Enver Gökçe: Seçme şiirler

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Enver Gökçe ile devam ediyor

18 Kasım 2020 - 13:19

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Enver Gökçe ile devam ediyor. Enver Gökçe’nin Evrensel Basım Yayın tarafından yayımlanan “Bütün Şiirleri” kitabından seçtiğimiz şiirleri okurlarımızla paylaşıyoruz.

ENVER GÖKÇE (1920-19 KASIM 1981)

Edebiyatımızın unutulmaz şairlerinden biri olan Enver Gökçe 1920 yılında Erzincan Kemaliye'de doğdu. 9 yaşındayken ailesi ile birlikte Ankara'ya göç etti. Ankara Gazi Lisesini okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Üniversite yıllarında sosyalist düşünceye yakınlık duymaya başlayan Enver Gökçe, 1951’de öğrenci yurdunda yönetici olarak çalışırken tutuklandı ve cezaevine gönderildi. Türkiye Komünist Parti davasında 6 yıl tutuklu kaldı. Ardından iki buçuk sene de Çorum'da sürgün olarak yaşadı. 

Öğrencilik yıllarından itibaren şiir yazmaya başlayan şair, döneminin toplumcu şairleri arasında yer aldı. Neruda’nın şiirlerini çeviren Gökçe aynı zamanda pek çok halk öyküsünü, masalını da derledi.  

1960 yılından sonra Ankara'da çeşitli gazetelerde düzeltmen olarak çalışan ve yazarlık yapan Enver Gökçe sanat anlayışını şöyle tanımlar: “Ben sınıf edebiyatı yapıyorum. Türk halkının hayatın her dönemde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum. Bence sanat her şeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü kudretini ortaya koymasındadır.”

19 Kasım 1981 yılında Ankara'da yaşama veda eden şairi saygıyla anıyor, Evrensel Basım Yayın tarafından yayımlanan “Bütün Şiirleri” kitabında yer alan “Sanat ve sanatçı üzerine” yazısından bir bölümü ve seçme şiirlerini okurlarımızla paylaşıyoruz.

SANAT VE SANATÇI ÜZERİNE

Bugün şairi ve şiiri eski anlayış ve tariflerin çerçevesinden kurtarmak zamanı gelmiştir. Bu, sanatçıyı –insanlığını inkâr demek olan– sosyal gerçeklikten tecrit edip onu “soyut boyutta” bir yaratık saymak ve sanatçının yarattığı eserleri: “Tanrısal bir ustalık”, “bir ihsan”, “bir Tanrı vergisi saymak”, belirli bir sosyal topluluğun görüşlerini yaymaktan başka bir şey değildir.

Doğayı ve toplumu bir gerçek olarak almayan, doğa ve toplum olaylarını, insan ve akıl üstü izahlarla, mantık dışı endişelerle kavramaya çalışan bir felsefe anlayışı sanat ve entellektüel hayatımıza adamakıllı işlemiştir. Kafaları bu pisliklerden kurtarmak ve her şeyden evvel bir insan olan, doğaya ve topluma sımsıkı bağlı bulunan sanatçının sosyal varlığını ortaya koymak lâzımdır.

Sanatçıyı sosyal problemlerin, halk hayatının, sosyal davaların dışında görenler, menfaatleri icabı, rahata alışık olanlardır, sosyal gelişmenin hızlandırılmasından korkanlardır, taşlaşmış, yosun tutmuş değerleri muhafaza etmek isteyenlerdir, hastalıklı melankoliklerdir. Oysaki hayat bütün hareketi, aktivitesi, ileri atılışlarıyle diri, canlı ve değişiktir. Hayat dinamizmine can katan, hayatı öven, kötülükleri protesto eden, insanlığımızı yükselten sanatçılardan huylananlar, onları fildişi kulede tutmak istiyorlarsa, korktukları içindir.

