Emma Goldman: "Aşk himaye istemez; kendi kendisinin hamisidir"

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Emma Goldman ile devam ediyor

25 Kasım 2021 - 12:23

EMMA GOLDMAN (1869-1940)

Evlilik, özgür aşk, cinsellik gibi konuları politikleştirerek 19. yüzyılın sonlarında tartışmaya açan Emma Goldman ya da herkesin bildiği adıyla ‘Kızıl Emma’, 27 Haziran 1869’da, Litvanya’da Yahudi bir ailenin kızı olarak doğdu. Emma 13 yaşındayken ailesiyle St. Petersburg’a taşındı ve okulu bırakıp fabrikada çalışmak zorunda kaldı. 15 yaşlarına geldiğinde babası onu evlendirmek istedi. Emma babasına karşı çıktı ve evlenmedi. 17 yaşındayken kız kardeşiyle birlikte ABD’ye göç etti. 1886’daki Haymarket İsyanı neticesinde dört anarşistin asılması Emma’nın anarşizme olan inancını arttırdı. 1887’de evlendi, ancak anarşist harekete katılıp evliliğini sürdürmemeye karar verdi. Daha sonraları ABD’deki anarşist hareketin öncülerinden Alexander Berkman’la tanışıp onunla beraber yaşamaya başladı.
Emma Goldman tekrar tekrar tutuklandı. İşçileri, “İş isteyin. Eğer iş vermezlerse, ekmek isteyin. Eğer ekmek vermezlerse, ekmeğinizi alın.” sözleriyle otoriteye karşı kışkırttığı gerekçesi, tutuklanma nedenlerinden biri oldu. Bir keresinde tutuklanma nedeni, dağıttığı doğum kontrolü hakkında bilgilendiɾici dokümanlaɾdı. Başka bir sefer de Berkman ile birlikte “Zorunlu Askerliğe Hayır” isimli kuɾdukları birlik ve Birinci Dünya Savaşına karşı düzenledikleri gösteriler nedeniyle tutuklandılar. İki yıl hapiste kaldılar. Sonra, Amerikan vatandaşlığından çıkarılarak Rusya’ya sürüldüler. Emma Goldman 1931’de “Hayatımı Yaşarken” isimli otobiyografisini yayımladı. 1936’da İspanya İç Savaşı’nın başlamasından kısa bir süre önce Berkman intihar etti. Emma Goldman ise aynı yıl, 67 yaşında, faşizme karşı savaşmak için İspanya’ya gitti. Emma Goldman hayatının sonunda kadar anarşist ve feminist düşüncelerinden vazgeçmedi. 1940 yılında öldü ve Haymarket İsyanında ölenlerin yakınına gömüldü.

Emma Goldman’ın Türkçe’de çıkan “Hayatımı Yaşarken” (1931) kitabının yanı sıra Anarşizm ve Diğer Makaleler (1910), Modern Dramanın Toplumsal Önemi (1914) ve Rusya’daki Hayal Kırıklığım (1923) başlıklı kitapları vardır.

Biz de bu hafta sizlerle Agora Kitaplığı’nın Feminist Kitaplık serisinin ilk kitabı olan ve Goldman’ın çeşitli yazılarından ve konuşmalarından oluşan “Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir” adlı derleme kitabından bazı bölümler paylaşlıyoruz.

BİR ANARŞİSTİN HAYATA BAKIŞI

(…)

Hayat, doğal olarak, kendisini farklı yaşlarda farklı şekillerde sunar. Ben de sekiz yaşımdan on iki yaşıma kadar Judith olmayı hayal ediyordum. Halkımın, Yahudilerin çektikleri acıların intikamını almayı, Holofernos’un kellesini uçurmayı arzuluyordum. On dört yaşındayken doktor olmayı istedim; böylece sevdiklerime yardım edebilecektim. On beşime geldiğimde karşılıksız bir aşka tutuldum ve bunun acısıyla bir ton sirke içerek romantik yoldan intihar etmeyi düşledim. Aşkımdan intihar etmenin beni mezarımda uçuk ve ilginç, solgun ve şiirsel göstereceğini düşünmüştüm; ama on altıma geldiğimde daha görkemli bir ölümde karar kıldım. Ölene kadar dans edecektim.

