Emine Semiye: Gayya Kuyusu

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Emine Semiye ile devam ediyor.

22 Eylül 2023 - 08:54

EMİNE SEMİYE (28 Mart 1864-1944)

1864 yılında İstanbul’da doğan Emine Semiye yazar, öğretmen ve kadın hareketinin öncülerinden biridir. İlk Türk kadın romancı Fatma Aliye hanımın kardeşi olan Emine Semiye tarihçi devlet adamı Ahmet Cevdet Paşanın kızıdır. Ablası ve abisi gibi evde öğrenimini aldı. Daha sonra Fransa ve İsviçre’de psikoloji ile sosyoloji eğitimi aldı. 1892 yılında öğretmenlik yapmaya başladı daha sonra Selanik’te kız okulları müfettişliği yaptı. 1909 yılında kurulan ve Fırka-i İbad olarak adlandırılan Osmanlı Demokrat Partisi’ne üye oldu. Daha sonra gizlice İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı. 1912 yılında Balkan Savaşı’nda gönüllü hemşirelik yaptı.

Yazarlığa Hanımlara Mahsus Gazete'sinde başladı. Öğretmenlik yaptığı yıllarda başta kadın ve çocuk sorunları olmak üzere, çeşitli konularda makaleler yazmaya devam etti. Bahçe, Asır, Yeni Asır, Yeni Edirne, Şûrâ-yı Ümmet, Resimli Kitap, Yeni Gazete, Saadet gibi gazete ve dergilerde öykü ve romanları yayımlandı. En ünlü eseri Sefalet, Selanik’teki Mütala Gazetesi’nde tefrika edildi. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra yazmaya ara verdi. Cumhuriyetin ilanından sonra ise yazarlıktan tamamen uzaklaştı ve daha çok sosyal-siyasal meselelerle ilgilenmeye başladı. Şahika Karaca’ya göre Emine Semiye’nin son yazısı 10 Şubat 1927 tarihli İzler dergisinin 25. sayısında yayımlanan “Feminizm Ne Demektir?” başlıklı bir makale oldu.

Emine Semiye’nin İthaki Yayınları tarafından yayımlanan Gayya Kuyusu isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.

GAYYA KUYUSU

Safai Bey ailesi kimdi?

İstanbul kibarzadelerinden olan Uşaki Beyefendi hoşsohbet ve saygıdeğer bir zattı; pederinden miras kalan malını yiyip bitirmek derecesinde bozmuşsa da İzmir eşrafından bulunan validesinin çiftliklerine varis olunca hayli zenginleşmiş ve bu defa akıllanarak israftan vazgeçmişti. Pederinden kalma, Kısıklı'da bulunan köşkünü yıktırıp daha küçük fakat yeni usul bir konak yaptırmış, elektrikle donatarak "modern" tarzda döşetmişti. Oğlu Safai Bey'i de Sultaniye Mektebi'nde (Galatasaray Lisesi) okutmuş, sonra hariciye ketebeliğine (Dışişleri katipliği) vermişti. Vefatında oğluna iyi bir servet bırakmışsa da Safai Bey "alafrangalığı" babası gibi "yenilik" şeklinde algılamayıp sırf taklit olarak kabul ettiği için tek gözlüğünden ta parlak iskarpinlerine varıncaya kadar bir eğretilik görülüyor, monşer kelimesi bile ağzından Türk şivesiyle çıkıyordu.

Kıymetli kızı Eltaf'la daha küçüğü Neriman ismindeki oğlunu zamanın şartlarına uygun bir şekilde büyütmeye uğraştığından birçok hoca tutmuştu. İhtiyarca bir (…) ( Romanın yayınlandığı Dersaadet gazetesinin 9 Temmuz 1920 tarihli 2 numaralı tefrika “ihtiyarca bir” ifadesiyle yarım kalırken, ertesi gün 3 numaralı tefrika başka bir cümlenin sonuyla başladığından cümle düşüklüğü olduğu varsayılıyor) köşkteki temelli oturuyordu.