Ressam olsun, müzisyen, aktör, romancı, şair olsun, genel olarak ortaklaşa bir işçilikleri vardır. Renkle, sesle, kelimelerle, artistik-sosyal bir dünya kuruyorlar. Hayatımızı yazmış-çizmiş oluyorlar. Bizi dile getiriyorlar, gözümüzle, hayalimizle, sinirlerimizle oynuyorlar. Bir heykele dokunmak istemişizdir, bir bakış bizi kılıç gibi bölmüştür, bir çift sözle yumrukları sıkmış veya ağlamaktan yığılıp kalmışızdır. Çırılçıplak bir bozkır manzarasında belki ölüm, belki yaşamak arzusu duymuşuzdur. Bir tablonun, bir resmin, bir şiirin, bir bestenin bize ettikleri böyle şeylerdir. Sanatçı, yaşadıklarımızı bize yaşatıyor, düşündüklerimizi düşündürüyor. Sanatkâr kişi, bizi, en güzel, en çirkin, en unutulmaz şekilde, en dokunaklı, en gerçek şekilde hikâye ediyor, insanoğlunun hayatı, macerası, esprisi yaşatılıyor, sanatçı yaşadığımızı doğruluyor.

İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Sanatçı bizi nasıl düşündürmüşse öyle yaşamıştır. Ve bizleri de o türlü bir yaşayışa ve düşünceye çağırıyor. İnsan yaşayışının mahiyeti ve sanat eserlerinin ortak özelliği budur.

İnsanoğlu ise sosyal gelişmenin çeşitli konaklarında bir başka türlü yaşamış, bir başka türlü düşünmüştür. Üretim araçlarının, teknolojinin her değişmesinde yeni bir toplum düzeni ortaya çıkmış ve bu toplum tipine uygun düşen bir düşünce tarzı oluşmuştur. Her sanat eseri devrin sosyal-ekonomik şartlarına uygun bir içerik ve estetik anlayışı yaratmıştır.

Yüzyılımızın toplum tipi bölümlü bir toplum tipidir, bağdaşık olmayan, sosyal grup ve zümrelerin çatışmalarının içinde geliştiği ve bu sosyal grup ve zümre çatışmalarının gittikçe keskinleştiği bir toplum tipidir. Bu toplumun düşünce ve eylem gerçeği, karşıtlıklar taşımaktadır. Bundan dolayı bu tip bir toplumun sanat eğilimlerinin çeşitli yönlerde dalbudak salması, mevcut sosyal-ekonomik şartların bir sonucudur.

(Syf 21-22)

BAŞLANGIÇ

Zaman akar, zaman geçer,

Zaman zindan içinde;

Biz mapusta gürül gürül yatardık

Yılan çıyan içinde.

Getirdiler ite kaka bir yiğit,

Ayak çıplak

Ak bir mintan içinde.

Zaman zaman içinde

Işık duman içinde

Ve râviyan-ı ahbâr

Ve muhaddisân-ı rûzigâr

Şöyle rivayet

Ve hikâyet ederler kim:

Beni âdem zor bezirgân içinde

Vardı bir Balaban.

(Syf 32)

BİR ALIP SATICI GÖNÜL

Düştüm bir öylesi çekilmez derde,

Ne ölümü düşünürdüm, ne yaşamak korkusu,

Ne sır aradım her şeyde, ne gariplik var serde,

Ne kara sevda, ne sevmek ne sevilmek arzusu

Artık her şarkı dokunur bana bu şehirde.

Hasret nedir bilmezken o kadar

Şimdi, her an, her yerde gurbetteyim.

Çünkü daha görmediğim güzellikler var,

Öyle bir yürek koymuşlar ki içime neyleyim,

Her yere gönlümü vermeden geçemem dostlar!

Ben deli miyim bilmem mi neler ettiğimi.

Bir han köşesinde yatmayınan Kerem diyorlar,

Ne tuhaf bu insanlar derdini dökmeyinen

Çaresiz derde bulunmaz merhem diyorlar,

Ah.. bir alıp satıcı gönlüm var gezer çarşı çarşı,

Başım güneşe düşmüş yanmayı öğrenir.

Nolur böyle duradursun cama güneşe karşı,

Gönül her yerde bir kardeşim güzel her yerde bir..

