Erdal Öz: Deniz Gezmiş anlatıyor

Gülünün Solduğu Akşam kitabından birkaç bölümü, 6 Mayıs 1972’de idam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan ve yine 2006 yılının 6 Mayıs günü yaşamını yitiren Erdal Öz anısına paylaşıyoruz.

03 Mayıs 2019 - 08:50

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

ERDAL ÖZ (26 Mart 1935- 6 Mayıs 2006)

Türkçe edebiyatın ve yayıncılığın usta ismi Erdal Öz, edebiyat yaşamına şiirle başladı. İlk öykü kitabı “Yorgunlar” 1960’da yayımlanan Öz, 12 Mart 1971 darbesinde siyasal görüşlerinden dolayı üç kez tutuklandı. 1975-1981 yılları arasında Cem Yayınevi’nin Arkadaş Kitaplar adlı çocuk edebiyatı dizisini yöneten Öz, 1981’de Can Yayınları’nı kurdu.

Eserlerinde 12 Mart döneminin hukuk dışı uygulamaları ve baskılarıyla karşılaşan tutukluların yaşantılarına yer veren Öz, “Yaralısın” (1974) adlı romanıyla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı. “Kanayan” (1973) adlı öykü kitabında; “Deniz Gezmiş Anlatıyor” (1976) ve “Gülünün Solduğu Akşam” (1986) adlı anı-romanlarında Deniz Gezmiş ile arkadaşlarının idam kararı öncesi ve sonrasını, kendi izlenimlerini de katarak anlattı. Gülünün Solduğu Akşam’a girmeyen notlar ve izlenimlerini 2003’te “Defterimde Kuş Sesleri” kitabında topladı. “Sular Ne Güzelse” adlı kitabıyla 1998 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, “Cam Kırıkları” adlı yapıtıyla 2001 Sedat Simavi Öykü Ödülü’nü aldı.

Erdal Öz’ün Can Yayınları tarafından yayımlanan Gülünün Solduğu Akşam kitabından birkaç bölümü, 6 Mayıs 1972’de idam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan ve yine 2006 yılının 6 Mayıs günü yaşamını yitiren Erdal Öz anısına okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Deniz Gezmiş Anlatıyor

Son düştüğüm pusu. Yakalandığım. Tarlada. Bir çukurun içinde.

Tarla. Vıcık vıcık çamur. Karlı çamur. Bir yandan da aralıksız yağmur yağıyor. Sulusepken.

Parkamın başlığını başıma geçiriyorum. Ellerim üşüyor. Eldivenlerimi, silahı daha rahat kullanayım diye daha önce bir yerlerde fırlatıp atmıştım. Eldiven de yok. Hava buz gibi.

 Bir çukurdayım. Şu içinde bulunduğumuz hücre kadar bir çukur. Ayağa kalkınca yüksekliği göğsüme geliyor.

Çepeçevre sarılmışım.

Bütün arabaların farları çukurun üzerinde. Jeep’lerin üzerlerine A-4’leri kurmuşlar. Sağıma soluma yağmur gibi mermi yağıyor. Mermiler, düştüğü yerden çamurları savuruyorlar havaya. Farların aydınlığında, yağan sulusepkeni renklendiriyor havaya savrulan çamurlar. Çukurun dibinde arka üstü çökmüşüm. Bir torbanın dibinde gibiyim. U harfi gibiyim. Ayağa kalksam başım çukurun dışında kalacak. Mermilerden korunmak için ya çömelmek, ya da böyle çukurun dibine arka üstü çökmek zorundayım.

Çukurun dibinde kar.

Yattığım yerden yukarıları seyrediyorum, çukurun apaydınlık üstünü. Sanki donanma fişekleri patlıyor tepemde. Korkunç güzel bir renk cümbüşü.

 ‘Cıvvv’ diye giriyor çamura mermiler, çamuru savurup dağıtırlar havaya. Farların aydınlattığı sulusepkenle birlikte ütüme başıma sanki renk renk koca bir dünya yağıyor.

Çok güzel bir görüntüydü.

Yarım saat, bir saat kadar sürdü bu.

Mermim çok az. Bir süre sonra bitecek. Daha önce düştüğüm pusularda çok mermi yakmıştım. Yusuf’u ararken, düştüğüm iki pusudan sıyrılmaya çalışırken mermilerin çoğunu yakmıştım.

