İlk önce kimin harekete geçtiği konusunda daha sonra bir anlaşmaya varamadık. Ama şunu söyleyebilirim ki, bir saniye içinde hepimiz çılgınca koşmaya başlamıştık.

Leyland en öndeydi, arkasında Mr. Sandbach, sonra karım. Ama çok kısa bir an gördüm onları; düzlüğü aşıp ormana girdim, çalıların, kayaların üzerinden atlayarak, kurumuş dere yataklarını izleyerek aşağıdaki vadiye kadar hep koştum, koştum. Koşarken gökyüzü kapkara olsa, ağaçlar yeni bitmiş ot olsa, yamaç düz bir yol olsa fark etmezdim; hiçbir şey görmüyor, işitmiyor, hissetmiyordum, çünkü hem bütün duyularım hem de zihnim tıkanmıştı. Başka zamanlar yaşamış olduğum türden manevi bir korku değildi bu; kulaklarımı tıkayan, gözümün önüne bir perde çeken, ağzımı kötü tatlarla dolduran yabani, zorba, maddi bir korkuydu. Sonra geride bıraktığı duygu ise sıradan bir aşağılanmışlık hissi değildi; çünkü insani bir korku değil, hayvani bir korkuydu yaşadığım.

Olayın sonunu da başından daha anlaşılır biçimde aktaramayacağım, çünkü korkumuz, geldiği gibi sebepsiz geçti. Ansızın tekrar görmeye, işitmeye başladım, öksürüp boğazımı temizledim. Arkama bakınca diğerlerinin de durduğunu gördüm; az sonra yine bir araya toplanmıştık, ama tekrar konuşabilmemiz, hele konuşmaya cesaret etmemiz, epey zaman aldı.

Kimse ciddi bir zarara uğramamıştı. Zavallı karımın bileği burkulmuş, Leyland’ın bir tırnağı bir ağaç kabuğuna takılıp kopmuştu, benim de kulağımda sıyrıklar vardı. Duruncaya kadar farkına bile varmamıştım.

Hepimiz suskunduk, soran bakışlarla birbirimize bakıyorduk. Ansızın Miss Mary Robinson korkunç bir çığlık attı. “Yüce Tanrım! Eustace nerede?” Mr. Sandbach tutmasa, yere düşecekti.

 “Geri dönmemiz gerek, hemen geri dönmeliyiz,” dedi kızım Rose; aramızda en sakin görünen oydu. “Ama iyi olduğunu sanıyorum... Hissediyorum.”

(…)

Düzlüğe vardığımızda hepimizin dili çözüldü. Düzlüğün karşı tarafında yemeğimizin artıkları duruyor, biraz ötede de Eustace sırtüstü uzanmış, kıpırtısız yatıyordu.

(Syf 43-51)


ARŞİV