(Syf 48)

İLK ADIM

Bir mermi de benden aslanım,

Bir mermi de benden.

Bir mermi de benden zafer topları

Mukaddes namlular!

Daha gelmesin mi bahar,

Daha gülmesin mi ağlayanlar?

Yıllardır kan içinde, sargı içinde

Unuttunuz mu

Sevmesini, şakalaşmasını?

Çekik gözlüler,

Kıvırcık saçlılar, ablak yüzlüler!

Küller mi saz beniz etti sizi

Yabanî güller, dost bakışlar, otlu çiçekler!

Ve sizler:

Adana, Aras pamuğu kadar

Sevdiğim yüzler!

Yayla türkülerim kadar

Memleketlilerim kadar

Sevdiğim yüzler!

Altıya mı değdi yaşlarınız

Otuz dokuz doğumlu çocuklar?

Ömrünüz, gözleriniz, uykularınız

Sığınaklarda geçti harp boyunca.

Oylum oylum ateşleri gördünüz mü,

Cepheden dönenleri sordunuz mu?

Tanır mısınız

Ay nedir, gün nedir, elma nedir?

Güneşi gözlere doldurmak güzelken

Hey küçük kardeşler hey

Görün ne hale koydular dünyamızı.

Şimdi zafer topları gürlüyor

Avrupa'da.

Ve deniz ötesi kıtalardan

Şarkılar...

Şimdi kazaska oynuyor Avrupa.

Şimdi silah yerine bayrak tutanlar...

Hiçbirini tanımadığımız,

Oyunlarını bilmediğimiz

Mişiganlılar, Oksfortlular, Ukraynalılar.

Şimdi, göz aydın etme zamanıdır.

Yeni bir dünya doğuyor.

Şorul şorul giden kan pahası.

Müjdeler, müjdeler olsun

Yeni bir dünya doğuyor

Zincir seslerinden

Verem basillerinden uzakta...

Büyük ölülerini bağrına basıp

Yaralı insanlarımız

Kahramanlarımız konuşuyor:

Benim olsun, senin olsun, bizim olsun,

Hani kardeşlerimiz vardı ya

Bu dünyada.

-Kız kardeşlerimiz, annelerimiz, şairlerimiz-

Dumdum kurşunuyla vursalar da

Her zaman böyle döğüşeceğiz:

Gırtlak gırtlağa, diş dişe, tank tanka

Demokrasi için,

Eşitlik ve hürlük uğruna”

Bir mermi de benden aslanım

Bir mermi de benden

Bir mermi de benden

Zafer topları, mübarek namlular!

(Syf 58-60)


 

GÖK MUSTAFA 

Hüseyin anlatıyordu 

Bir candarma gelmiş bizim köye 

Keşkek komuşlar önüne yemiş 

–Sevmemiş– 

Bal komuşlar parmaklamış 

–Sevmemiş– 

Bir Gök Mustafa varmış 

–Sağ mı bilmem– 

Gülü gülüvermiş de candarmaya 

“Neyliyek ağa, 

Sana yumurta mı pişirek?” 

Demiş.

(Syf 72)

NE FAYDA!

Sen benimsin,

Ciğerpârem, sevdiğim

Gülden ağır

Söylemem sana!

Saçlarına

Kızıl güller takayım

Salın da gel,

Bir o yana

Bir bu yana!

Meğer

Müşkil işmiş hürriyet

Savunmayla yetmiyor

Bir başka sevda!

Telden

Demirden geçsen

Mapusu delsen

Ne fayda!

(Syf 88)

AND OLSUN ŞART OLSUN 

Ben 

Böyle 

Taşların 

Çukurların 

İçinde 

Kalmışsam 

Yalnızsam 

Hor 

Görülmüşsem 

Arkasızsam 

Ve 

Böyleyse 

Bahtı 

Siyahım 

Yemin 

Kasem 

Olsun 

Ve 

And 

Olsun 

Şart 

Olsun 

Yerde 

Kalmaz 

Ahım.

(Syf 110)

Etiketler; Enver Gökçe

ARŞİV