Arasıra doğrulup başımı yavaşça çıkarıyorum çukurdan, bir el ateş ediyorum. Nereye? Boşluğa. Öldürmek için ateş etmiyorum. Zaten göremiyorum ki. Her yanda güneş gibi yanan farlar. Güneşlerin ortasındayım. Gecenin içinde, yağmurun altında ve güneşlerin ortasındayım; tam ortasında. Ve rastgele yakıyorum mermiyi.

Aklıma ilk gelen, Mayakovski’nin şu dizeleri oluyor:

Susun artık konuşmacılar

Siz savdınız sıranızı

Söz sırası mavzer arkadaşta

Şimdi o konuşacak.

Bu dizeleri geçiriyorum aklımdan ve doğrulup bir mermi daha yakıyorum. Sonra sinip yine bekliyorum çukurun dibinde.

Neler geçmiyor aklımdan.

İşte orada ölümü de düşündüm. Ölüm pek ürkütücü gelmiyor insana. Yine de ölümü kabul edemiyorsun. Kesin bu.

O ara bilimi falan düşünüyorsun. İki yüzyıl üç yüzyıl sonrasını düşünüyorsun. Bilimin insanlığa getireceği şeyleri. İçinde bulunduğun durum anlamsız geliyor sana, saçma geliyor. Ionesco’nun oyunları gibi bir şey. Yaşaman gerektiğini kavrıyorsun. Bilim almış başım giderken, karşındaki bir yığın insanın ne kadar küçük şeylerle, küçük ve yanlış şeylerle uğraştığını düşünüp acınıyorsun. İçerliyorsun. Hem de ne adına? Kim adına?

İnsanlığın geleceğini ve senin o günleri göremeyeceğini düşünüyorsun. Müthiş hüzün veriyor bu sana. Bir yanda eşsiz güzellikte bir gelecek, bir yanda bütün o güzellikleri göremeyeceğin duygusu. Nasılsa öleceğim, diye düşünmeye başlıyorsun.

Oysa mermi vardı yanımda daha; azalmıştı ama vardı. Birazdan bir bomba savuracaklar üzerime, çukurun içine; parçalanıp gideceğim, diyordum. Ölüp gideceksin.

İlk anda ölmeyi istemiyordum, hiç istemiyordum; yani birdenbire. Belki yaralanmayı, rahat ve yavaş bir ölümü belki.

Sonra, dünyanın dört bir yanında ölen bir sürü yurtseveri, devrimciyi düşünüyorsun ve bir ara rahat bir ölümü düşünmüş olmaktan utanır gibi oluyorsun. Bir devrimci nasıl ölmesi gerekiyorsa öyle ölmeli, diyorsun. Doğrusu da bu.

Ve daha önce hiç aklıma gelmeyen bir takım anılar geçiyordu gözlerimin önünden. Bir film gibi ve çok hızla geçiyordu.

Örneğin, çocukluk günlerim geliyor gözlerimin önüne. Çocukluğum. Bahçeli bir evimiz vardı; çiçeklerle doluydu bahçemiz. O çiçeklerin arasında oynayışım…

Sonra ansızın bir sevgili. Çok buruk bir duyguydu bu. Sevgili’nin gülüşü, oturuşu, düşünüşü.

Kesin ve çok net görüntüler bunlar. Anlık ama kesin ve net görüntüler. Renkli bir film gibi.

Sevgili’nin o anda belki de evinde oluşu, sıcacık bir odada oluşu, belki de neşeli oluşu, gülüyor oluşu.

***

İki mermim kalmıştı. Mermiler tükenince çukurdan çıkmayı düşündüm.

Başım dik çıkacağım.

Vururlarsa vuracaklar.

Başım dik gideceğim ölüme.

Ama ya vurmazlarsa?

O zaman yakalayıp işkence falan yapacaklar sana. İşkence, yine de kolay geliyor. Bir gün boyunca sürerse dayanabilirsin. Onun acısı nasıl olsa geçer. Zaman nasıl olsa akıp geçecek, işkencenin acıları da nasıl olsa bir süre sonra silinecek, kalmayacak, diye düşünüyorsun. On beş gün önce işkence görseydim, şimdiye çoktan geçmiş olacaktı, unutmuş olacaktım. Bunları düşündüm orada.