Safai Bey'in bütün bu özenine rağmen dairede yine Orta Çağ hayatı hüküm sürüyordu. Zira pek yüksek ve sofu bir aileye mensup olan Münime Hanımefendi, konağı eski döküntülerden ve dalkavuklardan tahliye edemedikten başka, dindarlık ve sadakat gibi meziyetler yüklediği Dilsuz Kalfa ve benzerlerinin şer ve fesadıyla da ailesinin tadını kaçırıyor ve çocuklarına verilen tahsil ve terbiyeyi hükümsüz bıraktırıyordu. Hâlbuki, yalanlarla bozulmamış olsa, Münime Hanımefendi cidden kibar, cömert ve Allah'tan korkar bir şahsiyetti; ne çare ki onun berrak şahsiyeti, hasis hizmetçilerinin telkin ettikleriyle bazı bazı bulanıyor, işte o zaman asıl korktuğu günahla çekiniyordu.

Kısacası bu dairede maddi olarak her şey mükemmel görünüyorsa da manevi olarak ağır bir muhitin zararlı havası ara sıra esmekten ve aile üyelerini sarsmaktan geri kalmıyordu.

Bunu ileride anlayacağız.

Karısına son derece sevgi besleyen ve hürmetkâr olan Safai Bey, eğer kadın düşkünü olmasaydı, ona, “iyi bir aile babası” denilebilirdi. Ne yazık ki “kadın” adından bile etkilenen Safai Beyefendi, güzel çirkin her gördüğümüz kadına tutuluyor; aydın alafrangalığına hiç yaraşmayacak şekilde, genellikle beğendiği kadınların, alaturka usul, peşi sıra koşmaktan üşenmiyordu.

Münime Hanımefendi, beyinin bu hâlini bilmiyor muydu? Yoksa anlamazlıktan mı geliyordu?

Kimse bunun aslını anlayamamıştır. Karı kocanın küs oldukları nadiren seziliyor, dargınlıkları asla görülmüyor, kavgaları da hiç işitilmiyordu.

Yekta, Uşaki Bey'in çıraklarından birinin kızı olan Şehnaz Hanım'ın kızıydı. Babası mülkiye kaymakamlarından olup taşrada uzun bir süre dolaştıktan sonra ansızın vefat etmiş ve doğruluğu yüzünden evlatları ve eşine geçim sıkıntısından başka bir şey bırakmamıştı.

Şehnaz, kızıyla beraber Safai Bey'in yanına sığınmıştı. Anasının sadakat ve hizmetine hürmeten Safai Bey onları iyi karşılamış, Münime Hanım da hiç hırpalamamıştı. Neriman'ı dünyaya getirdiği zaman ölüm derecesinde hasta düşmüş, Şehnaz'ın gece uykularını terk ederek gösterdiği canını verircesine çaba ve özen sayesinde hayatı kurtulabilmişti. Doktorların takdirlerine ailenin de şükranları eklenince Şehnaz'ın evde itibarı çok artmıştı.

Tabii bundan üzüntü duyan da çocukların dadısı Dilsuz Kalfa'ydı.

Konakta Şehnaz'ın iki senelik hayatı pek sevimli geçmişti. Son kış soğuk, pek şiddetli olmuştu. Canını hizmetten esirgemeyen hamarat Şehnaz, fena bir üşütmenin neticesinde zatürreye uğradı. Tedavisine hekimlerle, ilaçlarla koşulmuş olsa da iyiliğe döneceği sabah, gece bakıcılığını kendi arzusuyla üstlenen Dilsuz'un uyuyup kalması yüzünden meydana gelen bir hata sebebiyle, kalbi tıkanarak otuz dört senelik fani fakat pek temiz olan hayatına veda etmiş, bu suretle sevgili yavrusunu Münime Hanım'ın merhametine bırakmıştı. Hastalığının ilk günlerinde Hanımefendi'yi çağırtıp, “Yekta sana emanet,” demişti.

Şehnaz'ın ölümü ilk önce evdeki düzenin bozulmasıyla hissediliyordu. Hanımefendi, Dilsuz'a gazap ederek aşağı odalardan birine attırmış ve karşısına çıkmaması emrini de vermişti.