Ardından Amerika’ya geldim. Devasa fabrikaları olan Amerika’ya. 2,5 dolar haftalıkla günde on saat bir dikiş makinesinin pedalına bastığım Amerika’ya. Daha sonraysa beni ben yapan, hayatımın en önemli olayı gerçekleşti; 1887’deki Chicago trajedisi. Asil ruhlu erkeklerden beş tanesinin, Illionis eyaletinde yasal olarak katledilmeleri.

O cesur insanlar, Amerika’nın tanınmış araşistleriydi; 11 Kasım 1887’de Albert Persons, Spies, Fischer, Engel ve Lingg’e kanun yoluyla suikast düzenlendi. Cesur genç Lingg, diğer üç yoldaşı idam edilirken, cellatlarını atlatıp kendi elleriyle ölmeyi tercih etti; Neebe, Fielden ve Schwab ise hapse tıkıldılar. Chicago şehitlerinin ölümü, benim manevi doğumumdu: Onların ömür boyu yüksek tuttukları idealleri, bütün hayatımın itici gücü oldu.

(…)

Bugün dünyada ne özgürlük var, ne de güvenlik: Zengin olsun, yoksul olsun, toplumsal statüsü yüksek ya da alçak olsun, hiçbir insan, dünya üzerinde tek bir köle kalmayana dek güvende değildir. Beşikten mezara kadar hiç kimse, onu cezalandıracak, hapse tıkacak ya da yaşama hakkını elinden alacak, var oluşunun koşullarını kendisine dayatacak gücü elinde bulunduran bir başkasının emirleri, kaprisleri ya da isteklerine boyun eğmek zorunda olduğu sürece güvende ve emniyette olamaz.

(Sayfa 2-4)

Emma Goldman ve Alexander Berkman

EVLİLİK VE AŞK

Evlilikle aşk hakkındaki yaygın kanı,  ikisinin birbiriyle eşanlamlı olduğu, benzer güdülerden kaynaklandığı ve aynı insani ihtiyaçları karşıladığı şeklindedir. Oysa çoğu yaygın kanı gibi bu düşünce de fiili olgulardan ziyade hurafeye dayanmaktadır.

Evlilikle aşkın ortak paydası yoktur, ikisi birbirine kutuplar kadar uzaktır; aslında birbirlerine taban tabana zıt olgulardır. Hiç kuşkusuz bazı evlilikler aşkın meyvesidir. Yine de bunun sebebi, aşkın kendisini sadece evlilikte göstermesi değil, toplumun benimsediği gelenekten tamamen kendini kurtarabilecek durumda olmamasıdır.

Bugünlerde evliliğe hiç değer vermeyen, hatta onu saçmalık olarak gören çok sayıda erkek ve kadın bulunmaktadır; bu insanlar, kamuoyunun hatırına evliliğe razı gelmektedirler. Her ne kadar evliliklerin aşka dayandığı ve bazı aşkların da evlilik boyunca sürdüğü doğru olsa bile, iddia ediyorum ki bu bağın devam etmesinde evliliğin en ufak bir payı yoktur.

(…)

Evlilik, öncelikle bir ekonomik düzenleme, bir sigorta anlaşmasıdır. Sıradan bir hayat sigortasından tek farkı, herhangi bir poliçeden daha bağlayıcı oluşu ve daha fazla titizlik getirmesidir. Başka türlü yatırımlara kıyasla geri dönüşü, getirisi, ciddi derecede cüzi kalır. Sigorta poliçesi ödemeleri – istendiğinde artık ödememe koşulu geçerli olmakla birlikte- lira ve kuruş olarak yapılır. Oysa evlilikte, ikramiyesi sadece koca olduğu halde kadın bunun karşılığını kendi adı, özel hayatı, özsaygısı ve ‘ölüm onları ayırıncaya kadar’ fiilen bütün ömrüyle öder.