Kararlıydım. Dayanacaktım işkenceye. Konuşturamayacaklardı beni, çözülmeyecektim. Kesin karalıydım bu konuda.

Silahımı attım birden. O ara ateş de kesilmişti.

“Çıkıyorum!” diye bağırdım.

Çıktım. Ateş eden olmadı.

Parkamın başlığını sıyırıp geriye attım. Başım dik. Bir elim cebinde, boş tabancamda. Boş ama olsun. Umursamaz bir hava takındım. Oysa her an bir mermi bekliyorum, her an bir mermi gelip bir yerime saplanacak diye bekliyorum, ha geldi ha gelecek diye.

***

Asacaklar herhalde.

Bu, o günkü politik ortama bağlı.

Faşizm güçlüyse asar.

Politik bir mücadele veriyoruz.

Sınıf mücadelesinin arttığı dönemlerde yasa masa kalmaz. Hukuk, ancak denge durumlarında vardır ve işler. Siyasal iktidar için pek tehlikeli değilsindir, onun da pek bir gücü yoktur, hukuk vardır o zaman.

Gerici sınıfların en güçlü iktidarıdır faşizm.

İyi sordun.

Evet ölüme gidiyor bu yolun sonu, idama gidiyor. Biliyorsun bunu. Yakalandığın andan başlayarak bunu hep biliyorsun. Hele hücreye tıkılıp da düşünme rahatlığına erince. Yine aynı şey: idam, ölüm.

Ama, biliyor musun, pek de korkunç gelmiyor bu sana.

Umut mu? Umut her zaman var. Umutsuzluk diye bir şey yok. En azından, ‘Kaçabilirim’, ‘Kurtulabilirim’ diye düşünüyorsun.

Ama bağışlanmayı düşünüyorsun. Çıkarılacak bir af’fı düşünmüyorsun. O yok işte.

Ve bir devrimcinin idama nasıl gideceğini, bir mitinge, bir eyleme gider gibi gideceğini karşı devrimcilere ve herkese göstermek gerektiğini düşünüyorsun. İnan, bunda hiçbir çekincem en küçük bir tereddüdüm yok.

O sahneyi çok iyi somutladım:

İdam günü gelip çatınca, o sevdiğim, alıştığım giysilerimi giyeceğim: postallarımı, parkamı.

Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin. Direneceğim ve giymeyeceğim.

Öyle her zamanki eyleme gidiş tavrıma gideceğim. Yok, traş falan da olmayacağım.

Gidip, oturup, önce bir sigara yakacağım orada.

Sonra demli, sıcak, güzel bir çay içeceğim.

Ha bak, Rodrigo’nun o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim orada. Bak, bunu çok isterim. Sanırım, asılacak bir insanın son istediğini geri çevirmezler. Bunu isteyeceğim.

***

Bak dostum, şu gördüğün arkadaşların hepsi de asılacak belki. Hepsi de idamla yargılanıyor, biliyorsun. Bu çocukların yaş ortalaması yirmibir falan. Gencecik çocuklar. Görüyorsun, şarkı söylüyorlar. Buradan çıkıp kurtulsalar bile bunların büyük çoğunluğu dışarıda kesinlikle şurada burada vurulup ölecek insanlar. Korkuları yok. İnançları var. İnanmış güçlüdür, korkmaz.

Bunlar, okullarında da kendilerini kabul ettirmiş insanlar. Hepsi de okudukları okulların en başarılı öğrencileri.

Ama bak, şarkılar söyleyerek ölüme karşı hazırlanıyorlar. Sen de gördün, sen de okudun savunmalarının bir bölümünü; ipin ucundayken bile kimse kendini savunmaya kalkışmıyor, kimse kendi başını kurtarmaya çalışmıyor. Devrimci tavır budur. Sanki savunma değil de Türkiye’nin sorunlarını inceleyen bir kitap yazıyor gibiler. Amaçları yanılmamak, Türkiye’nin sorunlarına gerçekçi açıdan yaklaşmak, gerçekçi, somut çözüm önerileri getirmek.

Dedim: Ondokuz yaşında insanlar var aralarında.

Öyle sanıyorum ki, ölüme karşı duyulan bu duygular, bütün devrimcilerde vardır.

Bu işe girdik bir kere…


ARŞİV