Dilsuz o kadar ağladı ve Şehnaz'ın canı için elinde avucunda nesi varsa feda ederek o kadar hayırlı iş yaptı ki bütün ev halkının merhametini kazandı. Nihayet Hanımefendi'ye ricalar çoğaldı. İtibarını kaybedişinin dördüncü ayıydı ki bir Şeker Bayramı'ydı, Dilsuz'u götürüp Hanımefendi'nin ayağını öptürdüler ve o günden itibaren "dindarlık", "sadakat" sıfatlarını da Dilsuz Kalfa haksız yere sahiplendi. Dalkavukların kalfadan öğrenecekleri çok olduğu için, onu daima Hanımefendi'nin gözüne sokacak uydurma hikâyeler de hiç eksik olmuyordu.

Dilsuz Kalfa'nın nüfuzundan etkilenen, yedi yaşındaki hassas Yekta'ydı. Küçük halayıklar¹ ona kızılınca, "Anneni gece Dilsuz Kalfa öldürmüş," sözlerini fısıldamışlardı. Sonra dört ay kendisini dizleri üstünde okşayan Hanımefendi onu daha uzaktan seviyor, Şehnaz gibi hayatını borçlu olduğu bir emektarın kızı olduğunu sanki yavaş yavaş unutuyordu.

Her ne kadar Yekta bir çocuksa da hayatındaki bu değişiklikleri ince ruhu, ona iğne darbesi acısıyla duyurdu.

Dilsuz da Yekta'yı kahretmek için dakika kaybetmiyordu ya! “Yekta” ismini konağın haricine kadar, vazifesini görmez, hiç söz dinlemez, lakırdı taşır, ahlaksız bir kız diye yaymıştı.

İşte böylece Yekta bütün ev halkı ve mensupları tarafından sevilmez bir kız olmuştu. Böyle bir kız ve özellikle yetim de olursa, tabii herkesin gözüne batar. Küçük Neriman bile Dilsuz'un teşvikiyle onu gördükçe dövüyor ve yanından tekmeyle kovuyordu.

İhtimal Yekta söz dinlemez bir kız olmuştu ancak düşünmeli ki onu böyle ahlaksız eden sevilmemesiydi. O hassas, ince ruhuyla sevilmek ihtiyacından yanıp kavruluyordu.

Yekta ruhunu incitip yaralayan mahrumiyetler arasında on ikinci yaşını idrak etmişti. Bin senenin acıklı günlerini tatlılaştıran yegâne tesellisi, Eltaf'ın ona esirgemeden gösterdiği muhabbetti; o da günün birinde vahim bir şekilde hastalanmıştı.

Eltaf kızıl hastalığından baygın ve şişkin yatarken Yekta'yı başucundan ayıramamışlar; dadılar, bacılar gece uykusuna üstün gelemedikleri hâlde o, Eltaf'ın yatağı dibinde bekliyor, okumak bildiğinden ilaç şişelerini ve kutularını ayırt edip vaktiyle içiriyor, çocuk biraz iyiliğe dönünce dilinin yettiği mertebe eğlendirerek günlerce yatmak azabını hafifleştiriyordu.

Yekta bu fedakârlıkları zorla değil, henüz farkına varamadığı vicdanının minnettarlığı şevkiyle yapıyordu.

Dilsuz Kalfa'nın gaddarlığı ve ev halkının horluğuyla yaralanan kalbi, kabalıkla ezilen gururu, isyanla onu hakikaten söz dinlemez bir kız hâline koymuştu. Lakin Eltaf'ın gösterdiği kardeşlik önünde kuzu uysallığıyla boyun eğiyordu.

Kısaca, onu seven yalnız Eltaf'tı, anlayan da hâlâ gençlik tavrını muhafaza eden Safai Beyefendi'ydi.