(…)

Kadının ikinci kalite olduğunu söyleyecek olursanız, bunu malzemenin kalitesinden bilmek gerekir. Her halükarda, kadının bir ruhu yoktur – kadına dair bilinecek ne vardır ki? Bununla birlikte, bir kadının ne kadar az ruhu olursa kocası için o kadar kıymetli bir eş olur, kendisini kocasının içinde kaybetmeye o denli daha hazırdır. Evlilik kurumunu görünürde sağlam, uzun ömürlü yapan şey, işte bu erkek egemenliğine kölece boyun eğiştir. Ancak bugün artık kadın kendisini buluyor; efendisinin lütfundan bağımsız, özgür varoluşunun farkına varıyor.

(…)

Kuşkusuz hala aşkı paranın üzerinde tutan insanlar vardır. Ekonomik zorunluluğun kendi yağıyla kavrulmaya zorladığı sınıf için bu bilhassa doğrudur. Kadının konumundaki, güçlü bir etkenle şekillendirilmiş, muazzam bir değişimdir; kadının endüstri arenasına girişinden sonraki kısa zaman dilimini düşünürsek, bu değişim aslında çarpıcı bir fenomendir. 6 milyon kadın emekçi; sömürülürken, soyulurken, greve giderken, hatta açlığa talim ederken erkeklerle aynı haklara sahip olan 6 milyon kadın. Başka bir emriniz, efendim?

(…)

Kadın kendi konumunun geçici işçilik olduğunu kabul eder, ilk fırsatta kovulacağının farkındadır. İşte bu yüzden kadınları örgütlemek, erkekleri örgütlemekten daha zordur. “Neden sendikaya katılayım ki? Nasıl olsa evlenip yuva kuracağım.” Zaten bebeklikten beri ona gözlerini hep bu hedefe dikmesi öğretilmemiş miydi? Kadın çok geçmeden evin, fabrika kadar geniş olmasa da, daha sağlam bir kapı ve parmaklıklara sahip bir hapishane olduğunu öğrenir. Evin öyle bir sadık bekçisi vardır ki, kimse ondan kaçamaz. İşin en trajik yanı, ev, onu ücretli kölelikten kurtarmaz, sadece işlerini artırır.

(…)

Benim burada kanıtlamak istediğim, evliliğin kadına ancak kocasının lütfuyla bir yuva temin ettiğidir. Kadın kocasının evine yerleşir, yıllar geçer, ta ki hayatı ve insan ilişkileri, etrafını kuşatanlar kadar düz, dar ve sıkıcı hale gelene kadar. Dırdırcı, dar kafalı, kavgacı, dedikoducu, katlanılmaz olana dek bu böyle gider, bu tavırlarıyla kocasını da evden uzaklaştırır. Kadın istese de gidemez; gidecek yeri yoktur. Üstelik, evlilik hayatının bütün melekelerinden feragat ettiği kısa bir bölümü bile, sıradan kadını dış dünyaya karşı kesinlikle aciz bırakır. Kadın, görünüşü pervasız, hareketleri sakarlaşmış, kararlarında bağımlı, muhakemelerinde korkak, erkeklerin nefret edip hor gördüğü bir yük ve baş belası haline gelir. Hayata katlanmak için ne harikulade esin veren bir atmosfer, öyle değil mi?

(…)

Aşk, bütün hayatın en güçlü ve en derin esası, umudun, neşenin, esrikliğin müjdecisi; aşk, bütün kanunlara, anlaşmalara meydan okuyan; aşk, insan kaderinin en özgür, en güçlü kalıbı; böylesi her şeyi zorlayan bir güç nasıl olur da zavallı minik Devlet ve Kilise çocuğuyla, evlilikle eş anlamlı anılır?