Safai Beyefendi, Yekta'nın gayet uzun devrik kirpikleri arasından siyaha yakın koyu yeşil gözlerinin baygın bakışlarına, metanetini yakan bir hisle tutuluyor; açık buğdaysı, taze rengini süsleyen dolgun yanaklarında heves bahçelerinin meydana çıkışını seyrediyor; muntazam burnuna ahenk veren ufacık kırmızı dudaklarının kıvrıntılarında biriken güzellik, atar damarlarında istek uyandırıyor; kısaca, uzun, koyu kumral saçlarının örgülerine coşkun arzularını saplıyordu.

Hâlbuki Yekta henüz on iki yaşında gürbüz bir çocuktu.

(Syf 12-17)

1332 (1916) senesi Nisan'ının başlarında Kısıklı köşkünün binası önündeki zarif çiçek tarhlarının bulunduğu meydancıktan başlayarak sokak kapısında son bulan, yasemin ve sarılı beyazlı menekşe gülleriyle örtülmüş uzunca bir geçidin altında, tabiatın iki canlı çiçeği de bahar güzelliklerine gençlik neşelerini saçarak bir aşağı bir yukarı geziniyorlardı.

Nisan sabahının serinliğini düşünmeden birer yün örgüsü ince pelerinle bahçeye fırlayan bu güzel kızların büyüceği, orta boylu, balıketinde ve sağlığı yerinde pek latif bir kızdı. Orman perileri, onun güzelliğini taze buseleriyle kutlarken kıskançlıkla hücuma hazırlanmış kıvrık kıvrık kirpiklerinin ucunda asılı yeşil parıltılar yanaklarında haleleniyor ve bu cazip hali, ona üstün güzellikler bahşediyordu.

Nadir kirpikli kızın Yekta olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz. Yedi sene zarfında büyümüş ve pek güzel olduğu kadar da ağırbaşlı bir kız olarak yetişmişti.

O gün sevdalı bakışlarındaki yaradılışına aykırı bazı hafiflikler kaynaşıyor, arkadaşıyla konuştuğu bir sırrın tuhaflığında bütün dayanıklılığı yanıyordu.

On altı yaşını bitirmek üzere olan diğer kız da Eltaf Hanım'ın ta kendisiydi.

(…)

Eltaf, on iki yaşından sonra yatak odasının bitişiğindeki oyuncak odasını boşaltırarak Yekta'ya vermişti. Böylece her iki kız, aynı şekilde döşenmiş bitişik odada öz kardeş gibi yatıyorlar, sabahleyin beraberce kalkarak geziniyorlar, çalışıyorlar, samimi arkadaşlıklarının zevkleri içinde yemek vaktini buluyorlardı.

Tahsil hususunda Eltaf pek ileri gitmiş, bütün hocalarını hayrette bırakmıştı. Okumaya fazla meraklı olduğundan Volter, Rasin, Lamartin gibi Fransa'nın meşhur yazarlarının seçkin eserlerinden başka birçok felsefe kitabının özetiyle de körpe zihnini doldurmuştu. O yaşta böyle derin okumalarla asabileşiyorsa da neşesi bozulmuyordu. O daima şen, şuh bir kızdı. Yekta, okumaya hevesli bir kız değildi. Dikiş ve beyaz el işleri en sevdiği meşguliyetlerdendi.

Onun bu hâlini Hanımefendi, “Ne kadar olsa kanındaki pespayelik okumadan ziyade ona iş işlemek yeteneğini vermiş!” diye yorumladığı zaman, Eltaf'in keskin zekâsı imdada yetişerek bu düşüncesini şöyle çürütüyordu:

“Hayır anneciğim, düşünceniz yanlıştır. Yetenek, kanın asaletinde bulunmaz; candadır. Beş sene evveline kadar Yekta derste beni geçiyordu, dadımın her dakika onu yanımdan kaldırıp işe göndermesi ve genellikle de nakşa oturtması yüzünden Yekta'ya bir avarelik geldi. Sonraları artık ders masası önünde zoraki çalışmaya başlamıştı. Tahsilden soğuduğu, daha doğrusu soğutturulduğu hâlde Yekta'nın Türkçe, Fransızca okuyup yazması ancak zekâsının yardımıyladır.”

(Syf 44-47)

Etiketler; Emine semiye

ARŞİV