(…)

Aşk himaye istemez; kendi kendisinin hamisidir. Aşkın hayat verdiği hiçbir çocuk yoktur ki, yalnızlık, açlık ve şefkat ihtiyacını çeksin. Bunun doğru olduğunu biliyorum. Âşık oldukları erkeklerden çocuk yaparak özgürce anne olmuş kadınlar tanıyorum. Evlilikler içinde pek az çocuk, bakımın ve korunmanın tadını çıkarır; kendini adamış özgür annelik, vermeye kadirdir.

(…)

İnsanlığın bugünkü cüce halinde aşk çoğu insana yabancı geliyor. Aşk yanlış anlaşılmıştır ve ondan her şartta sakınılır; aşk nadiren kök salar, onun için de nihayetinde solar ve ölür. Aşkın narin lifleri, günlük koşuşturmanın gerilimini ve şiddetini kaldırmaz. Aşkın ruhu, toplumsal dokumuzun kaba örgüsüne kendini uydurmayacak kadar karmaşıktır. Aşk, kendisine ihtiyacı olan, henüz o duygusunu zirvesine erişememişlerle birlikte ağlayıp sızlıyor ve acı çekiyor.

(Sayfa 21-33)

KISKANÇLIK: “YEŞİL GÖZLÜ CANAVAR”

(…)

Meselenin grotesk yönü, erkeklerle kadınların genellikle, gerçekte fazla ilgi duymadıkları kişilerden dolayı şiddetli kıskançlık krizlerine kapılmalarıdır. Yani, bu ‘korkunç yanlışlığa’ karşı feryadı basmalarının asıl sebebi, öfkeyle donatılmış aşkları değil, öfkeyle sarılmış kibirleri ve imrenme duygularıdır. Bir kadının o anda şüphelenmekte olduğu ve casus gibi takip ettiği erkeği daha önce hiç sevmemiş olması muhtemeldir. O kadının daha önce aşkını korumak adına kılını bile kıpırdatmamış olması da muhtemeldir. Fakat ne zaman ki bir rakip ortaya çıkar, kadın, hiçbir şekilde adice veya zalimce görmediği şeyi savunmak adına hemen cinsel mülküne değer vermeye başlar.

Anlaşılıyor ki, kıskançlık aşkın meyvesi değildir. Aslında kıskançlık vakalarının çoğunu derinlemesine araştırmak mümkün olabilseydi, büyük aşkı daha az tatmış insanların kıskançlıklarının aynı ölçüde şiddetli ve alçakça olmaya meylettiğini gözleme ihtimalimiz çok yüksek olurdu. İç uyumla ve bir olma duygusuyla birbirine bağlı iki insan, ikisinden biri dışsal cazibelere kapılır diye karşılıklı güvenlerini tamir etme korkusu duymayacakları gibi, ilişkileri yersiz bir husumet duygusundan dolayı da son bulmaz.

(…)

Kıskançlığın kabalığına karşı kuvvetli bir kalkan, erkek ile kadının tek bir beden ve tek bir ruh olmamalarıdır. Erkek ile kadın, farklı mizaçlara, duygulara ve eğilimlere sahip iki ayrı insandır. İkisi de kendi fikirleri ve tutumlarıyla hareket eden, kendi çapında küçük birer kozmostur. Eğer iki ayrı dünya özgürlük ve eşitlik içerisinde birbiriyle buluşursa, bu muhteşem ve şiirsel bir haldir. Bu birleşme kısacık sürse bile kıymetlidir. Fakat iki ayrı dünya, güzellikleri ve rahiyaları ellerinden alınmış olarak bir arada durmaya zorlanırsa, geriye ölü yapraklardan başka hiçbir şey kalmaz. Bu apaçık gerçeği kavramayı başarmış olan herkes, kıskançlığa boyun eğmeyecek ve kıskançlığın Domakles’in kılıcı gibi başının üstünde sallanmasına müsaade etmeyecektir.

(Sayfa 40-43)


ARŞİV